Ekrem Demirli: ELEŞTİRİ VE MÜŞKÜLPESENTLİK: MÜSLÜMAN TOPLUMDA DÜŞÜNCE HAYATI VE ELEŞTİRİ

ELEŞTİRİ VE MÜŞKÜLPESENTLİK: MÜSLÜMAN TOPLUMDA DÜŞÜNCE HAYATI VE ELEŞTİRİ
Giriş Tarihi: 19.12.2022 11:39 Son Güncelleme: 19.12.2022 11:39

Eleştiri herhangi bir ürünün veya düşüncenin iyiliğini izhar etmek üzere yapılır veya yapılmalıdır. "Eleştiri bir sevgiden doğmalıdır" derken George Steiner bunu kast etmiş olmalıdır. Steiner bunu "doğmalıdır" diye temenni tarzında söylese bile, kanaatimce -yazarın niyetinden bağımsız bir şekilde- her eleştirinin neticesi böyle bir katkı olacaktır. Binaenaleyh eleştirilen şey, ya doğrudan veya dolaylı olarak eleştiri tarafından yüceltilir, öne çıkartılır ve bilinir kılınır, etkisinin geniş alanlara yayılmasını temin eder. Kişinin niyetini dikkate alarak eleştiriyi olumlu veya olumsuz/yapıcı veya yıkıcı diye tasnif etmek, eleştirinin mahiyetini göz ardı etmekten doğan duygusal bir tepki ve peşin hükümlü olmaktır. Büyük eser veya düşünür, eleştirinin sonuçta katkı sağladığı şey veya kişidir. Bu nedenle eleştiride niyet değil, yöntem ve sistematik tutarlılık sorgulanabilir.


Eleştirmek hakikati sevmekten doğar ve bu sevgi eleştiri sürecini şekillendirir. İnsanın düşünme faaliyetleri "hikmeti-sevmek" tabirinde derlenecek olursa, bunun özünü eleştirmek, itiraz etmek, reddetmek teşkil eder. Bu sevgiyi ve talebi belirleyen daha derin bir saik ise hali hazırda gerçekleşen karşısında insanı sürekli mutsuz kılan müşkülpesentliktir. Bir siyaset bilimci kendisinin de mensup olduğu inancın karakteristik özelliğini beyan sadedinde "Yahudi olmak müşkülpesent olmak demektir, gerçek bir Yahudi mutlaka müşkülpesenttir" demiş, Yahudilerin dünyaya katkısının "müşkülpesentlik" halini öğretmek olduğunu söylemişti. Tespitin doğru olduğu bellidir lakin eksiktir: Eksik olan kısmı müşkülpesentliğin sınıfsal bir imtiyaz sayılmasıdır. Her insan vakıa ile tahayyül ettiği arasında çelişki bulunduğunu fark eder, bize sunulanın aslında tam olarak istediğimiz olmadığını hisseder, kısa zamanda en yeni olandan dahi bıkkınlık yaşar, yenisini aramaya koyuluruz. Her birimiz müşkülpesentiz çünkü çıtamız çok yüksek, müşkülpesentiz çünkü en iyiyi ve en güzeli ideal halinde görmüş iken dünyaya geldik. Büyük düşünür Feridüddin Attar böyle düşünür. Öyleyse eleştirmek bu halin bir neticesi olmalıdır.


Hal böyleyken eleştirileri yapıcı veya yıkıcı diye niçin niteleriz? Herhalde o da müşkülpesent olmamızdandır. Eleştirinin "emeksiz" bir şekilde amacına ulaşmasını istemediğimiz için, yani eleştiriyi beğenmediğimiz için onu duygusal bir tepkiyle değersizleştirmek isteriz. Bu nedenle eleştiriye menfi-müspet veya başka nitelemelerle yaklaşır, onun sahiciliğini tecrübe etmek, eleştirinin eleştiri karşısındaki sübutunu görmek isteriz. Her şeye rağmen eleştirileri yapıcı veya yıkıcı eleştiri diye tasnif etmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Eleştiriye sadece doğru olup olmadığı yönünden bakmak gerekir. Bir eleştiri takip ettiği yöntem bakımından sorgulanır, vardığı sonuçlar ile yöntem arasındaki ilişki teşhir edilir, en nihayetinde eleştirinin tıpkı eleştirdiği ürün gibi malul kalabileceği durumlar tespit edilir. Bütün düşünce tarihi bir eleştiri tarihidir. Aristoteles "Platon'u severiz, fakat hakikati daha çok…" derken eleştirinin zihnin hakikate karşı ödevi olduğunu anlattı.

