Geçenlerde Michel-Rolph Trouillot'un, Türkçeye Geçmişi Susturmak: Tarihin Üretilmesi ve İktidar olarak çevrilmiş bir kitabına rastladım. Kitap, özellikle Batı merkezli tarih anlayışının marjinalleştirdiği anlatıları ele alan bir yaklaşım içeriyor. Trouillot, tarihsel süreçlerin nasıl manipüle edildiğini anlatırken meselelerin hangi perspektiften ve kimin sesinden anlatıldığının da önemini vurguluyor. Kitabın yaklaşımı özetle şöyle: "Keskin ırk teorisi azaldıkça Batılılaşmak pratik bir mahiyet kazanır." Yani, siyah adamı köleleştirmek artık mümkün olmadığında ona Batılı sahiplerine "benzeme kompleksi" yerleştirmek, onun kültürel ve psikolojik kimliğini değiştirmek anlamına gelir. Bu, modern ırkçılığın ve sömürgeciliğin daha ince ancak etkili bir biçimi olarak kendini gösterir. Sömürgeci zihniyet, fiziksel baskıyı bırakarak, zihinsel ve toplumsal yapıları dönüştürmeye devam eder.
Bu çaba esasen bizim topraklarımızda da benzer biçimlerde varlık gösterdi. İşin ilginci sadece siyasal normların değil, kültürel iktidarın da kullandığı bir yaklaşım biçimi olarak hâlâ karşılık buluyor. Yukarıda bahsi geçen Batılılaşma kompleksi, önceleri yönetici elitler aracılığıyla yaygınlaştırılmaya çalışıldı ve aynı zamanda bir ötekileştirme mekanizması olarak işlev gördü. Bunun en bariz tezahürü dindarları aşağılama, damgalama ve bağnazlık gibi negatif kavramlara sıkıştırmak suretiyle, çok uzun yıllar boyunca tiyatrodan sinemaya, televizyondan dizilere kadar pek çok yerde karşımıza çıktı. Bugün gelinen noktada yasakların, sopayla adam etmenin, hesaplaşmaların bittiği (aslında bitirildiği demek daha doğru olur) bir döneme geçildi.
Seküler bağnazlık ve Batılılaşma kompleksi
Günümüz, tıpkı Trouillot'un bahsettiği gibi keskin ırk teorilerinin (ya da biz buna keskin ideolojiler diyelim) varlık gösteremediği yeni bir dönem. Bunun yerine Batılılaşma pratikleri övülüyor, diğer alanlar ise bağnazlık olarak yaftalanıyor. Bağnazlık, en genel anlamda, bir bireyin ya da
grubun, kendi inandığı değerleri mutlak doğru kabul edip, başka düşünce ya da inançlara kapalı olması durumudur. En genelde ise bu terim, başkaları üzerindeki irrasyonel anlayışın etiketi haline gelen kullanışlı bir kavram olarak görülebilir.
Ancak Türkiye'de durum sadece bu tanımdan ibaret olmadı. Bağnazlık kavramı ısrarla belirli bir sosyolojiye; Batılılaşma pratiklerine direnenlere, kendi değerlerini önceleyenlere, yani dindar ve mütedeyyin kesime mâl edilerek sistemin ötekilerine dayandırıldı. Türk modernleşmesi bağnazlığı bu sosyolojinin tezahürü olarak görmekte ısrar ediyor. Türkiye'de, bağnazlık teriminin dindarlığı linç etme kültürüne katkısı bu sebeple yadsınamaz bir meseledir. Zorunlu dayatmalara ve kamu otoritesiyle terbiye edilmeye karşı kendi değerlerini koruma çabası son yüzyılda bağnazlık olarak damgalanmaya devam ediyor. Dindar insanları sürekli bağnazlıkla etiketleme mantığı, seküler bağnazlığın başka bir boyutunu gözler önüne seriyor.
