SELVANUR YAZICI SEZGİN: Dindarların evinde “TV olmalı mı” diyorduk; şimdi Netflix’i olmayan ev kalmadı

Dindarların evinde “TV olmalı mı” diyorduk; şimdi Netflix’i olmayan ev kalmadı
Giriş Tarihi: 2.12.2021 16:47 Son Güncelleme: 15.2.2022 12:15

Carl Gustav Jung, insan psişesinin arketiplerini dörde ayırır. Bunun ilki "persona" yani topluma karşı taktığımız maskedir, yani kendimizi diğerlerine sunuş biçimimiz. Ailelerimize, arkadaşlarımıza ve sosyal medya takipçilerimize kendimizi ayrı ayrı tanıtırız mesela. Jung, "persona"yı fazla önemsememiz durumunda kişilik bozuklukları çıkabileceğinden bahseder. Sosyal medyanın hayatımızdaki yadsınamayacak gerçeği su götürmez bir gerçek artık. Peki, yeni medya ve yeni dünya düzeni içerisinde kendimizi tüm bu ayartmalardan kurtarmamız mümkün mü? Selvanur Yazıcı Sezgin, yeni medya kültürünün yaşam tarzı anlayışlarının dönüşümüne etkisi hakkında müthiş bir tez yazmış. Diğer yandan sosyal medya hesabında reklam analizleri ve kültür eleştirileri yapıyor. Bu genç ve atom karınca kadınla bu bağlamda; sosyal medya ile dönüşen yaşamlarımızı, tek tipleşmeyi, dijital faşizmi, anneliğini, cinsiyet kavramını ve daha başka şeyleri konuştuk…

Selvanur Yazıcı Sezgin kimdir, çocuğunun hem dindar hem de iş hayatı ve sosyal hayatta başarılı olabilmesi için nasıl bir yol tasavvur ediyor?

Kendimi tanımlarken ilk olarak "insan" demek isterim. Bir insan kızı… İnsan olmaya ve insan kalmaya çalışan biri. Bu zamanda oldukça iddialı bile kaçıyor bu hedef değil mi? Şairin ismini koyduğu "Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya" çağında, durmaya ve anlamaya çalışan bir insan. Sorgulamaya ve verili olanla yetinmemeye çalışan bir araştırmacı. Kendini memleketteki sınırlı sayıda şanslıdan biri addeden çünkü sevdiği mesleği icra edebilen bir iletişim uzmanı. Ve 30'larına henüz merhaba diyen bir kadın, iki yıllık naif ve tezcanlı bir anne… Aslında evladım için tasavvur ettiğim dünyada mutluluk kavramı başarının önünde geliyor. Mizacını, yeteneklerini ve ilgi alanlarını keşfedebilmeyi ve sonrasında bu anahtar kelimelere göre ona yol gösterebilmeyi hayal ediyorum. Kalorifere tırmanıp peteğin üstündeki deliklere parmaklarını vurarak ses çıkardığında "Acaba piyano mu çalacak?" diyorum, bulduğu bir kalemle evin tüm duvarlarını boyadığında ise "Resme mi ilgisi var?" diye sakinleşmeye çalışıyorum. Hayatlarının ilk yıllarında en çok gördüklerinin bizler olduğunu ve çocukların çok iyi gözlemciler olduğunu hesaba katarak dini konularda da sosyal hayatta da bizi örnek almasını umuyorum. İlkokul çağındaki çocukların dünyanın öteki ucundaki TikTok fenomenini rol model aldığı yeni medya çağında çocuğu tarafından "like edilen" ve örnek alınan ebeveynler olmanın önemini aklımdan çıkarmıyorum. Ve tüm bu planın işlemesi için gereken ilk ve en önemli şeyin çok sevmek ve bunu ona göstermek olduğunu kendime her gün hatırlatıyorum.

Kadınlığa ve anneliğe dair genellemeler yapılır sık sık. Senin kadınlığın ve anneliğin bu genellemelerin ne kadar içinde?

