Yunus Arslan: Felsefe üstadı, düşünür, seyyah, bilge, ödev insan: Teoman Duralı

Felsefe üstadı, düşünür, seyyah, bilge, ödev insan: Teoman Duralı
Giriş Tarihi: 31.1.2022 16:24 Son Güncelleme: 31.1.2022 16:30

Ülkemizin yetiştirdiği nadir isimlerden, çizgi-ötesi düşünürlerden birisi şüphesiz kısa bir süre önce kaybettiğimiz Teoman Duralı'dır. Onun yaptıklarını, söylediklerini tek kelimeye indirmek, tek bir unvan ile tanımlamak hem mümkün değil hem yetersiz kalır. Felsefe-bilimin üstatlarından biri olduğu kadar o sıra dışı bir se yyah, bir şair, bir düşünürdü, hatta daha fazlasıydı. Teoman Duralı, aynı zamanda bir gönül adamı, öğretmen, hocaydı. Kendisinin ve sonrasında talebelerinin yetiştirdiği birçok ilim ve fikir erbabıyla düşünce dünyamızın şekillenmesine büyük katkı sağladı. Velhasılı kelam bu derya anlatmakla bitmez. Onun önce talebesi sonra yakın dostu olan bu isimlerden biri de Mehmet Sabri Genç. Akademik anlamda olmasa da t elevizyonda beraber program yaptığı sırada ona talebe olma vasfını kazanan bir diğer öğrencisi ve dostu da Ali Beytullah Çakır. Düşünce Atlası sayfasına önayak olan, ilk altı sayıda bu sayfanın emekçiliğini üstlenen Ali Beytullah Çakır ve Mehmet Sabri Genç ile Teoman Duralı'yı, felsefe ve düşünce dünyamıza katkılarını ve bıraktığı çok yönlü mirası konuştuk.

MEHMET SABRİ GENÇ: "VAZİFESİ VE SİSTEMATİĞİYLE BİR DEVRİMCİ"

Teoman Duralı'nın yetiştiği kültür ve aile ortamı nasıldı? Bu atmosfer Duralı'ya neler kazandırdı?

Merhum Teoman Duralı üstadımızın babası Sabih Duralı 1909 doğumlu, yani bir Osmanlı. Kendisi, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Almanya'da mühendislik eğitimi alması için seçilmiş ve oraya gönderilmiş gençlerden. Batının tekniğini öğrenip tekrar dönmesi istenen, Âkif'in "Âsım'ın Nesli" diye tahayyül ettiği neslin ilk temsilcilerinden. Orada ileride eşi olacak Hilga Hanım ile tanışıyor. Hilga Hanım'ın dedesi ve ebeveyni de iki dünya savaşını görmüş ve yaşamış insanlar. Hocamız hep "ben, savaş (zorluk) görmüş kişilerin yanında büyüdüm," derdi ve bunun kendisine çok şey kattığını belirtirdi. Ayrıca, büyük dedesinin müftü, diğer dedesinin kadı, büyük dayılarından birinin (Çerkes Hasan) savaşçı olması gibi durumlar da var. Babası Sabih Duralı'nın Türkiye'nin her sathına elektrik tesis edilmesi için ortaya koyduğu emekler çok fazla. Sonraları siyasete de atılmıştır Sabih Bey. Adnan Menderes'in vekillerindendir ve ayrıca Sanayi Bakanlığı da yapmıştır. Bu sebeple de hocamız, Cumhuriyet sonrası Türkiye'deki siyasi ve sosyokültürel dönüşümlere de yakinen şahitlik etmiştir. Hocamızın anne dilinin Almanca, ana dilinin ise Türkçe olması ve iki farklı kültürün derin mirasını türlü aktarımlarla edinmiş olması onun zihin dünyasını ve kişiliğini elbette çok zenginleştirmiştir.

Ülkemizde felsefe alanında çalışan birçok akademisyen var, ancak Teoman Duralı'ya ülkemizdeki felsefe sahasında çok özel bir yer atfediliyor. Onun bu alandaki mevkiini ve önemini nasıl tarif edersiniz?

