Tacettin Kutay: ONLAR SİSTEMİN YANDAŞLARI; GERÇEKTE MUHALİF OLAN HÂLÂ ERDOĞAN

ONLAR SİSTEMİN YANDAŞLARI; GERÇEKTE MUHALİF OLAN HÂLÂ ERDOĞAN
Giriş Tarihi: 19.12.2022 12:48 Son Güncelleme: 19.12.2022 12:49
Bir şeyleri eleştirmek, bir şeylere muhalif olmak şüphesiz herkesin hakkı. Ancak ülkemizde bu hak, mantığı ve ölçüsü daha doğrusu ölçüsüzlüğü bakımından oldukça sorunlu bir alan olarak hatta bir bağımlılık şeklinde zuhur ediyor. Türkiye’deki muhaliflik ve muhalefet manzarasına bakıldığında şöyle bir görüntü ile karşılaştığımız söylenebilir: Belli kesimlerin kendi temsilcileri dışında yapılan proje, icraat ve stratejilerin hemen hepsini daha en baştan, külliyen eleştirme ve reddetme alışkanlığı adeta patolojik safhalara ulaşmış görünüyor. Bu hastalıklı hak kullanma durumunun kökenleri, tahlili, teşhisi ve tedavisi hakkında bilgilenelim istedik ve bir siyaset bilimciye danıştık. İki asır öncesine uzanan ve temelinde dışarıya karşı bir aşağılık, içeriye kendi vatandaşına karşı bir üstünlük kompleksi yatan bu muhaliflik anlayışını Dr. Tacettin Kutay Lacivert için enine boyuna tahlil etti ve şu teşhisi koydu: “Sanal üstünlüklerini kaybedenlerin huzursuzluğu.”

Sanırım herkesin bir şeylere muhalif olma hakkı var, sizce de öyle değil mi?

Bu kavram köken itibarı ile bir şeye karşılık gelmek, bir yere tekabül etmek, bir şeyin açığını kapatmak manasına geliyor. Bu anlamıyla muhalif olmak, muhalefet etmek tabiatımızda olan bir şey ve varlık iddiasında olan insan "ben varım" diyecek. Varlığını ortaya koyarken bir iddia ile ortaya çıkması da kaçınılmaz. Dolayısıyla insanın muhalefet etmesi, bir şeylere karşı çıkması, alışılagelmişin dışına çıkması aslında çok yüce bir şey... "Ben varım" diyor ve bir teklifle geliyor. Mühim olan insanın varlığını anlamlı kılacak olan bir pozisyon ortaya koymasıdır ve bunu saygıyla karşılarız.

Ancak bilhassa ülkemizde muhalif olmak deyince aklımıza katı bir karşıtlık ortaya koymak geliyor sanki… Bir şeylere muhalif olmanın, ret ve itiraz etmenin de bir ölçüsü, bir mantığı olması gerek sanırım. Sizce bu nasıl olmalı?

Bu iki türlü olabilir. Bunlardan biri analitik bir karşı çıkıştır. Bu, razı olduğunuz ve olmadığınız bazı verileri kapsar ve karşı olduğunuz şeyde hoşunuza gidecek, işinize yarayacak şeyler de olabilir. Bir de kategorik bir karşı çıkış var; sırf siz sizsiniz ya da o odur diye yaptığı her şeye karşı çıkmak var. İşte bu kategorik (topyekûn) muhalifliğin hastalıklı bir tarafı da var ve bunun herhangi bir tedavisi yok. Hiçbir analize, hiçbir düşünmeye, hiçbir insani yakınlaşmaya, temasa mahal bırakmayan, muhalif olanı da soyutlayan bir tutum bu. Dolayısıyla kategorik muhaliflik insanlarla ilişkiye mani olmaktır. Demokrasi açısından da sıkıntılıdır çünkü demokrasinin temel özelliklerinden biri "complexio oppositorum" yani zıtların, farklıların bir arada varlığıdır ve bu bakımdan bir tahammül gerektirir. İnsanlar sizin gibi olmak, sizin tekliflerinize uymak zorunda değildir. Herkesin genel kaidelerden sapma, muhalefet etme hakkı vardır. Ancak kategorik muhalif olanlar kabahatli bir duruş ortaya koyuyorlar.

