Muhammed Uyar: “GLEICHSCHALTUNG” (HİZAYA GETİRME) VE 59. ANTALYA ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ

“GLEICHSCHALTUNG” HİZAYA GETİRME VE 59. ANTALYA ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ
Giriş Tarihi: 1.12.2022 11:06 Son Güncelleme: 1.12.2022 11:12
Türkiye’nin içinden geçtiği bu dönemde kültürün ve sanatın hâkimiyetini elinde tutanların hem toplumu hem de kendi cemiyetlerinde yer almak isteyenleri bir “Gleichschaltung”a (hizaya getirme) tabi tuttuklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

Byung Chul Han, Şeffaflık Toplumu kitabında "şeffaflığı" toplumsal süreçlerin tümünü kapsayan ve onları köklü bir değişikliğe uğratan sistemik bir zorlama olarak tanımlar. Devamında ise "Bu sistemik zorlama 'şeffaflık toplumu'nu hizaya getirilmiş bir toplum haline getirir. Totaliter yanı da buradadır: "Hizaya getirmenin (Gleichschaltung) yeni adı: Şeffaflık" diyerek konuyu bağlar.

Burada bir kavrama daha dikkatinizi çekmek istiyorum: "Mahremiyet-sonrası" (post-privacy). Kavram 2009 yılında ortaya atılmıştır. Sosyal ağların getirdiği şeffaflıktan geri dönüşün olmadığını ve insanların kendini bu yeni duruma uydurması gerektiğini savunan bu düşünce bizlerden kişisel alanımızı tamamıyla elden çıkarmamızı talep eder. Böylece tamamıyla şeffaflaşacak ve hiçbir "mahrem"imiz kalmayacaktır.

Gelelim asıl meselemize: Şeffaflık ve sanatsal zorbalık. Bu meselenin gün yüzüne çıktığı ve günümüzde etkili bir şekilde hissedildiği alanların başında sinema geliyor. En genç sanat dalı diyebileceğimiz sinemanın ve diğer görsel sanatların icracıları şeffaflığın sistematik zorlamasına en çok maruz bırakılan ve devamında bunu bir yaşam stiline dönüştüren kişiler olarak karşımıza çıkıyor.

Dijital çağın her şeyi hızlı bir şekilde görünür kılmasının bir yansıması olarak (bireysel, kitlesel, toplumsal veya evrensel fark etmeksizin) bütün olayların tek bir doğrusu varmış gibi yaşanması gerekiyor. Bu dijital rüzgâr zaman zaman doğru yönden estiğinde işe yarar gibi görünse de dijital dünya bir "yanlış bilgi ve yargı" çöplüğüne dönmüş durumdadır. Öyle ki Twitter'da ortaya çıkan yanlış bilgilerin doğrularını tespit ve teyit etmek için kurulan hesapların bile deforme edildiği bir çağda yaşıyoruz.

Buna rağmen, bütün bu olaylar silsilesini bir kenara bırakan ve sadece sanki "aynı"ymış gibi hareket etmek zorunda bırakılan bir sanat camiası ile karşı karşıyayız. Bir doğal afetten tutun, cinsel istismar veya şiddet olayına kadar yaşanan herhangi bir basit olayda bile neredeyse bütün "mavi tik"li ünlülerin benzer (başkası tarafından hazırlanmış) içerikleri paylaştıklarını görebilirsiniz. Bu basit bir mesele değildir. Bu zaman içerisinde sanatsal zorbalıkla öğretilmiş bir çaresizliktir. "Bizim gibi" olmazsan dışlanırsın, bize benzemezsen iyi yerlere gelemezsin demenin dijital yolu böyledir.

Festivalde "muhaliflik beyanı"

59. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde yaşananları gördükçe zihnimde dönenler aşağı yukarı bunlardı. Zira sahneye çıkan her "özgür iradeli sanatçı" ezberletilmiş bir cümleyi tekrar ediyordu: "Çiğdem Mater, Mine Özerden ve Osman Kavala'ya Özgürlük". Böylece salondan alkışını alıyor ve görevini tamamlamış olmanın huzuruyla sahneden iniyordu. Benim izlediğim filmlerin neredeyse (yanılmıyorsam sadece biri hariç) tamamında bu "tiyatro" sahnelendi. Basın toplantılarında da benzer açıklamalar devam etti.

