Öteden beri düşünürler evrenin varlığını imkân ve zorunluluk üzerinden açıklamak istemiştir. Bu kavramlaştırma Tanrı'nın varlığını mümkün varlıklar üzerinden açıklayarak âlemi O'nun cömertliğinin ürünü saymanın neticesiydi. Varlığı zorunlu ve mümkün diye ikiye bölünce, biri Tanrı'yı ve öteki âlemi yani içinde bütün iniş ve çıkışlarıyla insan hayatının da bulunduğu dünyayı gösterir oldu. Bu itibarla Tanrı ve Tanrı'ya dair her şey zorunlu yani olmazsa olmaz iken insan ve ona dair her şey "olmasa da olur" anlamında mümkün (imkân ve ihtimal) sayılmıştır. Buraya kadar herhangi bir sorun görünmez; anlatımda farklılıklar olsa bile herkes bu ayrımların gerekliliğinde hemfikirdir.
Lakin insanların "mümkün" ve "muhtemel" diye telakki ettikleri dünyanın tam olarak öyle olmadığını fark etmeleri insanlar arasında ortaya çıkan büyük sıkıntılara ve çatışmalara yol açtı. Her şeyden önce mümkün dünyada yaşamak çok çetin bir işti. İnsanların rızkını bulması, barınak derdi, güvenlik gibi meseleler çetin ve meşakkatli iş haline geliyor, bir ömür harcamak bir yaşama yeterli gelmiyordu. Hayatın meşakkati dünyanın mümkün bir dünya oluşu hakkındaki kanaatlerini değiştiren en önemli hadiseydi. Öte yandan mümkün dünyada bazı kişiler ve guruplar "imkân" kelimesinin taşıdığı ihtimaliyet sınırlarından sıyrılarak neredeyse zorunlu varlık haline geldiler. Artık içindekilerin her birisi "olmasa da olur" sayılan dünyada bazı şeyler veya kişiler, "olmazsa olmaz" derecesine intikal ederek ötekilerden daha çok var olma imtiyazı elde etti. Dünya olmazsa olmazlar ile olmasa da olur sınıfların arasında ikiye bölündü. Krallar ve muktedirler, toplumları için yoklukları herhangi bir şekilde tasavvur edilemeyen "olmazsa olmaz" zümreler haline gelerek zorunluluktan aslan payını aldılar. Hükümdardan veya hanedan üyelerinden normal insanlardan söz eder gibi söz etmek bir suç sayılarak insanların ikincil varlıklar olduğu onların belleklerine kazınacaktı.
"Zorunlu insanlar ile mümkün insanlar"
Hükümdar, olmazsa olmazların başında ise ona yakın olanlar ve onun devleti "olmazsa olmaz" haline gelerek zorunluluktan payını alırdı. Öteki insanlar bu dünyanın kul ve köleleri olsa onlar için yeterli bir şeref sayılabilirdi. Kapı bir kere aralanınca zamanla başkaları da bu imtiyazlı sınıfa sızdı: Bilgili insanlar imkân içinde yaşayan (olsa da olur, olmasa da olur) sınıfından en hızla uzaklaşa sınıf oldu, buna din adamlarını ve kâhinleri eklemek lazım. Herkes söz konusu zümrelerin varlık için zorunlu kimseler olduğuna öyle bir inandı ki -en azından öyle göründü- buna itiraz etmek büyük bir suç telakki edildi.
Bunun sonucunda mümkün dünyanın bir bölümünün -içinde insanın yaşadığı dünya- ikiye bölündüğünü fark ettik: "Olmazsa olmaz" payesini kazanarak insanüstü bir statüye yükselen imtiyazlılar ile hala "olmasa da olur" düzleminde kalan çaresiz insanlar. "Zorunlu insanlar" ile "mümkün insanlar" sınıfı arasındaki bu ayrım derin krizlerin, çatışmaların ve gerilimlerin kaynağı olmuştur diyemeyiz çünkü mümkün sınıflar ötekiler ile karşılaşabilecek güce ve iddiaya hiçbir zaman sahip değillerdi. Mümkün sınıftakiler özne değillerdi ki, çatışmada ve krizlerde bir etkileri bulunsun! Esas çatışmalar ve kavgalar zorunlu insan sınıfları arasında cereyan ediyor, mümkün sınıflar ise bunun zayıf araçları olarak canlarını feda ediyordu.