Ülkemizde hâkim olan kategorik muhaliflik yani her şeye kökten muhalif ya da taraftar olmak… Şöyle bir manzara görüyorum: Geniş bir kesim var ve bu kesim yapılan hataların yanı sıra ülkede yapılan iyi ve başarılı işleri de toptan eleştirmeyi, reddetmeyi, itiraz etmeyi huy edinmiş gibi görünüyor? Bu zihniyeti nasıl açıklayabiliriz?

Bunun tek bir sebebi yok; birkaç sebeple açıklanabilir. Bunların en önemlisi İspanyol filozof Ortega y Gasset'in 70 yıl önce söylediğidir: "İnsani mobilizasyon son derece arttı ve kalabalıklaşıyoruz. Her insanın en önemli talebi huzur ve sükûn içinde kalabileceği bir yere sahip olabilmek". Niteliksizlik bu kitleleşmeye mani değil. Böyle olunca insanlar bir "özel olma, kendini farklı hissetme" ihtiyacı içine giriyorlar. Birincisi; "bakın ben farklıyım, ben o sürüden değilim, ben o koyunlardan değilim" diyen bir zihniyet var ama "ben farklı bir koyunum" demek istiyor aslında. İkincisi Türkiye zannedildiği gibi Anadolu halkından müteşekkil değil. Bir yamalı bohça gibi pek çok farklı unsurlardan oluşan bir toplum… Pek çok yerden göç eden muhacirlerden oluşan bir toplum. Ama "misafir misafiri sevmez, ev sahibi ikisini de sevmez" dediklerine uygun bir şekilde sonradan gelenlerin buraya kendilerini kabul ettirmeleri süreci ve akabinde kendisinden sonra gelenleri oraya almama süreci söz konusu çünkü kendine orada bir alan istiyorlar. Üçüncüsü bizim Ortaçağ'dan gelme ekonomik yapımıza göre Türkiye'de bir feodaliteden bahsetmemiz mümkün değil; bizim bir aristokrasimiz yok, burjuva sınıfını ise cumhuriyet biraz oluşturmaya çalıştı. Ne var ki toplum içinde belli kesimler "ben senden üstünüm" diyerek kendilerini sanal birtakım şeylerle üstünleştirmeye çalışıyorlar. "Neden üstünsün?" diye sorsak şöyle diyor mesela: "Ben çok eğitimliyim, üç üniversite okudum (ikisi açık öğretim"). Hal böyle olunca böyle fiktif - sanal şeylerin kutsanması çıkıyor ortaya. Sanal payeler kutsanınca bundan "ben senden üstünüm" iması çıkıyor. Bunun bir tarafıyla aşağılık kompleksiyle alakası vardır. Bir tarafıyla da bir kuşak önce sınıf atlamış olanların "benim sınıfıma başkası çıkmasın, ben burada ayrıcalıklı kalayım" zihniyetiyle alakası vardır. Buradan da karşımıza şöyle bir durum çıkıyor: Bu üstünlük kurgusunu yitirecek her türlü edim sizi rahatsız eder. Kendinizi politik olarak ötelenmiş hissediyorsanız, yeni politik sınıfa ait hissetmiyorsanız bu sizi rahatsız eder. Buradaki teknik-teknolojik gelişmeler sizin mevcut düzeninize, hayat standardınıza, sosyoekonomik durumunuza tehdit gibi gelir. Mesela Kars'ın Digor'undan bir çocuk çıkar, okur, dron icat eder, birden bire para kazanır ve Suadiye'de, Caddebostan'da sizin komşunuz olur. Bu ekonomik durumu da değiştiren bir şey… Türkiye'de son yirmi yıldır yaşanan şey alt sınıfların bu ekonomik dönüşümle orta sınıfın altına doğru eklemlenme hadisesidir. Haliyle bir başka hayat formu çıkıyor ortaya ve siz "aa… bu çarıklılar mı geldi" diyorsunuz. Kısaca söylersek Türkiye'de sanal üstünlüklerini kaybedenlerin huzursuzluğu söz konusu…

Anladığım kadarıyla bu tavrın sınıfsal bir karşılığı da var.

