Şimdi takkemi önüme koyup düşünüyorum da… Bu ülkenin mukaddesatçıları bazı konularda dibine kadar haklıydı. Görmezden geldik.
Murdar edilmiş çocuklardık. Devlet okullarında, bu cumhuriyetin sokaklarında kimsesizdik, yoksulduk ve illâki o sırmalı köhne cumhuriyetin resmi
sokaklarında devşirildik...
"İslam ilerlemeye engeldi. Osmanlı çürük bir sistemdi. Padişahlar vatan hainiydi. Amerika büyüktü!" Seküler babama göre mahalledeki Müslümanlar cami yaptırma derneklerine para toplayıp apartman dikiyordu. Hepsi irticaydı, din dersine girilmemeli, anneannemin öpüp başına koyduğu Kur'an, anamın arkaik görülen tespihi, ilkokul 4. sınıfa kadar âşık olduğum ilahiler unutulmalıydı.
Ben her aybaşı Beyoğlu'na tüyen ve maaşını gömmüş olarak dönen kurucu cumhuriyetin nesli babam yüzünden sosyalist oldum. Pederime benzer bütün diktatörler yıkılmalı, eşit ve mutlu bir ülke kurulmalıydı.
Kendimi özgürlükçü demokrat sanıyordum. Omuriliğime çöken virüsü hissettim ama görmezden geldim, büyük yanıldım.
Ondandır o yıllarda sıkıntıdan kaşındım durdum, manevi uyuzu kapmıştım bir kere...
O üstenci akıntı
Şöyle bir fragman geliyor şimdi aklıma.
Bir bahar akşamı İstiklal'de geziniyoruz. Amerika'da yaşayan çok ünlü bir Türk ressamın asistanı olup aynı zamanda sade bir güzelliğe sahip, karizmatik ve de seçkin bir hanımla birkaç "özgürlükçü" arkadaşız, birlikte karar verdik, Ağa Camii'nin oradaki Ağa Lokantası'na girdik. Havada acıktırıcı, diri bir koku vardı. Yemek yiyecektik.
Masalarda işlerinden paydos etmiş insanlar, kadınlı erkekli oturmuş, önlerinde servisler öyle sessiz bekliyorlardı. Ramazan'dı! Bir masaya oturduk. Garson geldi, yemekler ısmarlandı. Garson bana yöneldi, beni tanıyordu, çok geliyordum buraya. Kısık bir sesle kulağıma, "efendim iftara beş on dakika var, izin verirseniz sizi biraz bekleteceğim" dedi. Ben de yanımdakilere eğilip "iftar bekleniyor, birkaç dakika bekleyelim, ha?" diye fısıldar fısıldamaz, yanımızdaki o entelektüel mecraların havalı hanımefendisi yan dönüp mutfağa doğru çığlıklı, "Ne münasebet canım, ben açım,
şimdi hemen yemek istiyorum!" demişti de… Utançtan başım tabağa düşmüştü de… Lokmalar lök gibi oturmuştu İstanbullu haysiyetime.
Fakat durum buydu…
İstanbul camileri, sıkıştığımızda imdadımıza yetişen, içinde tuvalet olan mekânlardı. "O tuvaletler niye bakımsız abicim," derdik. Aslında camiler bakımsızdı! Unutturulmak istenen bir din vardı.
Böyleydi bizi içine alan; kültür, sanat ve de çağdaş aydınlanmalar şeklinde isimlendirilen o üstenci akıntı.
Ayasofya ibadete açıldığında Kemalizm'in beyin pıhtısı işte ondan attı...
Acıklı bir komedi
Bence çok gariban çocuklardık. Marksist felsefeyi, Avrupa düşüncesini, Hegel, Kant, Foucault, Althusser vesaireden birkaç özet pasaj biliyoruz diye, kendimizi bir matah sanıyorduk. Oysa acınacak kadar ecnebi, sel oryantalist ve de ikinci sınıf artist bozuntularıydık fikrimce.
Londra, Paris, daha sonra (antiemperyalist olaraktan kendimize nasılsa yakıştırdığımız) New York düşleri kurduk. Aramızdan, ağzına İngilizce sözcükler iliştirip Amerikan aksanıyla konuşan dokunaklı plaza tipleri çıktı. Elif Şafak'lar öyle tohumlandı...
"Tasvir" yerine "betimleme" filan dedik. Kabul edin lütfen, acıklı bir komediydik.
Hezeyan masalarından kalkıp kuşluk vakti eve yollandığımızda seslenen ezan, kadın erkek arasındaki sadakati hatırlatan ayet bize vuruyor, uyarıyor, ayarlarımızı bozuyor ama yere düşüyordu!