Çağdaş İslam dünyasında düşünce ve eleştirel yoksunluk

Eleştiri ile bilim-düşünce arasındaki ilişki bir sebep sonuç ilişkisidir. Çağdaş İslam toplumunda bilim ve düşünce hayatı gelişmiş değildir çünkü eleştiri yok veya eleştiri yok, düşünce ve bilim gelişmiyor. Her ikisi de doğru hükümlerdir. Eleştiri yok ise ne vardır? Eleştiri olmadığında onun nedeni olabilecek müşkülpesentlik ortadan kalkmıyor, beğenmeme durumu değişmiyor, sistematik eleştirinin yerini mutsuzluk, anlamsız tepkiler ve duygusal kırılmalar ve sonuçta da kopuşlar alıyor. En kötüsü ise bütün bu duygusallıkların "eleştiri" ve "muhalif" tutum gibi telakki ediliyor olmasıdır. Bu da başka bir sorundur. Yaklaşık birkaç asırdır İslam toplumunda görülen aydın hareketlerindeki en ciddi açmaz, duygusallık ile eleştirel yaklaşımın birbirine karıştırılmasıdır.

Çağdaş Müslüman toplumlarda yaklaşık birkaç asra ulaşan modernleşme süreci toplumsal buhranların etkisi altında şekillendi. Bu nedenle aydınlar, güncel sorunların çetin baskısı altında düşünmekten ziyade "feryat" ettiler, eleştirmekten ziyade itham veya savunma yolunu seçtiler. Günümüzdeki durum elbette ki bir asır öncesine göre daha iyi bir noktadadır fakat yine de işin temelli bir şekilde değiştiğini söylemek mümkün değildir. Bilhassa modernleşmenin baskısı arttıkça geçmiş mirasa yönelik duygusal tepkiler ve kırılmalar şiddetli bir hal almayı sürdürüyor.

Bu patolojik durumun neticesinde, Müslüman aydınlar mirasları hakkında artık bir umut taşımıyorlar. Bu mirasın kurucu unsurlarından birisini teşkil eden din ile ilişkilerinde ise mesafeli bir yaklaşımı benimseyerek dinin belirli konularının dışında zihni inşa edebileceğine tereddütle yaklaşıyorlar. Bu tereddüdün haklı yanı dini düşüncenin kurucularının sürekli geçmiş dönemde kalan isimler olmasıdır. Hiç kuşkusuz tarih insan zihnini kuramaz, tarihte kalan bir şey, en çok yaşayan zihnin kullanabileceği bir malzeme olabilir ve bunun ötesine geçemez. Bununla birlikte Müslüman aydınlarda farklı bir durum söz konusudur: Dinin basitçe bir ahlak şeklinde telakki edilmesi dinin toplumla ve yaşanan hayat ile ciddi bir ilişki kurmasına imkân bırakmıyor.

Tarih eleştirisinin yanlış yapılması

Mirasa güvensizliğin ortaya çıkmasındaki yanılgılardan birisi, Müslüman toplumlarda bir tarih eleştirisinin yapılmamış veya tarihin esastan yanlış yorumlanmış olmasıdır. İslam'ın tarihin belirli bir evresinde toplumun hemen her kesiminde etkileri görülen başarılar sağladığı ve terakkinin yönlendirici unsuru olduğu doğrudur. Bununla birlikte burada dinin etkisi nedir, bu soruyu sormak zaruridir. Müslüman aydınlar İslam toplumlarında ortaya çıkan başarılar ile dinin ilişkisini yanlış kurguladıkları için daha sonra maruz kalınan inkırazın sebeplerini sürekli yanlış tahlil ettiler.

