Ali Büyükaslan: “BEYİN ÇÜRÜMESİ”, “KALABALIK YALNIZLIK” VE BAĞNAZ İNSAN

BEYİN ÇÜRÜMESİ, KALABALIK YALNIZLIK VE BAĞNAZ İNSAN
Giriş Tarihi: 21.03.2025 10:45 Son Güncelleme: 21.03.2025 10:45

Üretimde artan çeşitlilik ve rekabetin getirdiği reklam ve pazarlama faaliyetleri insanı "çokça üretilenin çokça tüketilmesi" anlayışıyla karşı karşıya getirir. Hayatı kolaylaştırma ve hayat standardını yükseltme arzusunu süslü sunumlar eşliğinde insanın önüne koyan anlayışlar, insanın ihtiyaçlarını belirler hale gelir. Bu anlayışların günümüzde geldiği noktada her şeyi üreten, üretirken tüketen ve tükettiren, doğanın dengesini allak bullak eden,
doğayla onu yok etme pahasına mücadele eden insan tipini ortaya çıkarır.

Doğanın dengesini bir yandan bozarken bir yandan çözümler üretme iddiasıyla kendince çaba(!) gösteren, üretileni tüketme, tükettirme noktasında
neredeyse her türlü ahlaki anlayıştan ve erdemli davranıştan uzak bir şekilde hareket eden sermayenin obezleşmesine, tekelci sermayenin "üret tüket" döngüsü içerisinde suni ihtiyaçlar oluşturmasına da yol açar.

İnsanlığın ortak sorunlarına olası çözümler için oluşturulan Birleşmiş Milletler'den İklim Anlaşmalarına, Dünya Sağlık Örgütü'nden Uluslararası İnsan Hakları Örgütü'ne, doğa ve çevre hassasiyetleriyle öne çıkan kurum ve kuruluşlara kadar her türden oluşumun da arzu edilen sonuçlara ulaşmada çok da başarılı olmadığı görülüyor.

Bu oluşumlar obez sermayenin kendine meşruiyet alanı oluşturmak adına bir moral çabadan öteye geçmiyor. Dünyanın genelinde insanın karşı
karşıya olduğu ciddi sorunlar karşısında sermayenin büyümesi dışında çok ciddi katkılar sunmadığı, açlığın, sefaletin, çocuk ölümlerinin, sağlık
sorunlarının karşısındaki çaresiz insanlar için çözüm yerine kazanç kapısı aralamanın peşindeki şairin dile getirdiği gibi "bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" anlayışın hâlâ ve çok etkili bir şekilde sürmekte olduğu aşikâr.

Yeni kavramlar, yeni insan tipleri

2000'li yıllardan itibaren dünyanın birçok ülkesinde insanları, toplumları, gündelik hayatları, yerel ve evrensel kültürleri sosyal ağlar üzerinden öngörülerin ötesinde bir etkiyle kuşatan dijitalleşmeyle yeni kavramlar, yeni insan tipleri, yeni davranış biçimleri, yeni duygu ve düşünce kalıpları ortaya çıktı. 2024'te Oxford Sözlüğü'nün yılın kelimesi olarak seçtiği "Beyin Çürümesi" (Brain rot) ve yine Türk Dil Kurumu'nun seçtiği "Kalabalık Yalnızlık" kavramlarıyla dijitalleşme- insan ilişkisinin öne çıkan yönlerine dikkat çekiliyor aslında.

2024 için öne çıkan bu iki kavram bize bireyin yalnızlaşmasının kalabalıklar içerisinde bir yalnızlaşmaya dönüştüğünü gösteriyor. Kişi içerisinde yer alarak yalnızlıktan uzaklaştığını düşündüğü sanal kalabalık içerisinde varlığını görünür kılma ve devam ettirme çabasında. Maruz kaldığı dijital
etkilerle kimliğini ve kişiliğini şekillendirmekte olduğu, dijital insanın yer aldığı mecralarda beslendiği ve bu mecraların onun kimliğini, kişiliğini inşa ettiği görülüyor.