Duralı, çok kısa bir şekilde özetleyecek olursak, birçok nedenden ötürü geçmişle kuramadığımız dikey bildirişimin; felsefî, edebî, zihnî bütün yollarını tekrardan açmak istiyordu. Bu sorunu sadece beyan etmiyordu, bu sorunu çözmek için temelden yani meselenin felsefî zemininden başlamayı tercih etti. Bu tercih, sorunu arz edip çözüm üretebilmek için seçilmiş en zor noktaya yönelmişti. Bu en zoru gözüne kestirdi ve bu hususun tüm tali ve ana yollarında, dehlizlerinde yeniden bir "inşa" ve "tamir" işine girişti. Bunun da her şeyden evvel kavramlarımızın, daha doğrusu dilimizin tekrardan felsefe yapabilmek için uygun hâle getirilmesiyle olabileceğini biliyordu. Onun deyimiyle felsefe-bilime ramak kalmışken çökmüş geleneği, tekrardan canlandırmaya çalışıyordu. Çok zor bir meseleyi çözmeyi, tüm samimiyeti ve ciddiyetiyle büyük bir vazife bildi. "Bir toplumun ulaşabileceği en yüksek, en insanî makam felsefîleşmiş medeniyet merhalesidir," derdi. Özetle, üstadımızın ömrünü vakfettiği vazife; bu merhaleden uzaklaşmamız için eskiden inşa edilmiş bütün köprüleri, yolları yıkmış olanlara karşı ilmi bir başkaldırı zemininde kendini göstermiştir. Bu sebeple de, vazifesi ve sistematiğiyle bir devrimcidir.

Teoman Hoca'nın felsefe-bilim açısından en karakteristik ve diğerlerinden farklı kılan yönleri nelerdi? Özellikle Sorun Nedir? kitabı üzerinden bu meseleyi nasıl değerlendirirsiniz?

Üstadımızın ortaya koyduğu fikirleri diğerlerinden farklı kılan özelliklerin en başında felsefebilim ciddiyeti gelir. Bütün diğer bilimlerden (biyoloji, antropoloji, tarih, coğrafya, tıp, kimya, fizik vs.) edindiği engin bilgilerini de felsefî fikirlerini temellendirmek için kullanmasından ötürü; felsefe-bilim ciddiyetini kuşatıcı bir düşünce sistemi, özgünlük, derinlik ve ifade güzelliği takip eder. Sorun Nedir? adlı eseri "en önemli eserim" dediği bir ahlâk felsefesi çalışmasıdır. Sorun Nedir?, bu saydığımız bütün özellikleri dipnotlarına kadar barındıran, en basitten en karmaşığa daire daire gelişen bütün yaşantılarımızın kavramsal doku inşasının resmedildiği devasa bir fikir atlasıdır.

Teoman Duralı, kendisinin "milliyetçi değil, dil milliyetçisi" olduğunu ifade ediyordu. Hocanın "dil milliyetçiliği" derken anlatmak istediği neydi?

Tahrif olmuş, iğdiş edilmiş ve kendi deyimiyle "kirletilmiş" olarak sunulan Türkçeye karşı yüksek medeniyet dili olan Türkçeyi yani klasik, yani Osmanlı Türkçesini koyan bir "dil milliyetçisi" idi. Milliyetçisi yani savunucusu olduğu dil; kavramları anlamca sağlam, dilbilgisi ve imla kurallarıyla belirgin, üslup zevki ve ifade güzelliği bakımından yüksek seviyelere erişmiş olan Klasik Türkçe idi.

Yirmiden fazla kitap yazmasına rağmen, kitapları için "gömseydim daha iyiydi" diyor son yıllarında. Bu sözü felsefenin kültürümüzdeki yeri ve sözlü kültürümüze dair çok şey anlatıyor sanırım. Ne dersiniz?

Marifet iltifata tâbi. Bizde iltifat, müellifin fikirlerine ya da eserlerine yönelmiyor yani okunsa da işitilmiyor, işitilse de içselleştirilmiyor, içselleştirilse de uygulanamıyor. Bu iltifatın en başta devlet tarafından ortaya konulması gerekiyordu. Sadece Çağdaş Küresel Medeniyet ve Sorun Nedir? adlı eserlerinde ortaya koyduğu fikirlere devlet tarafından iltifat edilseydi, şu anda birçok şey milletimizin ve tüm İslâm dünyasının lehine çok daha farklı seviyelerde olabilirdi. İltifat etmek bir kişiyle binlerce kez röportaj yapmak ya da bir yerlere çağırmak ya da görünürde övgüler dizmek değildir. Esaslı iltifat, Immanuel Kant'ın düşüncelerinden bir Avrupa Birliği çıkarmak gibidir…

Omurgasızlaştırılmış Türklük, Çağdaş İngiliz – Yahudi Küresel Medeniyeti gibi kitaplarıyla dünyanın siyasi duruşuna yönelik eleştiriler getirdi. Hocanın temel eleştirileri nelerdi?