Sınıfsal bir yönü var ama bu da sanal; gerçekten bir sosyoekonomik kökeni olsa bir anlamı olacak ama bu da yok.

Bu tavır, "Buranın asıl sahibi biziz, bahçemizde sizi istemiyoruz" anlamına mı geliyor dersiniz?

Tam olarak böyle. "Ey gelen, gelme! Geldiysen efendi gibi kenarda dur." demek isteniyor. Mesela bir ara "Suriyeliler denize giriyor" diye bir yakınma vardı. Adamlar tabii ki denize girecek dediğinizde "onlar giriyor ama" diyorlardı. Demek istiyorlar ki: "Geldiyse adam gibi kenarda otursun, çocuk da yapmasın, ondan sonra da gitsin!" Kendi vatandaşını da yabancı görüyor. Ona göre o da yabancı. "Buralar dutluktu, ben senden evvel geldim" zihniyeti var. Mesela beş sene önce Bodrum'dan ev alanlar, geçen sene alanlara "Ne işin var, git buradan" gözüyle bakıyorlar. Dolayısıyla burada asıl karşı karşıya olduğumuz şey; insanların kendileri için özel alan, huzur ve üstünlük talebi.

Bu tutumun politik alana nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz?

Politik muhalifliğe gelirsek; bu da kategorik bir üstünlük zannından ve kategorik karşıtlıktan ortaya çıkıyor. Bu politik kategorik karşıtlığın en önemli çıkış noktası bu insanların kendilerine dikensiz gül bahçesi istemeleri. Bunun en önemli sebeplerinden biri insanların devletle olan ekonomik ilişkisi. Bu ilişki bizde devletin ekonomiyi regüle etmesi şeklinde değil. Burada insanlar devletten sürekli iane bekler. Devletten iane bekliyorlar. Maalesef bizim ekonomik kültürümüz böyle şekillenmiş. Bununla herhangi siyasi bir sınıfı kastetmiyorum; bu Türkiye'de genel bir tutum. CHP'nin kitlesi bu bakımdan CHP'ye biraz daha bağlı çünkü kategorik olarak orada ve ilginç bir şekilde laikliği bir kimlik haline getirerek farz-ı misal şöyle diyor: "Çünkü ben bunu bir kimlik, aidiyet olarak tanımlıyorum. Kendime laik diyorum ve burayı terk etmiyorum".

Her şeye rağmen Türkiye'de karşı çıktığı şeylerin olumlu sonuçlarını görse de tavrını değiştirmeyen müzmin bir muhalif kesim var. Bunları böyle her şeye karşı olmaya iten temel motivasyon nedir?

Bu tavır bizde soldan çıkar ve iki sebebe dayanır: Bizim solumuz son derece huzursuzdur ve dünyadaki, solcuların aksine teoriden ziyade dinamik adamlardır. Oturup felsefi bir zemin aramazlar. Batı'da daha ziyade filozof kabul edilen Karl Marks onlar için bir filozof değil, ideologdur. İtiraz ve kavgayla başladılar ve ruhları dinmiyor. Bu yüzden solun iç kavgası da bitmez bizde. İkincisi, Marks, "Alttaki değişim üstü değiştirir" der ama bizde sol tabandan tavana gitmez. Bizdeki sol bir elitler hareketidir. Dolayısıyla elit olmanın birinci şartı dışınızdakileri altınızda görmek ve bunları beğenmemektir. Bu varsayımla yola çıkıyorsunuz ama buradan bir memnuniyet, bir tatmin ortaya çıkar mı? Bu zihniyeti bizde üreten akıl soldur ama kendine her muhalif diyen de kendini solcu görmesin. Burada CHP'yi kastetmiyorum; zira CHP solun çok ötesinde, dışında bir şey.