Festival programı açıklanır açıklanmaz neredeyse herkesin hemfikir olduğu bir konu vardı: "Emin Alper'in yönetmenliğini üstlendiği Kurak Günler filmi festivalden bolca ödülle döner." Nitekim festivalin jürisi bu beklentileri boşa çıkarmadı ve Kurak Günler festivalden 9 ödülle döndü. En İyi Yönetmen ödülünü de kazanan Emin Alper sahneyi geçen yıl olduğu gibi bu yıl da sanat için değil politika için kullanmayı tercih etti. Boğaziçi Üniversitesi'nden Gezi Parkı olaylarına kadar eteğindeki bütün taşları döktü.

Bu durum sadece Emin Alper'le sınırlı değildi tabii ki, festivalin gösterimlerinde olduğu gibi yine sahneye çıkan herkes "muhaliflik" beyanını sundu. Gecenin sürprizini ise jürinin (muhtemelen bölünerek) En İyi Film Ödülü'nü verdiği Karanlık Gece filminin yönetmeni Özcan Alper yaptı. Alper konuşmasında "… bu mesele sadece son 10 yılın sorunu değil. Bazı şeyler hep yanlış yapıldı. Sadece bazılarını suçlayarak ve ötekileştirerek değil, biraz kendimizin de suçlu olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Bu toplumun artık bunu kaldırabileceğini düşünüyorum. Kimseyi ötekileştirmeden ama herkes için adalet istememiz gerekiyor. Sadece bir grup için değil. Biz bu filmi yazarken Murat'la sanırım en çok bu meseleler üzerine -ama sadece Türkiye'nin Son 10 yılı değil cumhuriyetin son 100 yılı- üzerine düşündük konuştuk. Önümüzdeki 100 yılda gerçekten bu ülkede yaşayan herkesin kendini içinde bulduğu bir cumhuriyet olmasını diliyorum." diyerek festivalin tek sesliliğini kırmış oldu. Peki, bu konuşma Özcan Alper'in muhalifliğine halel getirdi mi? Hayır. Onu daha değersiz bir yönetmen yaptı mı? Hayır. Aksine toplumun daha geniş bir kesimini onu ve sanatını anlamaya davet etmiş oldu.

Siyaset sanatı gölgede bırakınca

Geçen yıl 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin ardından Sinefesto'da "Gelin Biraz Dertleşelim…" başlığıyla bir yazı yazmıştım. O yazının bir bölümünde "İnsanların siyasi görüşleri olabilir. İnsanlar kendi siyasi görüşlerine göre eserler de üretebilir. Ama bu siyaset herhangi bir sanatsal faaliyeti gölgede bırakacak kadar ön plana çıkıyorsa orada bir sıkıntı var demektir. Nitekim son yıllarda özellikle Adana ve Antalya Film Festivalleri'nde sahneye ödül almak veya ödül takdim etmek için çıkan sanatçılar bu durumu bir fırsat belleyip sanatlarını konuşmayı değil de siyasi görüşlerini deklare etmeyi tercih ediyorlar. Hal böyle olunca da festivallerin ardından gündem olan konular filmler, oyunculuklar, yönetmenlikler değil de siyasi tartışmalar veya magazin olayları oluyor." demiştim. Görünen o ki bu yakada değişen hiçbir şey yok.

Festivalin son günlerinde bir söyleşi gerçekleştiren ünlü oyuncu Metin Akpınar ise içindekileri belki de hiç ölçüp tartmadan, yaşından başından utanmadan dile getiren kişi oldu. Seçimlerde iktidara oy veren halkı aşağılayan Akpınar: "Seküler, laik, pozitivist, Kemalistsinizdir, ne mutlu, ama bir de karşı taraf var. Unutmayın ki adam yüzde 51 oy alıyor. Bugün Türkiye cahil bir ülkedir. O yüzden onlar (Erdoğan'ı) seçebiliyorlar, niye, çünkü (onu seçenlerin) ortalama eğitim seviyesi ilkokul beş..." dedi.