Teknolojik gelişmelerle yeni yaşam biçimleri, tüketme ve pazarlama imkânları elde eden insan, aynı zamanda yeni bir var olma noktasına geldi. Dijitalleşme olarak adlandırılan bu var oluş biçimi kendi tanımlarını üretirken insana ilişkin de yeni tanımlamalar getirdi. Dijital insan artık sanal ortamlarda kendi yalnızlığıyla kendine özgü kalabalıklar içerisinde görünür olan, yazan çizen, konuşan dinleyen, gülen ağlayan, alan satan, üreten, tüketen, pazarlayan ve maalesef pazarlanan hemen her türden insan eyleminin gerçekleştiği bir ortamın içerisinde yaşamaya başladı. Dijital birey artık yer aldıkları bu ortamda gözetlerken gözetlenen, duyguları gerçeğin önüne geçen bireylere dönüştü.

Dijital mecraların gündelik hayatın akışına müdahalesi dışarıdan zoraki bir müdahale olarak bir Truva Atı görünümüyle değil, bizatihi içeriden, emre âmâde bir şekilde izinli ve cezbedici ambalajlar eşliğinde gerçekleşir. Böyle bir halin etkisiyle dijital birey, sanal dünyalarda yaşadığı hissi, aldığı hazzı, duyduğu heyecanı gerçek dünyada belki de bulamayacağını düşünecektir. Hâkimi olduğunu düşündüğü mecraların aslında mahkûmu olduğunu anladığında çok geç olacak ve hâkimlik mahkumluk arasında geçen mücadeleyi daha baştan kaybettiğini geç de olsa anlayacaktır.

Hâkim olanın kendisi değil kendisine bu hazzı yaşatan, haz duygusunun peşinde koşturan ve bağnazlık derecesinde o dünyanın içerisinde varlığını sürdürmeyi hayatın yeni ve gerçekçi amacı olarak gören biridir artık insan. Dijital ortamların sunduğu gerekli gereksiz her türden malumatın hangisinin ne kadar elzem olduğu hususu dahi onun için artık bir çaba gerektirmeyen ve orada öylece o şekilde oradan geldiği ve göründüğü şekliyle izlenmesi, takip edilmesi, paylaşılması, hissedilmesi, yaşanması ve uzak kalınmaması gereken mecralar olarak bireyin aidiyetinin, kimliğinin bir parçasına dönüşmektedir bu ortamlar.

Bağnaz insanın "yankı odası"

Beyin çürümesine yol açacak kadar bir meşgul olma teşebbüsü orada hissedilenlerin kişinin kendi gerçekliğinin dışında bir gerçekliğin, hiçbir ön şart aranmaksızın, kabulüyle ortaya çıkardığı bir görünürlüğe dönüşür. Bu görünürlüğü paylaşılan içeriklerle, takip edilen fenomenlerle, Youtuber'larla, Influencer'larla sağlamaya çalışan dijital birey, içerisinde nefes alıp vererek yaşadığı dünyayla ilişkisini "kalabalık yalnızlığıyla" birlikte yürütür.

Bu birlikte yürüyüşle kişi o mecrada gördüklerini, kendisine hissettirilenleri başkalarına karşı bağnazlık derecesinde, ötekine yaşam hakkı tanımayı zorlaştıracak bir bağlılıkla savunulması gereken bir gerçek olarak algılamaya başlar. Bu tek yönlü ikna oluş, şu an belki "dijital bir inanç ve itikat" noktasında olmasa da zamanla bir bağnazlığa, bir kayıtsız şartsız teslimiyete ve artık yaşanamayacak bir zorunluluğa dönüşür.

İnsanın teslimiyeti artık inanca, ideolojiye, kişilere olmanın da ötesine geçerek kimden, hangi kaynaktan, nasıl ve hangi amaçla üretildiği bilinmeyen
bir içeriğin sahiplenilmesine ve savunuculuğuna kadar gitmekte, karşı görüş ve düşünceler çoğu zaman kabul görmemekte, gözden ve takipten uzak
tutulmaktadır. Burada önemle üzerinde durulması gereken şey şu; sınırları zorlayacak derecede bir hazzın peşine düşmek, gösteri toplumunun kişileri
için dijital ortamlardan gerçek hayata transfer edilenin sanal olarak da sahip olma arzusuyla kendini var etmeye çalışmasıdır. Bağnazlığın çağdaş görünümü olarak da tanımlayabileceğimiz bu durum, insanın kendi beslendiği kaynaklar dışında hiçbir kaynağı görmemeyi alışkanlık haline getirmesi ve kendini "yankı odasına" kapatmasıyla sonuçlanır.

