Çoğumuz için annelik oldukça sivri köşeleri olan bir çokgen. Sıklıkla o sivri köşelere çarpmamak için çıkış yolları ararız. Annelik ya da kadınlık ile ilgili konular geleneksel aile yapısı içerisinde akrabalık ve komşuluk ilişkileriyle paylaşılan, zaman zaman ev gezmeleriyle bilgi ve deneyimlerin aktarıldığı sosyokültürel ortamlarda gerçekleştiriliyordu. Şimdilerde ise -çoğunlukla- sosyal medyada güçlü ve önemli bir sosyalleşme alanı. Elif Zehra Kandemir annelik serüveni içinde kendi deyişiyle "motoru su kaynatmaya" başlayınca oturup @haldandos hesabında birçoğumuzun sırtını dayadığı ironik anlatılar yazıyor. Almanya'da yaşayan sosyolog ve siyaset bilimci Kandemir, editörlük, gazetecilik, tercümanlık ve senaristlik gibi işler yapıyor. Birçok kadın ve annelik halleri için Elif Zehra'nın kalemi gerçekten metaforik bir dayanak. Haldandos, takipçilerine üstünlük taslamaksızın kendi yaşanmışlığını güvenli bir şekilde başkalarına açan ve başkalarının da ona nüfus etmesine izin veren biri. Kendisi, anneliği, etrafı ve yaşanmışlığı ile ilgili yer yer eleştirel, yer yer öfkeli ya da şefkatli bir yüzleşmeyi bize aktarıyor. Kandemir ile hikâyesini, mizahının nereden beslendiğini, anneliğinin idealini, işini ve daha pek çok şeyi konuştuk.
Elif Zehra kimdir, ne işle iştigal eder?
İstanbul'da doğup büyüdüm. 17 yaşında üniversite eğitimi için Viyana'ya gittim. Orada 2,5 senelik başarısız bir işletme eğitimi denemesinin ardından 20 yaşında evlenip Almanya'nın Münster şehrine geldim. Burada çift anadal sosyoloji ve siyaset bilimi okudum. 2014 yılından beri Avrupa'da yayın yapan Perspektif dergisinin editörlüğünü yapıyorum; şu an annelik iznindeyim. Köln'de yaşıyorum. Üç evladım var. Bir yandan da Almanya'daki cami saldırılarını Foucault'nun özne teorileri açısından inceleyen bir yüksek lisans tezi yazıyorum. Kafamda tercümeler, şiirler, hikâyeler, animasyon senaryoları, bölük pörçük bir roman, parça pinçik çocuk kitapları ile ağzına kadar dolu bir proje çöplüğü var.
Nam-ı diğer @haldandos, ya onun hikâyesi, anneliğiyle "baş edemeyince, sıkışınca, daralınca" mı başladı?
Açıkçası instagram hesabımı "hikâyesi" olan bir şeymiş gibi takdim etmek artistlik yapmak gibi geliyor. Ama yine de kendinden bahsetmenin cazibesine kapılıp anlatmak isterim: Son 7 yıldır Avrupa'daki Müslümanlara dair sert diskuru takip etmek zorunda olduğum bir işim var. Azınlık, göçmen, iltica, vatandaşlık politikaları, göç ve entegrasyon tartışmaları, ırkçılık, aşırı sağ gibi konular düzenli takibimde yer alıyor. Bu konularla ilgili metin üretiyor, metin editliyor, güncel gelişmeleri takip adına basın taraması yapıyorum. Anne olduktan sonra da bu durum değişmedi. Fakat bir noktada günün 8 saati bu konularla boğuşan aceleci, sert ve köşeli bir ruhun, bir çocuğun ihtiyaç duyduğu anaç ruhla pek uyuşmadığını fark ettim. Çocuğumla oyun oynamak için durup yavaşlayınca, beşinci vitesten birinci vitese düşmüş gibi hissediyordum. Motorum su kaynatıyordu. İçimde öfke patlamaları yaşarken, şefkatli bir ses tonuyla konuşmak için çene kaslarımı sıkıyordum. Diğer yanda da ocakta taze fasulye pişiyor, banyo lavabosu durmadan pisleniyor, evin her bir milimetrekaresi benden ilgi bekliyordu. Instagram'da bir şeyler paylaşmaya böyle bir zamanda başladım.