İslam'ın tarih sahnesine çıktığı sekizinci asırdan itibaren dünya tarihinde eşi görülmemiş bir değişim yaşandı. Her şeyden önce İslam tarihte ciddi bir özne olarak yer almayan zümrelerin tarihin kurucu özneleri haline getirmiş olmakla medeniyetin gelişmesine katkı sağlamış oldu. "Arap aklı" denilebilecek pratik ve fırsatçı kabiliyet ile Müslümanlar kısa zamanda İran, Irak, Mısır vb. bölgeleri ele geçirdiler, buralardaki temeddünün gelişmesine önemli bir katkı sağladılar. Daha sonra Türklerin de bu sürecin parçası olmasıyla birlikte İslam ilerleyişini sürdürdü. Bu yayılma sürecinde ticaret merkezleri İslam dünyasının elinde kaldı, yaklaşık olarak dünyada üretimin merkezi İslam dünyası oldu. Bununla beraber bütün bu süreçte İslam'ın toplumsal değişimde ve gelişmelerde yegâne aktör olduğunu söylemek yanıltıcıdır.

Müslüman aydınlar, bu süreçte ortaya çıkan temeddün ve ilerlemenin yegâne aktörünün din olduğunu düşünerek din ile kalkınma, din ile zenginleşme, din ile bilim arasında zorunlu bağ öngördüler. "Gerçek bir din temeddün demektir" veya "Dindarlaşmak bilgili olmaktır" gibi ana iddialarla özetlenebilecek bu yaklaşım, büsbütün yanlış bir tarih okumasından ibaretti. Binaenaleyh aydınlar, İslam toplumunun bu erken evresindeki gelişmenin nedenlerini tespit edebilecek bilgi donanımına sahip olmadıkları kadar bir tarih eleştirisi yapabilecek sistematik yöntemden de haberdar değillerdi. Onlar vakıaya bakıyor, buradan hareketle tespit yaptıklarını düşünüyor, dini gelişmenin sebebi sayıyorlardı.

Hâlbuki sormaları gereken soru şuydu: İslam toplumlarında ortaya çıkan gelişme dinin sağladığı bir terakki miydi, yoksa dinin sağladığı barış ortamında toplumun bazen dine rağmen ortaya koyduğu daha karmaşık bir sürecin başarısı mıydı? Sorunun cevabını bulmak hiçbir zaman mümkün olmadı. Ernest Renan din ile bilim arasındaki karşıtlığı dikkate alarak İslam'ın bilimi engellediğini ileri sürdüğünde, ciddi tepki ortaya çıkmış, hâlihazırda devam eden birçok tartışma buradan neşet etmişti. Renan'ın iddiası açıktı: Din, özü gereği bilim gibi meselelere yaklaşmaz ve bilimin istediği doğrultuda hareket etmemize imkân vermez. Müslüman aydınlar bunu reddederken İslam'ın bilim dini ve akıl dini olduğunu iddia etmişlerdi.

Din "bilim üretebilecek" bir yorum kazanmayınca

Meselenin ayrıntısı bir yana, modernleşmeyle birlikte aydınların İslami düşünce üzerindeki en ciddi hayal kırıklıkları bu tartışmalarda tebellür etti. Aydınlardaki hâkim yaklaşım, doğru yorumlanmış bir dinin gelişmenin sebebi haline gelebileceğiydi. Fakat gelişmenin ve terakkinin mahiyetinden tereddüt de yoktu: İslam doğru anlaşılsa idi, yaklaşık olarak Batı'da ortaya çıkan teknik, endüstrileşme ve demokrasi İslam toplumunda ortaya çıkacaktı. Bu itibarla modern ve endüstrileşmiş Batı, fırsatı kaçırmış İslam toplumunun yerini almıştı. Bu anlayışa göre sorun din değil, dinin yanlış anlaşılması idi. Böyle bir iddianın delili yoktu fakat sonuçları çok ağır oldu: Bu düşünce o kadar güçlü bir şekilde işlenmiştir ki hâlihazırda dahi Müslüman toplumda en güçlü düşünce budur.