Şöyle görüyorum; Türkiye bazı girişim, üretim ve stratejileriyle büyük bir özgüven yakaladı ama buna karşılık sanki bir yanda da Batı karşısında geçmişten süregelen bir aşağılık kompleksi söz konusu bazı kesimlerde ve müzmin muhalif çevrelerde.

Buna katılıyorum. Bunun en önemli sebebi Aydınlanmacılığımızın kendisine kıble olarak Fransız sekülarizmini seçmiş olmasıdır. Fransız aklı dünyayı bir piramit olarak tasarlar ve kendisini bu piramitin zirvesinde görür. Ona göre altındaki her şey kendisine yaklaştığı ölçüde biraz medenidir. Kendisini ise dünyanın en eliti olarak görür. Bizim Batılılaşmamızın 19. yüzyılda kendisine model kabul ettiği Fransız aklının dünyaya bakışı "medeni yahut değil" suretindedir. Sömürgecilik de bu "medeni değil, o halde insan sayılmaz" düşüncesi üzerinden hareket etmiştir zaten. Bizim Aydınlanmacılarımız bu bakımdan Fransız tipidir. Bunlar kendilerini Olimpos Dağı'nda görür, bulutların altında kalan hayatı ise hayvanat bahçesi olarak görür. Bizdeki bu muhaliflik de buradan kaynaklanır. Yani "Sen kimsin ki, ne medeniyetin var ki, sen hala yere oturarak yemek yiyen bir adamsın" der. Üstelik bunu kendi toplumuna der. Türkiye'nin genel olarak gelişmesi de bunu değiştirmiyor; bu zihniyet kendi yaşadığı florayla ilgili en ufak bir rahatsızlık hissettiği anda, Türkiye fezaya çıksa, Mars'a koloniler kursa, "Sen burayı medenileştiremedin, ne işin var orada" diyor. Mesela Ak Parti TOGG'u yapıyorsa bunu baltalamaları lazımdır, ne de olsa siyasi olarak bu partinin duruşunu tahkim eden bir şeydir bu.

Peki, Türkiye'nin bir kesimiyle özgüven sıçraması, müzmin muhalif kesimiyle de aynı anda bir aşağılık kompleksi yaşadığını söyleyebilir miyiz?

Maalesef bu aşağılık kompleksi tedavi edilemez bir şey; hedefinizi, kıblenizi değiştirmedikten sonra bu kompleksin bir çaresi yok. Bunun tedavisi hedefinizi değiştirmektir. Çünkü bir başkası olma, Batılılaşma talebi var ve Batılıyı yukarıda görüyor ve onun gibi olmayı tercih etmeyene de "barbar" gözüyle bakıyor. Bir yandan beni denk ve muhatap kabul etmiyor, öte yandan da benimle sürekli bir kavga etme ihtiyacı var; neden mi? Çünkü "efendi" olabilmesi için herkesin bir sanal köleye ihtiyacı vardır.

Bu durumda "köleleri" olarak gördükleri kim oluyor?

Sen, ben, o, biz, siz, onlar, hepimiz. Yani elit olmayan, o sınıfa ait kabul edilememiş, o çevreye dâhil olmamış herkes. Şunu da ilave edeyim; Türkiye'de ırkçılık Doğu'ya doğrudur, Batı'ya doğru değildir. Bir metre batınızı yüceltir, bir metre doğunuzu kötülersiniz.

Eskiden beri "Biz yapamayız, biz edemeyiz, bizden adam olmaz" gibi cümleler duyarız. Bu zihniyeti bazı kesimlerde halen gördüğümüzü düşünüyorum. Buna ne demeli?