Sorun Nedir? adlı eserin ilk baskısının önemli bir bölümünü teşkil eden, aynı zamanda müstakil bir eser olarak da yayınlanan Omurgasızlaştırılmış Türklük'te kaybolmaya, ortadan kalkmaya namzet Türklüğün ne olduğunu, ne anlama geldiğini sorgulamaya çalışır. Bu eserine ilham olan şey, Jose Ortega y Gasset'in (1883-1955) İspanya'nın omurgasızlaştırılması sorunu hakkında yazdığı bir eseridir. Zira Gasset, Duralı'nın tarihte Türklerden başka soyca en karışmış dediği "İmparatorluk Milleti" olma gücüne sahip olmuş olan İspanyollardandır ve bu millet bizle bazı hususlarda kaderdaştır. İşte Duralı, Omurgasızlaştırılmış Türklük'te, Türk olarak dünyaya gelmiş ve böyle yetişmiş, yetiştirilmiş bir insan olarak içinden çıktığı toplumun belirlenimlerini tespit etmeye ve ortaya çıkarmaya çalışır. Çağdaş Küresel Medeniyet adlı eser, küresel düzenin, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin çerçevesini belirleyen değil, çerçevesini darmadağın eden ve Türkçede bu alanda bu hâliyle ele alınan tek eserdir. Bu eserin ana sorusu şudur: "Bugün dünyayı ve insanlığı sarmış dev sorunların halledilmesi için elzem gözüken 'Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetine seçenek oluşturabilecek yeni bir medeniyet biçimini ortaya çıkarmanın zihnî ile maddî zemini var mıdır?' sorusunun cevabını kimden bekleyeceğiz?" Eserinde "Çağdaş Küresel Medeniyet"i çırılçıplak teşrih masasına yatıran Duralı aynı zamanda: "Seçeneksiz bir medeniyetle ve onun ideolojisiyle mi karşı karşıyayız?" diye son soruyu sorar ve bu eserini "ümit" başlığıyla bitirir.

"Anlattıklarımın sadece yüzde 30'u okuduklarımdan, kalanı gördüklerimden" demişti bir söyleşimizde. Duralı'nın seyahat kültürü hakkında neler söylersiniz?

Üstad Teoman Duralı, neredeyse bütün dünyayı gezmiştir. Bir seyyahtır. Biskayn Körfezi'nden Atlas Okyanusu'na, Norveç'ten Londra'ya, Kuala Lumpur'dan Paris'e, Singapur'dan Vaşington'a, Toroslar'dan Moğolistan'a, Aşkabat'tan Bukit Larut'a, Viyana'dan Yeni Zelanda'ya ve Küba'dan Afganistan'a kadar seyahat etmiştir. Bütün bilgisini ve görgüsünü, binlerce şahitlik ve hatırayla temellendirmiştir. Dehasını hatıralarla, seyahatlerinde edindiği tecrübelerle de berkleştirmiştir. Hatıra dokusunun ufku, felsefesinin kavramsal dokusuyla birleştiğinde; ortaya her anı içselleştirilmiş devasa bir fikir atlası çıkmaktadır.

ALİ BEYTULLAH ÇAKIR: "AHLAKÇI DEĞİL, AHLAKLI BİR BİLGE"

Teoman Duralı ile tanışıklığınızdan başlayalım isterseniz?