İnsanlar arasındaki eşitlik belki hiç olmamıştı fakat bu kez bir daha hiç kapanmayacak şekilde tamamen ortadan kalktı. İnsanlar insan olmada eşit değillerdi; olmazsa olmaz sınıfındakiler daha çok insandı, onlar öncelikliydi ve gerçekte yaşama imtiyazına sahip olanlar onlardı. Onların doğumları bile normal değildi herhalde, yaşamaları normal olamazdı, kabiliyet ve yetenekleri normal değildi, işin tuhafı ölümleri de normal olmayacaktı. Peki ötekiler? Bu hengame içerisinde hiç sorulmayan soru buydu: Ötekiler kimdi ve onlar ne yaşıyordu?
Ötekiler insan olmanın iktiza ettiği ilk anlama göre çetin hayat şartlarında yeryüzünde yaşamaya devam eden kimselerdi. Zaman ilerlese ve dünya değişse de onlar hayatlarını "olsa da olur olmasa da olur" halinde yaşıyorlardı. Lakin dünyadaki bu büyük bölünme ekseninde onlar kendilerini fiilen öteki insanlarla eşit görmemiş, onlar kadar yaşama hakkına sahip olduklarını düşünmemiş -en azından fiilen böyle- onlar kadar ilkeler üzere kurulu bir hayat yaşamamışlardı. Birinci sınıf için hayat ilkelerle yaşanırken onlar sadece yaşamaya odaklanmıştı. Bununla birlikte başka bir şey yaşandı:
İnsanların fiilen yitirdikleri bu imkân dünyası onların düşüncelerinde, anlatılarında, daha çok da hayallerinde yaşamaya devam etti ve büyük bir literatür oluşturdu. Bu anlatılar içinde dünya tam olarak "imkân" dünyası olarak yerini korudu: hayatın bozduğu gerçek hayalle geri geldi ve başa dönüldü. Her şey olabilir, olan her şey bozulabilir, hükümdar köle ve köle hükümdar haline gelebilir. İnsanlar arasındaki güç savaşları dünyayı daha katı ve determinist bir dünyaya dönüştürmüş olsa bile, gerçek masallardaki gibiydi. Masallarda insanlar tam olarak o mümkün dünyayı anlattılar, yitirdikleri dünyayı orada aradılar. Şimdi buna biraz daha yakından bakalım:
Masalların dili: İmkân ve eşitlik arayışı
"Bir varmış bir yokmuş" diye başlayan ve "evvel zaman içinde" geçen masallar, insanın evren ve kendisi hakkındaki iki temel bilgisinin izlerini taşır bize: Birincisi dünya hakkındaki nihai hükmümüzü teşkil eden imkân (olabilirlik, ihtimal) hükmü masallarda ve mitolojik anlatımda olduğu gibi varlığını korur. Dünyada insanlar arasında ortaya çıkan bütün bu aşılmaz yapılar yıkılarak ilk ve iptidai telakkimize döneriz masallarda. Masal anlatmak, dünyayı "imkân" halinde telakki etmek demektir. Dünya hakkındaki ilk telakkimiz imkân-mümkün, yani her şeyin imkân ve ihtimal dâhilinde bulunduğu kesinleşmemiş ve sınırları belirlenmemiş yer olduğu şeklindeydi.