Yapılan edilen var ama onu da kabul etmiyor. Bizim kendimizi bir teknik geri kalmışlıkla karşı karşıya görmemizin hikâyesi 17. yüzyıldan başlar. Bu önce askeri bir noktadan çıktı. O tarihlerde Batı'nın geliştirdiği silahların bizimkilerden iyi olduğunu görünce yönümüzü Batı'ya doğru çevirmeye başladık. Batı'dan bu teknolojiyi ithal etmek gibi bir talebimiz oldu. Biz dedik ki;

"Bize teknoloji verin!". Buna mukabil Batı'dan bize ihraç edilen şey teknoloji değil, "medeniyet" oldu. Bizi bu "batak"tan kurtarmaya çalışanlar Batı'dan teknoloji değil, "medeniyet getirmeye çalıştılar. İşte bu da, Batı'ya teknoloji getirmek için gidenlerin Fransa'da karşılaştığı aşağılama ve aşağılık kompleksinin ürettiği bir şey. Bu heykel tutkusu da buradan kaynaklanır. CHP'nin heykelciliğinin temeli budur. "Teknolojiyi boş ver, şuraya bir heykel konduralım" derler. Oysa dikkat ederseniz Türkiye'de "takunyalılar" mühendislik heveslisidir, atılım yaparlar. Demirel, Özal, Erbakan da böyledir ve hep mühendistir bu adamlar. Diğer tarafta ise bir opera hevesi, bir heykel hevesi vs. vardır.

Şu "bizden adam olmaz, biz yapamayız" tavrının özellikle yerli milli proje, icraat ve stratejilere karşı yansımalarını daha sık görüyoruz.

Bana kalırsa bu bir nesil sorunu. "Yerli malı" kötüye tekabül eder zihniyeti bir neslin zihnine mıh gibi kazındı. Kırklasanız da, çamaşır suyuyla yıkasanız da hiç olmadı kokusu kalır onun. İşte bu zihniyet kaldı. Fakat yeni nesiller öyle değil; artık çok daha özgüvenli bir nesil geliyor aşağıdan. Burada yıkılan şey bir hegemonyadır. Hegemonyanın en kaba tarifi - Gramsci'ye göre - altta kalanın altta kalmışlığına rıza göstermesidir, bile isteye altta kalmasıdır. İşte bu yıkılıyor.

Ülke adına olumlu da olsa her şeye damardan muhalif olan bu tavra baktığınızda bunu "kullanışlı muhaliflik" olarak değerlendirmek, yani dış devlet ya da güçlerin ekmeğine yağ sürmek olarak değerlendirmek de mümkün mü acaba?

Tabii ki böyle bir şey de var. Siyasal muhalefetten toplumsal bir karşı çıkışı üretmek ve bunun akabinde aslında sandıkta değişmeyecek bir karşıtlığı üretmek gibi bir zihniyeti doğuruyor. İcabında bunu mandacılık ya da başka bir sureti olarak düşünebilirsiniz. "Efendiler" kendilerine "köle" arar diye az önce çizdiğimiz tabloya göre, eğer burada sömürge valisi olmak efendi olmaktan daha kolaysa, bu zihniyet sömürge valisi olmayı tercih eder ve bir distribütöre dönüşür. Bunun da finansmanını, maddi manevi yükünü başka yerlere yıkar ve bunu onların hizmetine sunar. Neticede öncelikle kendi çıkarı, kendi konforu gelir.

Sanırım siyasal iktidarın yaptığı her şeye kafadan karşıt olmanın ya da öyle görünmenin sağladığı bir konfor alanı var.

Bu konfor alanı dünyanın her yerinde var. Ama her şeyden önce Türkiye'de gerçekten iddia edildiği gibi baskıcı bir idare yok. Mesela kendisine muhalif sanatçı diyenler üçkağıtçılık yapıyor. Muhalif sanatçı Ahmet Kaya gibi olur; bunun karşılığında bir bedel öder. Şunu da belirtelim; iç ve dış ayrımı o kadar güçlü değil. Şu anda Türkiye'nin siyasal iktidarı dahi uluslararası sistemin zencisi olarak görülüyor. Şu an muhalif olan Erdoğan. Birincisi, bunlar gerçekten muhalif falan değil. İkincisi bu kılıfla sözde ahlaki üstünlüğü ele geçiriyor. "Kimsenin çanağını yalamıyoruz" diyor ama birtakım çanaklar yalanmadan o konfor sağlanmaz, beni inandıramazlar buna. Hizmet ettiği odaklar ile memleket arasındaki mesafe bazı şeylerin görülmesini engelliyor; muhalif olarak Türkiye'deki her şeyi eleştiriyorsunuz ama hiçbir yük yok omuzunuzda, son derece rahatsınız. İç ve dış sistem ile alakalı tasavvurlarımız burada kendilerini muhalif ilan edenlerin gerçekten muhalif olduklarını zannetmemize yol açıyor. Oysa onlar sistemin yandaşları; gerçekte muhalif olan hala biziz. Ve bu hegemonya ve bu zincirler kırılana ve bir nesil sonra Türkiye'de zihinler dönüşene kadar biz hep muhalif kalacağız.