Kendisini öncelikle yazmış olduğu kitapları üzerinden tanıyordum. Hepsini olmasa da bir kısmını okumuştum. Sorun Nedir?, Çağdaş Küresel Medeniyet, Omurgasızlaştırılmış Türklük, Kutadgu Bilig Dergisi'nde çıkan makaleleri ve katıldığı kimi televizyon programları… Ne yalan söyleyeyim büyük hayranıydım. Ele aldığı konulardaki özgün, müdanasız tavrı, konulara yaklaşım biçimi ve ilmî birikimi beni büyülüyordu. Bir de onu daha iyi tanıyan büyüklerimden, biraz da efsanelerle karışık, işittiklerim var tabii. Bunlar da Hocaya beslediğim hürmeti ve merakı katmerliyordu. Kendisiyle bilfiil tanışmamız ise 2018 yılının Eylül ayında oldu. O dönem, kurulma aşamasında olan TRT 2'de editör olarak işe başlamıştım. Nasibime Teoman Duralı'nın sabit konuk olarak katılması planlanan "Felsefe Söyleşileri" programının editörlüğü düştü. "Ne büyük talih, ne büyük lütuf" diye düşünmüştüm. Ki hâlâ da öyle düşünüyorum. Hatta daha da fazlasını. Neden böyle hissettiğime dair ilk anımı paylaşmak isterim sizinle: Hoca ile program hakkında görüşmek ve birlikte bir taslak çıkarmak için sözleşmiştik. Buluşma saati gelip çatmış fakat Teoman Hoca gelmemişti. Arıyorduk, telefonu da kapalıydı. Tam umudu kesmiştik ki Hoca, kapıda görünüverdi. Teoman Duralı'nın sadece büyük bir ilim adamı değil aynı zamanda ne güzel ne özel bir insan olduğunun ilk emaresine orada tanık oldum. Zira gecikmesinden ötürü onu bekleyen herkesten olanca samimiyeti ve mahcubiyetiyle defalarca kez özür dileyip helallik istedi. Meğer metroda bir arıza hasıl olmuş. Ayrıntısıyla bunu anlatmaya başladı. Biz "Aman hocam ne önemi var. Yapmayın, etmeyin" desek de nafile. Dönüp dolaşıp özür diliyordu. Sonradan onu daha yakından tanıdıkça beni ziyadesiyle etkileyen bu tavrının aslında onun için ne basit bir rutin olduğunu fazlasıyla müşahede ettim. Gerçekten çok güzel, latif özellikleri vardı Hocanın.

Nasıl bir insan olduğuyla devam edelim… Sizce kişiliğinin başat özellikleri nelerdi?

Hocanın en başat özelliği, katışıksız bir ödev insanı olmasıydı. Kendi tabiriyle "ödev insan" olabilmemizin en mümeyyiz vasfıydı. Hak- ödev dengesinde, genel anlayışın tersine her daim ödev kanadında mevzilenirdi. "Neden" diye sormuştum bir gün. Cevabı çok kısa, çok seçik ve bir o kadar da anlamlı olmuştu: "Ahlakın aslı esası evvela yaşatmaktır da ondan. Ben seni yaşatırsam insan olurum, sen de beni!" Laf ola beri gele diye söylenmiş bir söz değildi bu. Hoca örneğine çokça rastladığımız bezirgân ahlakçılardan değil, dibine kadar ahlaklı bir adamdı!

Bunun dışında yine "ödev" duygusundan doğan, onunla ilişkili; "dîgerkâmlık", "ahde vefâ", "sadâkat", "fedakârlık" gibi hasletlerine de vurgu yapmak gerekiyor. Bütün bu söylediklerimden gözünüzde ulaşılmaz yahut efsaneleştirilmiş bir tip belirmesin. Zira Hoca, gerçekten ulaşılabilir bir insandı. Sokakta yürürken yolunu kesenleri asla eli boş göndermediğine, muhabbetini hiç esirgemediğine defalarca rast gelmişimdir. Zaman geçtikçe fark ediyordum. Program süresince onca hadsiz, sığ, bomboş soru sormuşluğum olmuş kendisine, bir kere dahi rencide etmemişti rahmetli. Hepsini cevaplamıştı bir şekilde. Ömrümde kibirden bu kadar azade bir insan tanımadım diyebilirim gönül rahatlığıyla.

Şahit olduğum ve beni çok etkileyen bir özelliğinden daha bahsetmek istiyorum son olarak. Hoca, varlığıyla çevresine mutluluk, huzur veren bir insandı kesinlikle. Çekimlerimizin olduğu perşembe günü, kulis dolup taşardı. Pek çok çalışma arkadaşım gelip hocaya hiç değilse bir selam vermek ister fakat hoca katiyen bir kuru selamla geçiştirmezdi durumu. İmkân dâhilinde herkesle konuşmaya, halini hatırını sormaya özen gösterirdi. Yeri gelmişken oldukça enteresan bir anımı paylaşmak istiyorum: İşyerinde çok sevdiğim dostum var. Kendisi ofiste, masa başında çalışmaktan pek hazzetmiyor. Genelde sahada olmayı tercih ediyor bu yüzden. Her çarşamba akşamı muhakkak beni arar; "Yarın çekim var mı, hoca geliyor mu?" diye sorardı. Sonradan fark ettim ki, meğer işlerini ona göre ayarlıyormuş. Sırf hocaya bir selâm verebilmek, onu görebilmek için çekim günleri ofiste olmaya çalışıyormuş. "Neden yahu?" diye sorduğumda "Huzur veriyor abi" demişti.