Yazımızın başında sistemik bir zorlamadan bahsetmiştik değil mi? Akpınar'ın konuşması ne anlama geliyor peki? Cevap belli: Seküler, laik, pozitivist ve Kemalist olmazsanız Erdoğan'a oy verirsiniz ve bu da eğitim seviyenizin ilkokul beş olduğunu gösterir. Bu gerçekten bir zorbalıktır. Bunu alkışlamak da öyle. Aslında bu konuşma günümüz sanat camiasının geldiği yozlaşma seviyesini göstermesi açısından çok önemli. Tabii ki istisnalar yok değil. Sanatın doğası gereği muhaliflere de muhalefet edenler mutlaka var ve olmaya devam edecekler. Lakin tek tipleşmiş, halktan uzaklaşmış, kendi fildişi kulelerinden topluma kibirle bakan bu çürümüş, kokuşmuş zihniyetin daha ne kadar varlığını devam ettireceğini düşünmek bile istemiyor insan.

Türk sinemasının "taşra" ile problemi

Üzücü olan bir diğer nokta ise bu durumun birebir yansımasının filmlerde de ortaya çıkması. Türk sinemasının taşrayla ve Anadolu insanıyla büyük bir problemi var. Birbirine benzer taşra filmlerinin neredeyse tamamında köyüne dönen bir karakterin geçmişi ile veya ataerkil düzenle hesaplaşması üzerine oluşturulan hikâye kurgusu var. Bu kurgunun içerisinde köylü hep zalimden yana olan, haksızlık karşısında susan, cahil ve eğitimsiz olarak resmediliyor. "Okumuş bir köylü" ise "iktidar"ı desteklemesi halinde yine bu sıfatlara sahip olmaktan kurtulamıyor.

Nitekim Kurak Günler filminde Yanıklar Kasabası'na tayin olan Savcı Emre'nin zaman içerisinde en yakın arkadaşı ve kurtarıcısı muhalif gazeteci Murat oluyor. Belediye başkanının oğlu ise avukat olmasına rağmen bizim "kötü" karakterimiz olmaktan kurtulamıyor. Bir tecavüz davasının ortasında kalan Savcı Emre'yi gazeteci Murat'ın ifadeleri kurtarıyor. Başkanlık seçimini yeniden kazanan belediye başkanının oğlu ise köylüyü, savcı ve gazeteciye karşı kışkırtıyor ve bir linç operasyonu başlıyor.

Filmin sonunda ise savcıyı ve gazeteciyi diğerleri ile aralarında bir uçurum varken görüyoruz. Bu kısım aslında filmin mesajını en açık gördüğümüz yer diyebiliriz. Gelelim film ile ilgili bazı ince detaylara. Filmde gazeteci rolündeki karakterin çocukluğunda kasabadakiler tarafından cinsel istismara uğradığına dair bilgiler veriliyor. Bu istismarlar nedeniyle Murat'ın gey olduğu vurgusu yapılıyor. Dolaylı yoldan savcının da böyle bir cinsel tercihe sahip olduğu söyleniyor. İşin ilginç tarafı çocukluğunda istismar edilen bir karakterin bu durumunun filmde yerilmek yerine tam tersi olarak bir kurtarıcılık vesilesi gibi gösterilmesi.

Kendi çalıp kendi oynayanların festivalleri

Festivalin ulusal yarışma kategorisinde yer alan Kaan Müjdeci'nin yönettiği Iguana Tokyo filminde ise bir başka skandallar silsilesi yaşanıyordu. Filmin başrol oyuncularından biri olan küçük kız çocuğu annesi ile öpüşüyor, sanal gerçeklik oyununda olsa da görüntülerde açıkça gösterilerek anne ve babasına şiddet uygulatılıyor. Filmde yine hayvana şiddet olarak değerlendirebileceğimiz sahnelerin de olduğunu belirtelim.

Bütün bunları neden anlattığımıza gelince, bütün bu eserlere imza atan yönetmenlerin veya diğer kişilerin yüzüne hiç kimse bu soruları sormuyor. Bir vurdumduymazlık hali almış başını gidiyor. Türkiye, kendi çalıp kendi oynayan, "aynılık cehennemi"nde kavrulanların yarıştığı festivallerin ülkesi olma yolunda ilerliyor. Kendisi gibi olmayanları dışlayan, benim gibi olursan seni taltif ederim diyen bir kültür hegemonyasının ne kendine ne ülke sinemasına faydası olmayacağı kesin.

* Yazımızın başlığında yer alan Gleichschaltung (Glayhşaltung diye okunuyor) ifadesi "Nazi Almanyası'nda toplumu nasyonal sosyalist düşünceye uygun olarak yeniden örgütleme (hizaya getirme) girişimi" olarak tanımlanmıştır.

BİZE ULAŞIN