Sıcak gündem takibi yapan Elif'le, oyun hamurundan inek yapıp möö'leyen Elif arasında şizofrenik bir mesafe vardı. Gündemim molotof kokteyliyle saldırıya uğramış bir cami ya da Belçika'da helal kesim yasağı gibi konularken, eve geldiğimde çocuğumla pisi kedinin maceraları hakkında konuşmam gerekiyordu. Toplantıya yetişebilmek için ağzına kaşıkla yemek tıkıştırdığım çocuğum "Anne şu an sinekle konuşuyorum" diyerek yemeği reddediyordu. Çocuklar yavaş yemek yediklerinde, merdivenlerden yavaş indiklerinde, yavaş yavaş giyindiklerinde bir yerlere yetişemeyeceğim ve bir şeyleri kaçırdığım hissi taşıyordum. Ben dünyamızın çalkantılı küresel mevzularına yetişmeye çalışırken çocuğum 15 dakika öylece durup yerdeki solucanı izlemek istiyordu. İdeal annelikle ilgili söylemler de bu gerilim karşısında bana pek yardımcı olmuyordu. Her şey sarpa sararken @haldandos hesabı, "dış dünya" ile annelik serüvenim arasındaki bu uçurumu, kendime has bir "narratif" ile doldurma ihtiyacımdan ortaya çıktı. İş hayatında sürekli bir şeyleri takip edip bir şeylere tepki veriyordum. Dış dünyanın her anında koşmam gerekiyordu. Anneliğim ise uzmanların kötü kehanetlerini gerçekleştirmekten korkarak ilerliyordu. Kendime, kendi sesimle konuşabileceğim, durup neler olduğunu anlamaya çalışabileceğim bir alan açmak istedim ve şu sıralar da anlatmanın başlı başına sağaltıcı olduğu inancıyla bir şeyler paylaşıyorum. Böyle söyleyince sanki bir meditasyon ajansının broşür metnini okuyormuşum gibi oldu. Her eylemin birkaç süslü cümleyle parlatılabileceği dünyamızda yaptıklarımızı geriye dönük açıklarken demek böyle coşabiliyoruz.
Sıklıkla gündelik hayatın, anneliğin ya da kadınlığın komik, anlamsız taraflarına ilişkin yazılı mizah yapıyorsun ve resmen sosyal medyada arkandan bir ordu geliyor. Neyle besleniyorsun Elif Zehra?
Arkamdan bir ordu geliyor mu emin değilim. Birbirini destekleyen kalabalıklar beni genelde korkutur. Böyle durumlarda kişi kalabalıktan sapan düşünceler üretme konusunda korkaklaşır. Sosyal medyada çok onay aldığım zamanlarda "Çok mu statükocuyum?" diye kendimi sorguluyorum. Yine de birbirine çok benzeyen kadınlar olarak toplaşmış gibiyiz ve bu, Instagram algoritmasının çok iyi çalıştığını gösteriyor.
Neyle besleniyorum… Hepimiz, yeteri kadar utandırılırsa ve sonuna kadar eleştirilip kırılırsa bir insanın "düzelebileceğini" söyleyen baskın kültürlerin içinde yetiştik. Şimdi kendi sesimizi bulmak için, insanın içini acıtan yoğun bir gayret göstermemiz gerekiyor. Ben de bir konuda fikir belirtirken kafamda en az 15 farklı yuhalama duyuyorum ve bu beni kim olduğum/kim olmak istediğim konusunda şüpheye düşürüyor. Sürekli cık cık'layan, eleştiren, acıtan sesler var içimde. Bunları söylerken bile "Sen ne diyorsun değişik?" diyen bir ses eşlik ediyor bana mesela. "Aman be, başımıza yeni moda çıktı bunlar da!" diyen bir ses var içimde. "Eskiden böyle miydi, şimdi herkes fıttırdı!" diyen başka bir ses daha. Kıyaslayan, dinlemeyen, utandıran, kavga eden sesler. Eğer buna beslenmek denirse, bu çok seslilikten besleniyorum sanırım. Bu seslerin boğuculuğu karşısında mizaha - buna mizah denirse- sığınmak bana iyi geliyor.
Yaygın otoriteye karşı oldukça politik bir kadınlık, annelik yaklaşımının olduğunu söylemem herhalde abartı olmaz. Kadının, anneliğinin uysallığına ilişkin dayattığı geleneğe bir reddiye mi yaptığın? Peki, senin anneliğinin ideali nedir?