Kadınlığa, anneliğe ve aslında hayata dair en sevmediğim şey genellemeler galiba. Bir kadın olarak iş hayatında karşılaştığım stereotiplerden ne kadar haz etmiyorsam, çoğu kendileri de anne olan kadınlardan gelen anneliğimle ilgili genelleme ve yargılardan da o denli hoşlanmıyorum. 2020'li yıllarda, teknoloji çağında, pandemi gibi özel bir durum içinde çocuk büyütmeye çalışan kadınlara bambaşka kişisel tarihler içinden yorumlar yapmak o anneleri demoralize ederek uzun vadede çocuklara zarar verecektir diye düşünüyorum. Kadınların ve annelerin genellemelere değil, çocuklarıyla ilgili yaptıklarının herkes tarafından saygıyla karşılanmasına, anlaşılmasına ve kapsanmasına ihtiyaçları var.

"Sosyal medya ile dönüşen muhafazakâr yaşam tarzları" üzerine müthiş bir tez yazmışsın. Değil muhafazakârlar, toplumun önemli oranda ayrışmış kesimlerinin bile modernleşme, eğitim ve tüketim biçimleri üzerinden ciddi bir benzeşim yaşadıklarını görüyorum şahsen ben. Tek tipleşmek midir bu?

Öncelikle teşekkür ederim. Ben 2017-2019 yılları arasında tezimi yazarken bu konular bu derece gündemimizde değildi. Ancak her geçen gün tez araştırmamın öngörülerinin nasıl da gerçeğe döndüğünü görüyor ve hayretle izliyorum. Sosyal medya kanallarında hem kendini muhafazakâr olarak adlandıranların hem de daha seküler tarafta görenlerin sundukları yaşam tarzı anlayışlarına baktığımızda gerek görsel açıdan gerek yazılı/ sözlü içerik açısından gerek de verilen mesaj açısından ciddi bir benzerlikle karşılaşıyoruz. Takip edilen "trend"ler, katkı sunulan akımlar ve en önemlisi tüketmeye teşvik noktasında muhafazakâr vs. seküler, yerli vs. yabancı, Müslüman veya başka bir dinin mensubu olmak sosyal medyada herhangi bir belirleyiciliğe sahip değil. Tüketim kültürünün paketleyip makyajlanıp yeniden sunulduğu yeni medya; kültür, değer, inanç, yaşam tarzı gibi özgün özelliklerimizi öğütüyor, eritiyor ve bizi "aynı" evrensel kültürün birer üyesi hâline getiriyor. Bunu bir üst kültür olarak da düşünebiliriz ve bu üst kültür altında kendimize ait olmayan performanslar sergiliyoruz. Araştırma yaptığım dönemde takip ettiğim influencerların kendilerine has, özgün bir yanını bulamamak çok kritikti benim için. İsimleri kapattığınızda, kişinin kendi fotoğrafı da yoksa paylaşımların kime ait olduğunu anlayamıyordunuz. Özellikle Instagram hikâyeler bölümünü arka arkaya geçerken yaşanan tekrar aslında tektipleşmenin en önemli göstergesiydi bana kalırsa.

Sosyal medya gerçekten sınırsız bir özgürlük alanı mı yoksa sosyal medya şirketlerinin tanıdığı ve yönlendirdiği kadar mı özgürüz? Dijital faşizmin içinde yaşarken özgür olduğumuzu mu zannediyoruz?

Pek çok konuda olduğu gibi sosyal medyanın hayatımızdaki yansımaları konusunda da iki uçlu bir durum söz konusu diyebiliriz. Yeni medya optimistleri sosyal medya kanallarının sıradan internet kullanıcılarına sunduğu söylem demokrasisinden, özgürleşme imkânından, toplumların seslerini daha etkili ve kitlesel şekilde duyurarak kazanımlar elde edebilmelerinden dem vuruyorlar. Daha pesimist bakanlar ise sosyal medyanın neden olduğu yanlış bilgi salgınını, manipülasyon ve dezenformasyonu, toplumsal linci ve yaşanan infialleri örnek göstererek daha distopik bir dünya çiziyorlar. Ben elbette iki tarafın öngörülerine de belli oranda katılıyorum.