NATO mermer, NATO kafaydık.
İstiklal Caddesi'nde oruçlu insanları taciz eden hakaretin, Cuma namazlarında dışarıya taşan narin varlıklara düşmanlık besleyen bir kuşağın tam
ortasındaydık.
"Abi" dediğimiz ateist aydınların, dine değil İslam'a karşı oluşlarının ispatı: Her 24 Aralık'ta cepte rakı Saint Antuan'da Noel kutlamasıydı...
Çıkartıp göstermek için Orhan Pamuk'a, hâlâ sırt çantamda taşırım o riyakâr mide bulantısını.
Beyaz adam tarafından kurgulanmış bir öz kültür düşmanlığıydı bu. Kökünden kesilmiş hibrit. İşret ortamlarında kavga başlayana kadar, ne kadar hoşgörülü olduklarının yalandan tatavası. Geylani terbiyesiyle büyüyüp sonradan dağılmış bir çocuktum. Türkiye'ye benziyordum. Huzursuzluğum
oradandı...
Yabancılaşmanın kaşıntısı
Bu darbeler cumhuriyetinde siyasetten ümidim de yoktu benim. 28 Şubat'ta jakoben karşıtı laflar ettiğim için kara listeye alınmış, aforoz edilmiştim. Peşimizde savcılar, ağır cezalar, şunlar bunlar. Medyalarda, genel olarak kültür sektöründe yeri yoktu yerli olanın, az biraz adaleti olanın. Açlığa mahkûm ediyorlardı kara listeye aldıklarını…
Ondandır o yıllarda masanın ardına saklanmıştı çaresiz, ev bark geçindirme derdinde olanlar. Çünkü zor durumdaydı insanlar, az sayıda demokratlar, çok sayıda Müslümanlar…
Rahman, anneannemin duaları ve Geylani dedemin genetik şimşekleriyle kaybolmuş ruhumu geri verince… Turist aydınların nemrut
ortamlarında onaylanmak için girdiğim türlü çeşit kılığı yırtıp atınca... Önce ve lâkin bir "Lailaheillallah" sardı bünyemi.
Sardı sarmasına da ülkede despotizm netti! Bu darbeciler harbi bir demokrasiye asla izin vermezdi.
Eğer Erdoğan çıkmasaydı...
Çıkıp çata çat konuşmasaydı, generale "Kes kesini" demeseydi, dünyaya "One Minute" çekmeseydi...
İşim yoktu seçimle meçimle...
İlk oyumu ona verdim. Boykotçuydum, boykotu kırdım. Her konuda tatmin olmak zorunda değildim, asıl meseleye odaklandım.
Sade boykotu değil "yabancılaşmanın" kaşıntısını da yoldum attım.
Hep aynı kasaba kurnazlığı...
Hiçbir şey, hiçbir ideal hemen gerçekleşmiyordu. Bu dünyanın sistemi vahşi kapitalist sistemdi. Paraya tapanlar, yolsuzlar, şaşırmışlar daima olacak, gezegeni idare eden hegemon güce elbette hamasetle değil zekâyla karşı çıkılacaktı. Eksiklerimiz vardı. Olacaktı. Bunları bilmemek idraksizlikti,
insafsızlıktı.
Lafımı sakınmadım söyledim, lâkin insafsız olmadım…
Sonra 15 Temmuz...
Sonra tekbir sesleriyle caddeleri kaplayan fedakârlık, o eda. Kahramanlık, şerefli nida…
"Faşizme karşı omuz omuza" diyerekten kendimizi kandırdığımız şeyin tillahını yapan bir millet… Sonra o şanlı ve de antifaşist zaferden sonra, Pensilvanya Gladyosu'nun ağzından "kontrollü darbe" lafını alıp baş tacı eden o maskesini sıyırmış, o pörsümüş sol, o bıktırıcı ve keskin Kemalist tortu.
Sonra darbenin sponsoru ecnebi diyarlarda muhaliflik adına yapılan o ayıp. O sızı…
Hep aynı kasaba kurnazlığı...
Bir kalbin varsa eğer ister fütürist ol ister gitarist. İster diz çök Hakk'ın önünde, istersen git şarkılarını söyle. Hepimiz eninde sonunda Fatih Sultan
Mehmet'in kaftanından çıktık dostum, Osmanlı'nın torunuyuz ve de 600 yıllık devletin devamı cumhuriyetin evlâdıyız nihayetinde.
İnanmıyorsan aç bak göğsündeki işarete...