Mitolojilerde geçtiği üzere, bir bakıma yumurta gibi bir şeydi dünya, onun içinden herhangi bir şeyin çıkması veya çıkmaması her zaman ihtimal dâhilindeydi. Dünyanın kendisi böyle olduğu kadar onun içindeki her iş veya her varlık da ihtimallere açıktır. İnsanlar başta böyle bir dünyaya geldiklerine inanmış, dünyayı zorunlu varlıklardan temyiz ederek kendi hayatlarını imkân üzere kurmuşlardı. Biz masalda hükümdarın bir anda hükümdarlığını yitirebileceğini ve en olmayacak hallere düşebileceğini görerek "mümkün" dünyayı hatırlarız; buna şaşırmayız, imkân dünyasında bütün bunların olabileceğini söyleriz. Buna mukabil bir yoksulun bir anda nasıl zengin olabileceğini de görebiliriz.
Öte yandan insanlar dünya içinde yalnız yaşamadıklarına inanırlar. Cinler, periler vs. şaşırtıcı varlıklar, insana güç ihsan edenler, bu belirsiz ve sınırsız dünyada birlikte yaşarlar. Bazen mekân içinde mekânlar kurulur, bir insan şehrin içinde en gizli dehlizleri, başka mekânlara açılan kapıları, saklı hazineleri bulur, en sıra dışı hadiselerle karşılaşır. Bazen de kaybolur, uçsuz bucaksız yerlere gider, orada "garip" ve acayip hadiseler görür. Bazen ise zaman algısında imkân tecelli eder, zaman içinde zaman yaşanır, geçmiş zaman veya gelecek zaman iç içe girer vs. Bütün bunlar, imkân halinin iktiza ettiği dünya durumlarıdır.
Masallar bir başkaldırı ve reddiyedir
Masallara iz bırakan ikinci konu ise zorunluluk-imkân ekseninde yitirilen insanlar arasındaki eşitlik duygusudur. Bir masal okurken insanlar arasında eşitliğin arandığını, her insanın öteki insanlarla aynı imkânları paylaşmak istediğini hemen fark ederiz. Masalları yeryüzünde zorunlu hale gelen insan sınıfları ile mecbur dünyaya karşı bir başkaldırı ve reddiye metni olarak okumak mümkün, hatta gereklidir. Bu itibarla masallar bir itirazdır; onlarda günlük dil akışı bozulur, günlük hayattaki özneler değişir, nedensellik büsbütün ortadan kalkarak her ihtimale açık bir dünyada insanlar her bakımdan eşitlenir.
Bazen insanlardan daha güçlü kimseler masallarda ortaya çıkınca gerçekte gördüklerimizin yeterince güçlü olmadıklarını fark ederiz. İnsanlara iktidar bahşeden varlıklar bulunur, iktidarın kimsenin imtiyazı olmadığını öğreniriz. Zengin fakir, fakir zengin haline gelirken biz bütün bu değişimler içinde insanların eşitlendiğini görmekle umutlanır veya korkarız. Bazen sınıfsal duvarlar aşılarak insanlar birbirlerini yeniden tanıma imkanı bulabilirler; padişah bir çobana muhtaç olur, onun evinde kalır, onu tanır vs. Öyle veya böyle her zaman insanlar arasındaki eşitliğin yeniden urulma ihtimali her zaman mevcuttur.
Öyle anlaşılıyor ki insanlar arasında eşitliğin esastan bozulmuş olması belleğimizdeki en derin acılardan birisi olarak kalmıştır. İnsanların bir kısmının daha çok ve yaşamaya daha layık insan olmalarını müşterek şuurumuz reddetmiş, fiilen buna karşı koyamasa bile, masallarda bu reddiyesini dile getirerek "eşitlik" hakkını elinde tutmak istemiştir. Masal okuduğumuz sürece eşitliğin tekrar kurulabileceğine inanıyoruz demektir. Bu sayede insanlar en azından ölümde, doğumda ve belki yaşamda eşitlenme imkânı bulabilirler.
