Sibel Eraslan: CİNSİYETSİZ TOPLUM İDEOLOJİSİ İNSANSIZLAŞMA FELAKETİNİN ÇANLARINI ÇALIYOR

CİNSİYETSİZ TOPLUM İDEOLOJİSİ İNSANSIZLAŞMA FELAKETİNİN ÇANLARINI ÇALIYOR
Giriş Tarihi: 21.11.2022 10:48 Son Güncelleme: 21.11.2022 10:56
Toplumsal cinsiyet eşitliği sorgulaması adı altında güya eşitlik sorgulaması yaparken, cinsiyeti sorgulamak, doğal olanı ret ve imha etmek aşamaları hızla tüketildi. Artık feminizmin ön koşulu, cinsiyetsizlik veya transseksüalizm haline geldi.

İnsan zihni boş, bembeyaz bir levhaya benzer diyordu ilk liberaller. "Tabula rasa" olarak adlandırdıkları ön kabule göre; insan zihninde doğuştan hiçbir fikir, eğilim, kültürel etki yoktur. Ve bu kavram, özgürleşmenin anahtarıdır... Tabula rasa ne kadar güçlü bir hayalet ise, belki ondan daha zayıf ama onun karşısında sıkı durduğu da gayet belli ''ontoloji'' terimi ise; ihtiyar bir şeytan kovucudur...

Ontolojiye atıf yapan herkes bir parça suçludur aydınlanmış Batı'da. Ama bunlar hızla unutulmaya terkedilen karşıtlıklardandır, günümüzden bakınca... Varlık ve varoluş arasındaki o gerilimli tartışma zemini bile çok geride kalmış gibidir; Fransız Devrimiyle gökyüzüne hapsedilen Tanrı'dan sonra, sıra insanı da tahtından indirmeye gelmiştir çünkü... Hümanizmin delik deşik edildiği yeni bir zaman tünelindeyiz.

Ama hala bazı kelimeler var defterlerimizde; doğuştan gelen diye düşündüklerimiz, olağan bulduğumuz, doğallığına söz birliği edeceğimiz, hatta fıtri, yaradışsal diyeceğimiz şeyler var.

Nedir doğuştan gelen? Nedir doğal dediğimiz şeyin özü? Doğuştan gelen kavramını kabul ettiğimiz zaman, ister istemez seçimlik olmayan bir şeye atıf yaparız; kaderdir bu. Dolayısıyla doğuştan gelene vurgu yapan bir kişinin, aynı zamanda bir Yaratıcıya inandığını da pek ala düşünebiliriz...

Bugünün ''toplumsal cinsiyet" tartışmalarında bizi en ziyadesiyle sarsması gereken mihenk noktası da zannederim ki burasıdır. Zira toplumsal cinsiyet eşitliği teorisine göre, "kadın doğulmaz, kadın olunur, cinsiyet dediğimiz şey eski bir hurafedir, aslında kadın veya erkek olmak diye bir şey yoktur, toplumun cahilce bir adlandırmasıdır bu sadece. Kadın veya erkek olmak gibi aslında olmayan ayrımları; kahrolası gelenekler, arkaik kültürler ve ataerkil yapılarıyla dinler ortaya çıkartmıştır..."

"Farklılıkları iptal etmek"

Dünya üzerindeki kavgaları düşünelim, karşıtlıklar üzerinden yükselen o sonu gelmez kavgalarımızı... Irk, milliyet, din, ülke, siyaset, coğrafi koşullar arasındaki farklılıklar her zaman, savaş, kargaşa ve kaos sebebi olmamış mıdır? El Hak doğrudur bu önerme. Dünyayı güçlü ile zayıfın acıklı savaşımından ibaret olarak gördüğümüzde, kadın ile erkek de sürekli güç savaşımı içinde çekişen, rakip varlıklardır.

Savaşı, kargaşayı nasıl sonlandırabiliriz diye ikinci bir soru sorulduğundaysa, feminizmin ve aslında post yapısalcıların verdiği cevap; savaşı farklılıkları iptal ederek sonlandırabiliriz şeklinde olmuştur. Bu teoriye göre; şayet cinsiyet denen şey olmazsa, kavga da olmayacaktır, güç dengesizliği de...