Ben, bir anda evimizde beliren bir canlıya, onlarca yıl eşlik edip ona -kendimizce- önemli/ önemsiz, doğru/yanlış değerleri ustalıkla işlemenin büyüleyici bir zorluk olduğunu düşünüyorum. Bu zorluk bütün idealleri tutup kopartıyor bence. Tuvalet eğitiminin başladığı yerde ideal bitiyor benim için. Bana kalırsa annelik kişinin kendine yenik düştüğü yerlerle çok ilintili. O yüzden ulaşılması gereken ideallerden önce, çuvallamaları konuşmayı daha değerli buluyorum. Çünkü bence bu çuvallamalar bize daha önce hiç görmediğimiz karanlık yanlarımızla ilgili bir şeyler gösteriyor.
Dünyanın en iyi annesi olmak istiyoruz. Türlü türlü okumalar yapıyor, pedagojik teoriler seçiyor, eğitimler alıyoruz. Sonra çocuğumuzun tek bir hareketi ile tüm konseptlerimiz patlıyor. Bence hepimizin, onlarca yıl bizi şekillendiren bu diskurun akıntısına karşı kürek çektiğimizi fark etmemiz lazım. Çocuğa, çocukluğa, insana dair yaklaşımın çok sert ve merhametsiz olduğu bir çağda büyüdük. Şimdi çocuğumuza bir şefkat iklimi oluşturmaya çalışırken elimiz ayağımız birbirine dolanıyor. Kendi tecrübe etmediğimiz şeyleri çocuklarımıza vermeye çalışırken kısa devre yapıyoruz. Bu nedenle de annelere, yeteri kadar pedagoji kitabı okur, eğilip çocuklarıyla aynı göz hizasında konuşurlarsa harika anneler olacaklarını söyleyen insanlara çok bileyleniyorum. Bugün annelikle ilgili konuştuğumuz meselelerin birçoğu, anneden önce sistemin, söylemin, bizi şekillendiren yapıların sorunları bence. Annenin zorlandığı yerlerin birçoğu bireysel patolojilerle alakalı değil.
Annelik sanki güç ilişkilerinden, toplumsal diskurdan ve içinde yaşanılan toplumun çıkmazlarından azade pembe bir toz bulutuymuş gibi görülüyor. Bence bu, bugünün annelerinin çaresizliğini daha da arttırıyor. Bugünün anneleri olarak çoğumuz kafayı yiyoruz. Çünkü içinde yetiştiğimiz sistemler/alanlar/söylemler, bizi arzu ettiğimiz hayattan çok uzak yerlere savurmuş durumda. Ufukta gitmek istediğimiz o güvenli yuvayı görüyoruz, onu tanıyoruz. Ama oraya ulaşmak için yol tarifi sorduğumuz herkes başka bir yönü gösteriyor. İçgüdülerimize güvenmek konusundaki kadim bilgiyle bağımız kopmuş. Yargılayanımız, kafamıza vuranımız çok. Yuvasına ulaşmak isteyen kadınların, bu ayrı düşüş için kendilerini suçlayıp başarısız ve yetersiz hissetmek yerine, öfkelerini, o sıcak yuvayla aramızı açan sisteme yöneltmelerini gerektiğini düşünüyorum. Burada "sistem" derken, siyasi bir şeyden değil, bir toplumu/topluluğu var eden temel dinamiklerden bahsediyorum. Umarım bunları okuyan kimse gidip sistemi bıçaklamaya kalkmaz.
Göç sosyolojisi, ırkçılık, ulusaşırı Türk toplulukları, ayrımcılık üzerinde çalıştığın konular. Avrupa'da Müslüman bir kadın olmak… Bunu anlatabilir misin?
Türkiye'de yaşayan birçok kadının sahip olmadığı imtiyazlar ve yine onların sahip olmadığı zorluklar var Avrupa'daki Müslüman kadınlar için. Bir kere kocaman bir kimlik tartışmasının ortasındasınız. Azınlık olmak, kimsenin "Oh mis gibi azınlığım" diyebileceği bir şey değil. Çocuklarınızı yetiştirirken yaslandığınız bazı değerler konusunda içinde yaşadığınız toplum sizi desteklemiyor. Kimliğinizin "tabii" olarak algılanabilmesi için iki kat çaba sarf etmek zorunda kalıyorsunuz. Benim açımdan edindiğim en büyük bilgi, (ırkçı) nefreti bütünüyle yok edemeyeceğimi ama buna karşın iç kaynaklarımı geliştirmenin sadece benim elimde olduğunu fark etmekti. Bu bilginin, değiştirilemeyecek her zorluk karşısında da müracaat edilebilecek bir rehber olduğunu düşünüyorum.