Genelde iyi ya da kötü her icraata karşı çıkmayı vazife edinenlerin kendini "laik-kemalist-ulusalcı-çağdaş" olarak nitelendirenlerden çıktığını görüyoruz. Siz bu kesimlerin bu "muhalif psikolojisini" ve sosyolojisini nasıl değerlendiriyorsunuz.

Bu kendini güvende hissetmekle ilgili bir şey; bu bir grup psikolojisi… Toptan muhaliflik de buradan çıkıyor zaten; bu gruptan dışlanmamak için bazen de analitik bir çıkarım yapmak yerine daha güvenli bir psikolojiye yelken açıyor ve oradan üretilen ilk argümana sarılıyorlar. Mesela, TOGG açıklanırken, böyle tavşan gibi kenardan baktılar ve birisi çıkıp buna karşı bir argüman üretsin de buna sarılalım diye beklediler. Oysa o gruptan ayrılmak, işte onurlu olan ve muhalif olan odur. Yalnız kalan, ferden ferda olanlara selam olsun ama grup psikolojisine sahip olanlar kendini güvenli alanda tutabilmek için sürekli olarak oradan fareli köyün kavalcısının kavalının sesini bekliyorlar çünkü o kavalın sesine göre hareket edecekler.

İçlerinden yapılan icraatın hakkını verenler çıktığı zaman onların da kendi cenahları tarafından linçe uğradığına şahit oluyoruz. Bu nasıl bir kafa yapısıdır?

Orada tunçtan bir duvar tesis edilmek isteniyor. Oradan çekilecek bir tuğla bütün duvarı çökertebileceği için, bir muhalif yapılan icraatı onayladığı zaman, "aman elleme; her şey kötü, her şey kaka" deniliyor. Muhaliflikle talep edilen güvenlik ve huzuru rahatsız edecek her türlü çatlak ses onlar için telin edilesidir. Yani "Eğer burada olacaksan etinle kemiğinle dilinle damağınla dimağınla olacaksın" deniliyor.

Türkiye'deki siyaset sahnesi açısından bakarsak siz siyasi muhalefetin ve iktidarın muhalefet tarzını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İktidar muhalefetini uluslararası düzlemde yapıyor. Bu düzlemde Erdoğan arenanın merkez aktörü değil, çevre aktörü ve son derece atik ve enerjik. Türkiye'deki muhalefet ise bu anlamda çevre aktörü değil; muhalif dediğiniz merkezin değil çevrenin aktörü olmalıdır. "Sistem bana biat etsin, bürokrasinin belli yerlerine ben hâkim olayım" talebiyle muhaliflik olmaz. O yüzden yüz yıl geçse de CHP muhalif olamaz. Seçim kazanamıyor demek muhalif demek değildir. Muhalif değil, sadece seçim kazanamıyor. O "Altılı Masa"da muhalif olan hiç kimse yok ki. Onların birisi başbakan biri içişleri bakanı, biri ekonomi bakanı vs… Muhalif olan HDP'dir. Bu bakımdan seçim kazanamamayla muhalefeti birbirinden ayırmak lazım… Seçim kazanacak becerisi yok; Kemal Bey'e bakıyorsun öyle bir ışıltısı da yok. Ayrım burada.

BİZE ULAŞIN