Sahip olma ya da sahiplenme arzusu sadece meta üzerinden gerçekleşmiyor. Bugünün dünyası artık sadece kültürün metalaştığı bir dünya değil; dini, düşünceyi, bilgiyi, bireyi, neredeyse her şeyi herkesi metalaştıran bir dünya haline geldi. Haz peşinde koşanların ve hazzı amaç edinenlerin dünya ile ilişkileri, peşinde koşmaktan zevk aldıkları metalaşmış ve klişeleşmiş yaşam biçimleriyle, yeni tanımlamalarla kendilerine çizilen yeni(!) bir hayat bu.

Bu hayat, kuşak tanımlarıyla, sınıf tanımlarıyla, kültür edinme biçimleri ve onu görünür kılma çabalarıyla kendini hissettirir. Bu hayatta geçmişe
ait her şey anlamını kaybeder, kaybettirilmesine yönelik her türlü çaba gösterilir, alaycı ve küçümseyici yaklaşımlarla değersizleştirilir. Duygular da
dâhil her şeyin tüketilebileceği düşüncesi dijital insanı çepeçevre kuşatır, tüketilebilen her şey metalaşmış bir görünümle ortaya dökülür. Dünün değerleri ve kavramları bugünün yeni göstergeleriyle ifade edilse de gösterilenleri farklılaşır.

Anne ve çocuk ilişkisi sergilenebilir ve kazanç kapısına dönüştürülebilen bir ifşa kültürünün aracı olabilir, dijital ortamlarda meta haline dönüşen ilişkiler gösteri toplumunun kişileri için sıradanlaşmış ilişkilere dönüşebilir. Mahremiyetin sınırları hatırlatıldığında bağnazlık derecesinde bir karşı
çıkışla imalı bakışlar, alaycı yorumlarla "Değer mi? Hangi değer? Herkes orada. Herkes böyle yapıyor" türü tepkilerle karşılaşmak sıradanlaşır. Hazza
giden yola döşenen taşlar üzerinde yürüyenler kendilerinin hazza ulaşmalarını engelleyen her şeyi ötekileştirirken ve bağnazlıkla suçlarken yeni bir bağnazlık yaşadıklarını ve yaşattıklarını da göz ardı etmektedirler.

Görünür olmanın maliyeti

Kendi hayat tarzını başkalarına dayatma ya da inandığı dışındakileri yok sayarcasına bir savunma şeklinde ortaya çıkan bağnazlık, günümüzde yaşadıkları gibi yaşanmasını, hissettikleri gibi hissedilmesini, arzularıyla kendilerini var eden ve görünür kılanların, kendileri dışında bir hayat yaşayanlar karşısında sahiplendikleri bir tutum haline dönüşmüştür. Kişiler birbirleriyle ilişkilerinde rekabetçi bir hale girer; kendilerinin görünür olma,
fiziksel ve ruhsal açıdan gösteri toplumunun en görünür, en ilgi çeken bireyi olma durumuna erişmek için her türlü fedakarlığı (!) yapan kişilerine dönüşür.

Hazzın peşinde koşmanın kendilerinden istediği katlanabilecek her şeye katlanmaya çoktan razı olmaktadır. Ne var ki dijital dünyanın rızanın üretilebildiği bir dünya olduğu gerçeğini göz ardı ediliyor. Ekranın ardında olanın aslında olmadığı, ekrandan kendilerine görünenin bir yansıma olduğu gerçeğiyle yüz yüze kaldıklarında gösteri toplumunda görünür olmanın maliyetini çoktan ödemiş olduklarını ve bir pazarlama nesnesi olan şeye dönüştüklerini anlayacaklardır.

Bağnazlığın hangi türü olursa olsun başkasına hayat hakkı tanımayan yaklaşımlar daha baştan kendilerinin yok sayılmasına razı olacaklardır çünkü dünya farklılıkları dayatanların değil, farklılıklarıyla yaşayanların huzur bulduğu bir yerdir. Kendi değerlerini her şeyin önüne geçirenlerin çağdaş
görünümleri, tutku ve hazları ancak ve ancak kendileri gibi olanlar için bir anlam ifade eder. Marka giymenin, marka yerlere takılmanın, moda ve trendlerle varlığını görünür kılmanın; kendini bu şekilde var edeceğini ve etki üreteceğini sanmanın son noktası bir sonraki markanın, bir sonraki modanın, bir sonraki trendin ortaya çıkacağı andır.

BİZE ULAŞIN