Bir gönderinde; çocuklara "farklılıkları kabul"ü öğretmek üzerine, "Annelik siyasal bir duruştur. Duruşunuza sahip çıkın" diyorsun. Ne demek bu, açabilir misin?
Çocuğuyla aynı göz hizasında ilişki kurmayı önemseyen anne, mutlaka toplumun da daha katılımcı olması yönünde bir özlem duyar. Sahip olduğumuz kazanımların sadece kendi dört duvarımızın arasında kalmasını değil, bir "sistem" haline gelmesini arzularız. Çünkü sistemden azade bir refahın, hep sallantıda olacağını biliriz. Çocuğumuzun sadece kendi evinde katılımcı, şefkatli, eşitlikçi bir ortama sahip olması yetmez; onun "dışarıda" da benzer bir kabul ortamıyla karşılaşması için "sistem"e ihtiyaç vardır. Bağırmayan bir ebeveynseniz, bağıran bir öğretmen derdiniz olur. O öğretmenin bir sistem meselesi olduğunu gördüğünüzde, anneliğiniz de siyasal bir eyleme, hatta bir mücadeleye dönüşür. Engelli çocuğunuzun ayrımcılığa uğramaması, siyahi yavrunuzun okulda ten rengi yüzünden ötelenmemesi, Aleviyseniz çocuğunuzun dini kimliği nedeniyle eziyet görmemesi... Bütün bunlar sizin "sistem"le çözmeniz gereken meselelerdir. Bu yüzden (bugün güncel olarak mültecilere ve azınlıklara yöneltilen) nefret söylemine en çok annelerin karşı durması gerektiğine inanıyorum. Kendi çocuğunu bütün öznelliğiyle "biricik" olarak gören biri, sırf başka bir ülkeden geliyor diye öbür çocuğun "mülteci" olarak damgalanmasına karşı çıkar. Çocuklarına "farklılığın tabii ve istenen bir şey" olduğunu öğreten bir anne, sırf hâkim diskur öyle gösteriyor diye var olan Suriye'den gelen mültecilere yönelik nefret söylemine de ses çıkartır.
Kendi annen ile kurduğun bağ için geçmişine döndüğünde aklına gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarının seni hangi imgelerle hatırlamalarını istersin?
Annem, her türlü manevi destekten tamamen yoksun bir şekilde iki çocuk yetiştirmeye çalışırken kendisine öğretilen çocuk yetiştirme biçimlerini çöpe atarak kendi annelik yolunu çizmiş bir kadın. O yüzden ona dair imgem, rüzgârın yerle bir ettiği yuvasını bıkıp usanmadan yeniden yaparken bir yandan da rüzgâra değil, yuvayı güçsüz yaptığı için kendisine kızan gayretli bir kuş olurdu. Çocuklarımın ise beni bir amazon kadını olarak hatırlamasını çok isterim. "Annem kafayı yerdi, oturup ağlardı, ama sonra gözlerinin altına yeşil vıcık vıcık bir çamur sürerek ayağa kalkar, savaşmaya başlardı" desinler. "Annem tonlarca gülleyi tutup fırlatacak gücü kendi içinden devşirirdi" desinler mesela. "Düşerdi, yamulurdu, ama Allah'a güvenir, kendine güvenir, insanlara güvenir, zorlukların üstesinde gelebilecek gücün insana bahşedildiğine güvenirdi" desinler. Güç, benim hayatımda o kadar eksik bir motif ki sanırım geleceğe dair tüm imgelerim bu yüzden kaslı ve sixpack'li.
ELİF ZEHRA KANDEMİR KİMDİR?
Almanya'da Münster Üniversitesi'nde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi okudu. Şu an Duisburg-Essen Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde yüksek lisans yapıyor. Editörlük, tercümanlık, senaristlik gibi meşgalelerin yanı sıra Almanya'da üç çocuk yetiştirmeye çalışıyor. Birkaç senedir yürüttüğü @haldandos hesabıyla anneliğin ve gündelik hayatın çıkmazlarını kendi penceresinden ele alıyor.