Bu şartlarda, postmodernist düşüncenin zaten savaş açtığı üç kavram olan; insan, tarih ve Tanrı, hep birlikte bozuma uğratılarak, "doğuştan gelen" tanımı şiddetle reddedilir... Çünkü doğuştan gelen dediğinizde, bu insan doğuştan kadın veya doğuştan erkek dediğinizde, örtülü olarak Yaratıcıyı ve yazgıyı kabullenmiş oluyorsunuz.

Kadına yönelik toplumsal şiddeti ekarte etmek için ilk bakışta gayet kullanışlı bir söylem olarak görülebilecek, ''toplumsal cinsiyet eşitliği'' teorisinin temelinde, doğuştan gelene savaş açmış bir söylemin olduğunu fark etmek, kuşkusuz büyük hayal kırıklığı olmuştur...

Feminizmin son kavşağı

İnsanların durup dururken veya hobi mahiyetinde feminist olduklarını düşünmüyorum. O kadar hazin hayat hikâyelerinin birikimi ve özenle kurulduğu halde insafsızca tüketilmiş, örselenmiş nice hayallerin kırık dökük hüzünleriyle, bin bir acıyla, hak arayışla, çelik gibi yalnızlıklarla varılan feminizm, pek çok kadının uğrağı olmuştur.

Kadın hakları mücadelesinden öğrenecek pek çok deneyimler olduğunu da yadsıyamayız. Feminizm; eşit ücret, eşit sosyal güvenlik hakkı, hukuk güvenliği ve hukuk önünde eşitlik, bilgiye erişim ve siyasal temsil gibi konularda farkındalık, bilinçlenme ve değişim-dönüşüm yaratma amaçlarıyla yürüyen, pek çok alt hareketliliği de içinde barındıran bir bakış açısı olma iddiasını taşıdı hep...

Son kavşakta geldiği yer ise, -vurduğu kıyı da diyebiliriz- Judith Buttler'ın deyimiyle "cinsiyet belası" dediği yerdir. Transseksüel olmadan, cinsel kimlik arayışına girmeden feminist olunmaz yargısıyla radikal bir dönüm noktasına varılmıştır. "Toplumsal cinsiyet eşitliği sorgulaması" adı altında güya eşitlik sorgulaması yaparken, cinsiyeti sorgulamak, doğal olanı ret ve imha etmek aşamaları hızla tüketildi... Artık feminizmin ön koşulu, cinsiyetsizlik veya transseksüalizm haline geldi.

Ama şimdi yeni eşitsizlikler var: 2004 yılından beri Olimpiyat Komiteleri trans sporcuları, yarışmacı olarak kabul ediyor hatırlayacağınız üzere... Trans sporcuların, yarışmalarda gerçek kadınlarla aynı kategoride yarışmaları ise ciddi tartışma konusu... Erkek kas yapısına, gücüne, fiziğine sahip ama ameliyatla cinsiyet değiştirmiş sporcuların, diğer kadınlarla yarışmalarının adaletli bir yarışma olduğunu söyleyebilir miyiz? Transeksüel bireylerin, kadınlar üzerinde giderek baskı kurdukları tartışmasını henüz Türkiye'de çok işiten yok.

Doğal olanı beğenmeme, hilkati kabul etmeme, değiştirme, dönüştürme, yapı-bozum aracılığıyla meydan okuma esasına dayalı bu yeni inkâr evriminin aslında sosyal barışı getireceği falan yok. Daha fazla yalnızlık, daha fazla maske, daha fazla kederden başka...