Keloğlan masalı: Her insan kendi gönlünde bir aslan olarak bulunur
İnsanlar arasında eşitlik meselesini fark edebileceğimiz iyi örneklerden birisi Keloğlan masalıdır. Masal birçok yönden bize dünyanın "imkân" ve ihtimal üzere bulunduğunu anlatır, lakin insanlar arasında eşitlik iddiası daha baskın işlenir. Bu meyanda eşitliğin açık bir şekilde bozulduğu sınıflar, hanedan veya padişah ile keloğlanın içinde bulunduğu sınıftır. Padişah güçlü, kudretli ve daha önce işaret ettiğimiz üzere "olmazsa olmaz" sınıfının temsilcisiyken Keloğlan ise yoksul, çaresiz ve bakmakta yükümlü olduğu annenin dışında kimsesiz olan biridir.
Padişah, yani her şeyi olan ile Keloğlan yani hiçbir şeyi olmayanın karşılaşması unuttuğumuz insanlar arasındaki eşitliğin bulunduğu dünyayı hatırlama imkânını bize sunar. Keloğlan'ın yoksulluğunun göstergelerinden birisi saçının olmayışıdır (saçı bile olmayan Keloğlan Anadolu kültürüne "tüyü bitmemiş yetim" deyimini miras bırakmıştır). Bununla birlikte masal dikkatimizi Keloğlan'ın içindeki büyük ihtiras ve iddiaya çekerek bir anda dikkatimizi başka bir noktaya taşır. Normalde acıyabileceğimiz ve haline üzüleceğimiz Keloğlan herkesi hayrete düşürecek kadar güvenli ve iddialı bir insandır.
Keloğlan'ın talebi insanın bulunduğu durum ile beklentileri ve hayalleri arasındaki çelişki kadar her birimizin içimizde taşıdığımız büyük insanlık iddiasını gösterir. Keloğlan padişahın kızını kendisine denk gördüğünde, aslında her insanın dünyada bozulan eşitliğe karşı itirazını içinde sakladığını teşhir etmiş oldu. Biz insanlar her kim olursa olsun eşitliğin bozulmasını kabullenmedik, fiilen buna karşı çıkma imkânımız olmasa bile içimizde bir yerlerde itirazı saklı tuttuk. Bir de şunu fark ettik ki: İnsanın imkânlarının olmayışı iddialarından onu vazgeçirmiyor, sadece bu iddialar başka bir dil, başka bir kanal bularak varlıklarını başka bir zeminde sürdürüyor.
Masalın öteki unsurlarının bizim için bir önemi yok, hele prensesi elde etmek için ortaya çıkan mizansen veya padişahın Keloğlan'a muhtaç kalması vs. gibi hadiseler işin özünü değiştirmiyor. Masalda muhayyilemiz ilk baştaki eşitliğe dönmek istiyor, insanlar arasına girmiş olan aşılmaz duvarların yıkılarak eşitliğin geri getirilmesini istiyor. Burada evlenmenin konu edinilmesi yerindedir, çünkü evlenmek denkler arasında olabilir. Prenses kendisine denk birisiyle veya bir kahraman ile evlenebilir, "olmazsa olmaz olan" ilke budur. Fakat keloğlan "olabilir/ imkânlar" dünyasından bu ilkeye başkaldırarak insan olmak bakımından her insanın ötekine denk olabileceğini söyler. Yoksulluk, kimsesizlik insani iddialardan herhangi birisini eksiltmiyor, her insanın gönlünde bir aslan yatıyor ve gerçekte herkes kendi gönlünde bir aslan olarak yer alıyor. İçimizdeki aslan başkası hakkındaki tahayyülümüz değil, gerçekte kendimiziz ve o aslan prensesi talep ediyor. Dikkatimizi çeken son husus ise masalın bir yolunu bularak bu eşitliği gerçekleştirebilmiş olmasıdır. Böyle olmasaydı biz o masalları okumazdık.