Böyle bir iddia ile dine yaklaşmak, en basit anlatımıyla, tarih boyunca bütün dindarları günahkâr ilan etmek demekti. Çünkü Müslümanlar, sadece geri kalmak suçu işlemiş değillerdir, aynı zamanda dinlerini de yanlış anlayarak dinlerine karşı da suç işlemişlerdir. Öte yandan uzun yıllardan beri dinin "bilim üretebilecek" bir yorum da kazanmayınca dindarlar günahkâr kalmaya devam etmektedir (!). Çözümsüzlük zaman içinde beklentinin istikametini değiştirmiş, insanlar dinden beklemek yerine, dikkatlerini öteki dünyaya vermeye başladılar. Bu sorunu 'dinden umudun kesilmesi' olarak ifade etmek mümkündür. Bu yaklaşımın bir sonucu ise dini pasif bir ahlak şeklinde düşünme eğilimidir. Ahlak derken filozofların dile getirdiği üzere zihni şekillendiren ve düşünme tarzımızı değiştiren bir ahlak değil, duygusal ve sübjektif anlamda bir ahlak olarak görülmüştür din. İşin bu noktasında din ile hayat, din ile zihin arasındaki irtibat zayıflamış oldu.

Eleştiriye hakkını teslim etmek

Meselenin ikinci kısmı ise yaşayan topluma yönelik ölçüsüz tepkilerdir. Bunları da bir eleştiri olarak değil, daha çok kırılma ve kopma şeklinde düşünmek mümkündür. Bu meyanda hemen her aydın iyi örnekleri eski devirleden getirir, İslam toplumunda günümüz için geçerli örnek ve insan bulmada güçlük çeker. Biz iyi insandan söz ederken Yunus'ta kaldığımız, evrensel ahlaktan söz ederken Mevlana'dan beri gelemediğimiz sürece veya bütün iyiler ölmüş ise o zaman yaşayan toplum ile sahih ilişki kurmak mümkün olmayacaktır. Bunun neticesinde ise yaşanan hayata yönelik insafsız tepki gösteren aydınlar bazen geçmişi yaşanan hayatın aleyhine yorumlama eğiliminde hareket etmişlerdir. Özellikle Mehmet Akif, Muhammed İkbal, hatta Necip Fazıl'da bu duygusal yaklaşımların izleri sıkça görülür. Bu tepkilerin sürekli işlenmiş olması Müslüman aydınların toplumlarına olan saygılarını tezyif etmiş görünmektedir. Yaşayan toplum ile ilişki kurmada başarısız kalan bir aydının tarih ile bu açığı kapatması ise söz konusu olmayacaktır.

Bu meyanda üçüncü bir nokta ise Müslüman aydınların yaşadıkları şehirlere yabancılaşmaları ve şehre saygılarını yitirmiş olmalarıdır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi bu şehirlerin modern döneme taşınabilecek bir değer üretmemiş olmalarıdır. Daha doğrusu böyle kabul edilmiş olmalarıdır. Bağdat, Şam, Kahire, Re'y, İsfahan, Buhara gibi şehirler veya Hindistan, Endülüs gibi bilgi ve kültür merkezleri sadece bir hatıra olarak anılır oldu. Bunun nedeni de kısmen bu duygusal tepkilerin yol açtığı kopmalar olmalıdır.

Öyle görünüyor ki Müslüman toplumun önce bir sakinleşmeye, aklın analitik gücünü tezyif eden duygusallıktan arınmaya ve güncel sorunların etkisinden uzaklaşmaya ihtiyacı vardır. Bu duygusallıklardan arındıkça eleştirinin kendisinin bir düşünme faaliyeti olduğunu keşfederek eleştiriye hakkını teslim edeceğiz. Bileceğiz ki eleştiri yok ise düşünme yoktur. Düşünmek eleştirmek, duyuların bize gösterdiğini tahlil ederek hakikati daha farklı bir yerde ve formda arama cesareti demektir.

BİZE ULAŞIN