Çocuk ticareti

Toplumsal cinsiyet eşitliği korosunun bugün geldiği kavşakta, eşcinsel çocuklar var ne yazık ki... "Desmond" onlardan sadece birisi... Onu "drag icracı" olarak takdim ediyorlar. Kadın kıyafeti giyerek abartılı makyajla komedi-hiciv sahnesi alan kişi manasında. Ama bahsettiğimiz kişi "Desmod Napoles", sadece 12 yaşında. Ailesi tarafından 7 yaşından bu yana kız kıyafetleri giydirilip, abartılı makyaj ve peruklarla, sosyal medya üzerinden reklam mankenliği yaptırtılan bir erkek çocuk o aslında. Çocuk istismarı dolayısıyla ailesine açılmış sayısız davalar olsa da, o ailesi tarafından bir kazanç kapısı olarak görülüyor. Ayrıca LGBT çocuk idolü olarak eşcinsel mesajların, gösterilerin ana aktörlerinden...

Bu kadar ağır bir yükün, toplumsal baskının ve varoluşsal karmaşanın altına sokulmuş bir çocuğu hiç düşünmez mi ailesi, öğretmenleri, çevresi? O çocuğun da akranlarıyla oyun oynamaya, arkadaşlık kurmaya, okula, çarşıya gidip sosyalleşmeye ihtiyacı yok mu? Desmond kız deseniz kız değil, erkek deseniz erkek değil, fakat rol model olarak topluma ve özellikle çocuklara örnek gösterilen bir idol. Hatta cinsiyetsiz kimliğinden dolayı ''barış elçisi'' olarak takdim ediliyor...

Peki, bir çocuğun, kız ya da erkek olması onu "savaş elçisi" mi kılar?

Meselenin asıl nirengi noktası da bu zaten. Kadın ve erkek olmayı toplumun icat ettiği bir hurafe, sosyolojik dayatma, eşitsizliği körükleyen bir ön yargı olarak gören bir bakış bu. Cinsiyeti kabul etmeyen, hilkatin insanlara bağışladığı doğal cinsel kimliği yadsıyan bir bakış. Onun yerine kendi tekliflerini, Desmond gibi kadın-erkek arası modelleri "cinsel yönelim'' adı altında dayatmayla körükleyen bir bakış açısı...

Utanmaz bir orji ayini

LGBT'nin eşcinsellik yürüyüşlerinde en önde yürüyen bu çocuk, topluma sorulmuş ciddi bir sorudur aslında. Yarınlarımız olan çocuklar hakkında başlayan eşcinsel yönlendirmeler, kendileri gibi düşünmeyen herkesi gericilikle, nefret suçu işlemekle, ırkçılıkla suçluyor. Hâlbuki arka planda başka bir şey var: Desmond üzerinden çocukların objeleştirilmesi, ticari meta haline getirilmesi mevzuu var... Tüm bu belalı işler, LGBT'nin politik söylem maskesi altında gözden kaçırılıyor.

Ne yazık ki feminist politikalar da, bugün eşcinsel bakış açısı tarafından ipotek altına alınmıştır. Kadın erkek eşitliği, kadının dezavantajlı durumundan kurtulması, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi ideallerden, cinsiyetsiz toplum gibi radikal bir noktaya savrulan feminizmin de kendini gözden geçirmesi gerekiyor. Cinsiyetsiz toplum idealinin gelip dayanacağı yer, insansızlaşmadır çünkü...

Desmond Napoles öyküsünün diğer yüzünde, çocukların cinsel obje haline sürüklenmesi girdabı dönüyor. Dekolte giysilerle sürüme sunulan Desmond kimliği, çocuk bedenini her türlü bakışa maruz kılıyor.

Kadın-erkek kimliklerindeki sınır kaldırıldıktan sonra, ikinci aşamada sıra, çocuk-yetişkin farklılaşmasının imha edilmesine geliyor. Sınırlar kalktıkça kalkıyor, mahremiyet yok oldukça yok oluyor ve ortam sınırsız, pervasız, utanmaz bir orji ayinine dönüşüyor. Cinsler arasındaki sınırsız geçişliliklerden, kuşaklar arası sınırsız geçişliliklere kayıyor hikâye... Ve karşımıza dünya çapında bir sürek avı çıkıyor, pis ve aşağılık bir suç çıkıyor ortaya: Çocuk ticareti. Çocukları seks kölesi olarak gören bu hain çarklar, ön yüzlerine Desmond gibi rengârenk boyanmış "barış elçileri"ni koyuyorlar...

BİZE ULAŞIN