Dönüştüremediği bir sosyolojinin değer dünyasını yaftalama meselesi, bağnazlık kavramının kimin gerçekliğiyle örtüştüğü konusunda bize ciddi bir ipucu veriyor. İşin hiç konuşulmayan yanı ise seküler kesimlerin Batılılaşma kompleksi içinde hareket ettiklerini göremeyecek kadar bağnaz olmaları.
Kızıl Goncalar'ın dindar temsilleri
Israrla kültürel iktidarı elinde tuttuğunu belirten bu anlayış, bugün diziler üzerinden etiketleme mekanizmasını benzer şekilde işletiyor. Daha önce başka bir yazımda, Türkiye'de sinema ve dizilerde bu mekanizmanın nasıl işlediğinden bahsettiğim için burada kısaca geçiştireceğim süreç, büyük
oranda Ekmek Teknesi (2002) dizisi ile değişime uğradı. Ekmek Teknesi dindar temsillerinde pozitif bir yaklaşımın önünü açarken Huzur Sokağı (2012) dizisi başrolde başörtülü bir kadına yer vererek bir ilki gerçekleştirdi. Bir Başkadır (2020) dizisi de yine bu eksende başrolde olumlu imajıyla başörtülü bir kadının olduğu bir dizi olarak ilgi gördü. Ardından, Kızılcık Şerbeti (2022), Ömer (2023), Kızıl Goncalar (2023) dizileri sıralandı. Bir Başkadır dizisinden farklı olarak bu dizilerde seküler, dindar karşılaşmaları daha yüzeysel ele alındı. Son zamanlarda en çok konuşulan meseleler ise Kızıl Goncalar dizisinden çıkıyor.
Geçtiğimiz günlerde aynı dizide "başörtü açma" olarak gündeme gelen bir sahne bu tartışmaların tetikleyicisi olmuş görünüyor. Dindar insanların çoğu bu sahneye tepki göstermiş olsa da bazıları bir minnet mantığıyla, "en azından başörtülüleri başrole alıyorlar, en azından dindar kesimden de bahsediyorlar" gibi bir bakış açısıyla, diziyi yorumlarken, bazıları da "biz doğru temsilleri olan diziler yapamıyorsak, tabii onlar kendi bakış açılarıyla bizi yansıtacaklar gibi" teslimiyetçi bir yaklaşımla meseleyi ele alıyor. Oysa dizi, dindarları doğrudan bağnazlıkla ilişkilendirip etiketleyen, dindar erkekleri kadın düşmanı olmakla suçlayan, aşırı estetize edilmiş tarikat ortamlarıyla karikatürize eden ve din adamı ile psikolog karşılaşması üzerinden din ve bilimi tek yönlü bir bakış açısıyla ele alan, tüm klişeleşmiş temsillerin yer bulduğu bir yapım olmaya devam ediyor.
Bazı dindar karakterlere, Cüneyt örneğinde olduğu gibi, derinlik ve bilgelik atfedilirken, öte yandan akıl hastalığı iliştiriliyor. Meryem gibi karakterler ise dini inançlarına bağlı olsa da içsel çatışmalarla dolu bir insan olarak temsil ediliyor. Diğer kadınlar da hep ezilmiş; hem madun hem de kusursuz mağdur. Toplumsal yaşama karışmış bir tane düzgün temsil yok. Bu noktada eğitime en yakın dindar kadın olarak tasvir edilen, hafızlık hocası Hatice ise kız çocuklarını tokatlıyor.
Tüm başörtülü kadınların yasaklarla on yıllarca okumasını engellemiş 28 Şubatçı zihniyetin bir temsilcisi olarak gösterilen Suavi karakteri bile kızına karşı olan sert tutumundan, dergâhı ziyaret etmeye kadar kendi davranışlarını sorgulayabilirken, dergahtaki Said Efendi ve Naim Efendi katıksız kötü, katıksız çağ dışı, katıksız bağnaz tiplemeler olarak derinlikten yoksun bir şekilde karşımıza çıkıyor. Diğer dindarlar ise çıkarcı ve baskıcı kişiler olarak klasik görevi ifa ediyor.