Hoca, felsefe gibi anlatısı zor bir disiplin üzerinde çalışıyordu. Buna rağmen çok açıklayıcı bir şekilde anlatmasının sebepleri neydi?

Sanırım bunun en belirgin nedeni, Hocanın dillere, belki de en çok Türkçeye olan hakimiyetiyle ilgili. "Ben bir Türkçe aşığıyım" derdi her fırsatta. 10'un üstünde dilde okuyup yazabiliyor şeklinde muhtelif rivayetler var. Sağlam isimlerden 16 diyenini de işittim, "dillerin efendisi" diyenini de. Ben de kendisine "Hocam kaç dil biliyorsunuz" diye sormuştum bir gün; "Sadece Türkçe biliyorum, anne dilim olan Almancada da fena değilimdir" diye cevaplamıştı. Onun felsefe gibi zor bir disiplini sarih bir şekilde anlatabilmesinin sırrı burada yatıyor bence. Anadili olan, anne dili değil, Türkçeyi kullanarak ele aldığı kavram ve terimlerin muhatabının zihninde bir tasavvurunun oluşmasını sağlıyor. Bu noktaya çok önem verirdi. Yazdığı kitaplarda ve yaptığımız program boyunca, felsefe-bilimi ilgilendiren pek çok temel kavramın aslını, kökenini vermekle birlikte onların Türkçe karşılıklarını bulup kullanmaya özen gösterirdi. Mesela Herakleitos'un "logos"u yerine maneviyat, Sokrates'in "daimon"u yerine vicdan, kaos yerine kargaşa, kozmos yerine düzgünlük, refleksiyon yerine teemmül, tikel yerine cüz, tümel yerine kül, episteme yerine ilim, özgürlük yerine hürriyet bunu da beğenmeyen için erkinlik, laik yerine "ruhbanolmayan", seküler yerine dindışı… Daha pek çok örnek verebiliriz elbette fakat ilk kalemde aklıma gelenler bunlar.

Bunun dışımda bizzat şahit olduğum ve vurgulamam gerektiğini düşündüğüm bir nokta daha var: Malumunuz Teoman Hoca, bir seyyahtı aynı zamanda. Dünya üzerinde pek çok yeri gezmiş. Bir turist gibi tecessüsle değil ama saf merakla! Bu sayede biriktirdiği muazzam hatıraları vardı. Meşhur sözlerindendir: "Ben de teori pratikten sonra gelir. Bildiklerimin yüzde 60'ını yaşayıp tecrübe ettiklerimden geri kalanını okuduklarımdan öğrendim." İşte bu yanı da hocanın oldukça netameli meseleleri çok seçik bir şekilde anlatabilmesini sağlıyordu. Mesela tarih öncesi döneme ait topluluklara ilgili spekülasyona çok açık, teorik bir soru sorduğumu hatırlıyorum programda. Cevabı yaşadığı bir anı üzerinden vermişti. Zira bizzat gidip yerinde görmüş, hâlâ tarih öncesi dönemin şartlarına göre yaşayan kimi ilkel toplulukları.

Duralı, nasıl bir miras bıraktı?

Bıraktığı ilmî mirasın yanında bir de insani mirası var ki hocanın bu da en az ilmi mirası kadar kıymetlidir nazarımda. Ne olduğundan evvelki sorularınızı cevaplarken 3,5 yıl boyunca görüp şahit olduğum ve anlayabildiğim kadarıyla bahsetmeye çalıştım. Hoca inandığı, anlattığı gibi yaşayan ve her daim sözünün eri olmaya gayret eden biriydi. "Örneklik" ve "kılavuzluk"… Büyük insanlara has iki temel özelliktir bunlar. İşte Teoman Duralı da hem ilmi hem de insani anlamda bu iki özelliği ziyadesiyle yüklenmişti sırtına. Dahasını bilmek isteyenler onun çok sevdiği, rol modelim dediği Hz. Muhammed ve Hz. Ali'nin öğretilerine, yaşantılarına bir daha baksınlar derim. Bir de her daim hayır ve hasretle yad ettiği, çok sevdiği hocası Ahmet Yüksel Özemre'ye…

BİZE ULAŞIN