Öte yandan sosyal medya şirketlerinin dünyanın her yerinde kurdukları özerk yapıların sadece bireyler bazında değil devletler açısından bile sorun yaratabildiğini 2016'daki Cambridge Analytica gibi hadiselerde de gördük. Cambridge Analytica hadisesi, sosyal medya manipülasyonunun ve kişisel verilerin onaysız kullanımının ABD gibi bir ülkenin seçim sonuçlarını belirlemeye varacak kadar ciddi sonuçları olabildiğini göstermesi açısından çok önemliydi. Ayrıca İsrail'in son Filistin saldırılarında da Facebook, Twitter ve Instagram'ın taraflı tutumlarını yayın politikalarına yansıtmalarına bizzat şahit olduk. İlerleyen yıllarda sosyal medya kanallarının ve yeni medya kültürünün daha çarpıcı sonuçları da olacaktır. Bu noktada bireysel olarak önemli olan sosyal medya kanallarını kullanırken takınacağımız bilinçli tüketici tutumu olacaktır diye düşünüyorum.

1900'lerin başında halkla ilişkiler ve reklamcılık, inandırma ve ikna etme üzerine kurulmuştu ve bu tek taraflıydı. Daha sonra insanların haz duyguları harekete geçirildi. Şimdi ise insanların ne istediklerini biliyorlar. Veri madenciliği ve reklam sektörü arasındaki ilişkiden bahsedebilir misin?

Geleneksel dönemden beri TV, radyo, gazete gibi mecralarda kullanılan reklam modelleri ve sonra Web 1.0 ara yüzüyle tanıştığımız tekdüze web sitelerinde karşılaştığımız reklamlar "broşürvari" olarak adlandırılıyordu. Yani izleyip geçtiğimiz, yanıt veremediğimiz, tek yönlü reklamlardı. Reklam genel hedef kitlelerine hitap ediyor, genelin duygularını harekete geçirecek tonlar içeriyordu. 2000'li yıllardan itibaren Web 2.0 teknolojisinin hayatımıza girmesiyle reklamcılık da büyük bir dönüşüm geçirmeye başladı. Tüketicinin dönütünün bu denli net duyulmaya başlaması, markaların kurumsal kimliklerini ve kullandıkları dilleri revize etmesine yol açtı. Bugün geldiğimiz noktadaysa, sosyal medya kanallarına gönüllü olarak verdiğimiz bilgiler sayesinde sıkı bir takip altındayız. Bu durumun hem veri güvenliğimiz hem de tüketim alışkanlıklarımız açısından risklerini gözden kaçırmamak gerekiyor.

2016 yılında ABD'li bazı kadınlar Google algoritmalarının karşılarına çıkardığı reklamlardan çok rahatsız oluyorlar. Çünkü hamile olmadığını söyleyen pek çok kadına Google hamilelikte kullanılacak ürünlerle ilgili reklamlar gösteriyor. Ne var ki kısa bir zaman sonra bu kadınların aslında hamile oldukları, sadece bunu henüz bilmedikleri ortaya çıkıyor. Algoritmalar insan davranışları üzerinden topladıkları verileri işleyerek bize bizim hakkımızda henüz bizim bile bilmediğimiz bilgilerle yaklaşıyor. Tüm bu veri madenciliğinin en önemli motivasyonu daha fazla satmak. Dolayısıyla yaşadığımız yeni medya çağında hepimize düşen sorumluluklar var. En azından karşımıza çıkan reklamların zaaflarımıza, hislerimize, en ilkel ve savunmasız davranışlarımıza özel olarak kurgulandığını bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekiyor.