Yine Birgül'ün başını açma sahnesi de dindar erkeklerin baskı ve zulmüne dayanamayan, dindar kadınların özgürlük eylemi olarak lanse edilmiş görünüyor. Çünkü belli ki senariste göre başörtüsü zaten bir dayatma, sınırlama ve engelleme aracı. Baş açma da doğal olarak onun zıddı olarak bir
özgürleşme adımı(!) On yıllarca keskin ideolojik yöntemler ile zorla başları açılan ya da başlarını açmayı reddettikleri için tüm eğitim hakları ellerinden alınan on binlerce dindar kadından bahsetmek de pek âlâ mümkün değil!..
"Mafyalaşma" ve sosyal kontrol
Bu noktada Erving Goffman'ın teorik zemini bir arka plan olarak imdada yetişiyor. Goffman'a göre bireylerin toplum tarafından istenmeyen veya
dışlanan özellikleri nedeniyle etiketlenmesi, onların sosyal statülerinden düşürülmesi manasına gelir. Sürekli bir biçimde, dindar bireyleri belirli
kalıplara sığdırmak ve bu kalıpların dışında sahici hiçbir temsil üretmemek, etiketleme sürecinin bir parçası olarak görülmelidir. Bu bağlamda iddia
edilebilir ki dizilerdeki dindar karakterlerin tek düze bir arketipe indirgenmesi, izleyicinin dindar bireyleri algılama biçimine de doğrudan etki ediyor.
Son zamanlarda ifşa olan dizilerdeki mafyalaşma da bu sosyal kontrol mekanizmasının bir yansıması değil mi zaten? Tüm süreçlerin belirli gruplar tarafından kontrol edilmesi, yeni ve farklı hikayelerin ortaya çıkmasını engelleyerek toplumsal değişimi ve çeşitliliğin sınırlarını çizmeye yarıyor gibi görünüyor. Bununla birlikte diziler üzerindeki tekelci yapı ve sektör kontrolü sürekli olarak stereotipik insan temsilini ortaya çıkarırken, bu temsilin daha derin ve karmaşık olabilecek yönlerini göz ardı etmeyi tercih ediyor.
Bu da bizi en baştaki savımıza geri döndürüyor. Keskin ideolojik yaklaşımlar, baş edemediği ve dönüştüremediği alanların içini boşaltmak suretiyle yeni bir yol izler, demiştik. Form olarak başörtüsünü ya da dindarlık görünümlerini kabul etmek zorunda kalan söz konusu yaklaşım, kendi temsillerinin de dizilerde kabul görmesini isteyen dindar kesime yönelik yapımlar üretmeye başlıyor. Ancak kendi görmek istediği stereotiplerde… Zorunlu bir varsayma durumu bu. Fakat varsaydığı tutumundaki bağnazlığı hala devam ettiriyor. Form üzerinde değişime yol açamayınca, içerik üzerinden bu
anlayışı tekrar üretmeye çalışıyor, anlamı buharlaştırarak kendi bakış açısını yasalaştırmak istiyor.
Ve tüm bu çabaya rağmen, Gassal (2024) gibi bir dizi çıkıp, derinlikli bir anlatıyla dindar bireylerin çeşitli ve gerçekçi şekilde temsil edilmesini mümkün kılabiliyor. Goffman'ın "yüz kurtarma" (facesaving) olarak kavramlaştırdığı bir süreç bu. Dindar bireylerin itibarını iade niteliğinde kritik bir bakış açısı sunan Gassal dizisi, en temelde sektördeki mafyalaşmanın ve dindarlara yönelik bağnazca yaklaşımın ötesine geçildiğinde gerçekçi ve sağlıklı bir temsil imkanı sunulabileceğini gösteriyor.