İnsanın hoşuna giden her türlü obje eşcinselliğin, yaygınlaştırılması için kullanılıyor. Bu Netflix'te bebek yetiştirmekle alakalı bir belgeselde de karşımıza çıkabiliyor, Amerikan film endüstrisinde dizi ve filmlerdeki bazen başrol -genelde başrol olmasa da ama hep iyi- karakterlerin eşcinsel olmasıyla da karşımıza çıkabiliyor. Hepimizin gökkuşağı gibi çok sevdiği bir simgeyi bile kullandılar. Çocuklarımızı gökkuşağı simgesinden her türlü korumaya çalışır olduk biz de. Nasıl bir yol izlemeli sence bu konuda?

Yeni medyayla ilgili unutmamamız gereken bir başka önemli şey de tam bununla ilgili. Eski bir söz vardır; "insan görüştüğü yedi kişinin ortalamasıdır" diye. Bu sözü yeni medya çağına uyarlarsak insan izlediği, dinlediği, okuduğu şeylerin ortalamasıdır demek lazım. Bundan on yıl önce eşcinsellikle ilgili daha net duruşu olan arkadaşlarımdan dahi bu konuda liberal fikirler duymaya başladığım anda aklıma ilk gelen bu olmuştu. Yeni medya kültürü tarafından etrafımız sarılmış ve ellerimiz yukarı hâlde yaşarken düşüncelerimizi, değerlerimizi, inançlarımızı ve duygularımızı da tek başımıza yönetemeyeceğimizi kabul etmek bence ilk aşama. Fıtratımızdan getirdiğimiz kibir ve benlik kaygısıyla "Ben etkilenmem, değişmem, bozulmam" demek sadece bir savunma mekanizması olarak kalacaktır. Bence bu konuda çocuklarımızdan önce kendimizi düşünsek iyi olacak. Kendimizi ne kadar muhafaza ettiğimiz veya muhafaza etmek için neler yaptığımız konusunda gönlümüz mutmainse çocuklarımız için de harekete geçmişiz demektir zaten. Çok değil bundan 10-20 yıl önce dindar ailelerin evlerinde TV olmalı mı olmamalı mı tartışmaları yapılıyordu. Şimdiyse Netflix üyeliği olmayan bir avuç insan kaldı sanırım. Evinde TV veya Netflix olmayanlar iyi çocuk yetiştirebilir demiyorum, yanlış anlaşılmasın lütfen. Sadece her şeye önce kendimizden başlamamız gerektiğini düşünüyorum.

Anne-baba çocuklarla sosyal medya iletişimini nasıl kurmalı? Bu noktada, "yasaklamalı" bir tutum mu göstermeli, "denetleyici" mi yoksa tamamen "özgür" mü bırakmalı?

Aslında tüm konuştuklarımızın sonucu bu soruya çıkıyor. Annebabalar önce yeni medyayla kendilerinin ilişkilerini ortaya koymalı, eleştirmeli ve düzenlemeli. Sonra da elbette ifrat ve tefritten kaçınarak belirlenecek bir tutumla çocuklarımızın ekran saatlerini ve içeriklerini denetlemeliyiz. Allah hepimizin yardımcısı olsun.

Kendi annen ile kurduğun bağ için geçmişine döndüğünde aklına gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarının seni hangi imgelerle hatırlamalarını isterdin?

Annem ve çocukluğum deyince aklıma hem evde hem dışarıda güçlü ve aktif bir kadın imgesi geliyor. Belki içimdeki kadınsı gücü, enerjiyi ve motivasyonu da annemin tüm çocukluğumu kapsayan enerjisinden alıyorumdur. Anneanne, anne ve çocuk arasında sadece genlerin değil duyguların da aktarıldığı bilimsel araştırmalarca da kanıtlandığına göre, kızımın da içinde her daim canlı tutabileceği, ona yolunda devam etme motivasyonu verecek duyguları olmasını ve bu duyguları her hissettiğinde beni hatırlamasını dilerim.

BİZE ULAŞIN