Feyza Kartopu: Kadınların sesleri hiç olmadığı kadar güçlü duyuluyor

Kadınların sesleri hiç olmadığı kadar güçlü duyuluyor
Giriş Tarihi: 1.11.2021 13:35 Son Güncelleme: 1.11.2021 16:21

Bir kadının istikrarlı bir şekilde süregiden ev, çocuk ve aile ortamında okuma ve yazma disiplini oluşturması ve freelance çalışması zordur. "Çevrende bunu yapabilen kaç kadın tanıyorsun" diye sorulsa, ilk sıralamalarda Feyza Kartopu'nun adını söylerim. Gösterişsiz bir entelektüel o. Taşranın nefes kesen sessizliği, durgunluğu içinde masa başında öyle güzel işler tutturmuş ki Feyza, bakıp da hayran kalmamak mümkün değil. Yazar-editör Kartopu ile çalışma disiplinini, anneliğini, Cizre kadınını, o galat-ı meşhur mesele "kadın ve edebiyat" konusunu, çevrimiçi edebiyat atölyelerini ve kadın yazarlar arasındaki etkileşimi konuştuk. Diğer yandan mutfak masalarında, çamaşır serili balkonlarında, hamur yoğururken, fasulye şıklatırken, çocuğu okula götürüp getirirken, ev süpürürken ve daha nicesini yaparken iki arada bir derede yani, okuyan, yazan, düşünen diğer tüm kadınlara hürmet eder, iyi okumalar dilerim…

Fazlasıyla göz dolduran bir çalışma disiplinine sahipsin. Durmadan okuyor ve yazıyorsun. Feyza Kartopu'nun motivasyonu çelikten midir, bir de çocukla nasıl başarıyor kendini bu denli disipline etmeyi?

Yüzünü kitaplara ve yazıya döndürmek bir ırk âdeti değilse de bir kader. Sanırım buna inanıyorum, çünkü başka nasıl yaşanır bilmiyorum. Bilmediğimden böyle bu, özel bir çaba gösterdiğimden değil. Hepimizin dinlenceleri var. Yol boyu gidip gelmek de bir dinlence, söğüdün gölgesinde oturmak da. Dağın zirvesine tırmanış da bir dinlence, kamp ateşinin yanında uzanmak da... Bu, biraz da kelimelere yüklediğimiz anlamla ilişkili ya da onlardan ne anladığımızla. İflah olmaz bir üretken olan Mehmet Kaplan Hoca'yı burada anmak gerek. Genç araştırmacılara ilham olmak için bir dönem uzun uzun mektuplar yazar Kaplan; bunların birinde şöyle der: "Bir konu üzerinde uzun bir süre çalışıp yorulduğunda dinlenmek için bir başka konuya geç." Mevzuyu değiştirerek istirahat etmek kadim bir öğreti zaten. Bazılarımız bir kader gibi bunu yaşıyor; çalışmak ve üretmek, hayatın kendine bulduğu yola dönüşüyor. Yola devam edebilmek için sığınılan bir kale, bir itiraz değil; sıradan döngüler, o bildik düzenlerin adı oluyor çalışmak da. Benimki biraz buna benziyor.

Sorunun ikinci kısmını atlamamalıyım çünkü burada, kadının kendine dair bir alan açma isteği, dahası arayışı var. Kadınlar; komşularından, eşinden, dostundan, çocuğundan, evinden, ocakta kaynayan yemekten, toza bulanmış zeminden kalan zamanda kendi uğraşlarından söz edebilir. Arta kalan zamanlar kadının nasibi. Bu zamanı genişletmek için evin her alanında birlikte hareket etmek, sorumlulukları paylaşmak gerektiğini düşünüyorum. Tek kişinin çabasına bağlı olmamalı bu. İfade etmek istediğim şeyi, sevdiğim bir kadının yaşamıyla, dört çocuğuyla birlikte yazan Ursula'yla izah edebilirim belki. "Nasıl yazdınız?" sorusuna şöyle yanıt verir Ursula: "Eğer çocuklar sabah gidiyorsa sabah oturuyorum, öğlene kadar yazıyorum (8- 12 arası), eğer evdelerse uyuduktan sonra çalışıyorum" der ve ekler, "Eşimin yardımıyla oldu bütün bunlar, çünkü tek başına ben bunların altından kalkamazdım. Bir kişi, iki kişilik iş yapamaz. Ama iki kişi, üç kişilik iş yapabilir." Ben de yapabildiğim her şey için eşime minnet borçluyum, çünkü onsuz üstesinden gelemezdim.

Zamanı genişletmek için sorumlulukları bölüşmek gerektiğini ifade ettim, evet.

Çalışmanın bir dinlence oluşunu da söyledim. Bir evet daha… Son bir şey kaldı: Bütün bunlar için geniş ve ferah zamanlar aramamak, çünkü refah anların çocuğu değil üretim. Bir yenilikten, reformdan, kurulan farklı bir düzenden söz ettiğimiz anları düşünelim… Hepsi de darlık anları. Sıkıntı, mahzunluk, bir şeylerden rahatsız olma hissi, karşı duruşu ve yeniliği peşi sıra getiriyor. Tasasızken ve zamanınız göklerden genişken zihninizin yeniliklerle, fikirlerle, üretimle meşgul olmaması anlaşılabilir böylelikle. Bir çocuğun hayattaki ilk anlarının şahidi olmak zor ancak bu zorluk besliyor anneyi. Anne darlık zamanlarını değerlendiren soylu bir devrimciye dönüşüyor.

Her kadın "Anne olunca anladım" diye başlayan onlarca cümle kurabilir. Senin anne olunca anladığın şeyler nelerdir?

Pek çok şey söylenebilir. Her şeyden önce zamanın içindeki zamanı keşfettim. Yüzüne bakılmayan o küçük anların nelere gebe olabileceğini, koşulsuz sevgiyi, bir insanı kendinden çok düşünebilmenin ne anlama geldiğini, göğsümün içindeki merhamet adlı o çınarı, hüznü gizleyerek ağız dolusu gülebilmeyi, bedeninin bir cana ev sahipliği yapmasındaki sırrı, şikâyetin ardında gizli şükrü, annemi, çocukları, saf sevgiyi anladım. Anladım ve öğrendim.

Epey bir vakittir Cizre'de yaşıyorsun. Oralarda hayat nasıl akıyor Feyza? Kadınlarını merak ediyorum en çok. Kendi anneliğin ile Cizre kadınının anneliğini karşılaştırabilir misin?

Çağdaş dünyanın baş döndürücü hızından, bir arabanın camından dışarıya bakarken gördüğümüz o hızlı akıştan, uğuldayan kent yaşamından söz edebilmek mümkün değil Cizre'de. Dilde o bildik "zaman geçiyor, devran dönüyor" türküsü fakat diğer yanıyla da akan bir hayatın içinden geçmiyor zaman burada. Durağan. Olabildiğince. Bir gün, ötekiyle aynı… Hele ki benim gibi çılgın kalabalıktan uzak, bir dağın eteklerindeyseniz. Pencerenin önünden havalanan kuşlar, Habur sınır kapısından gelen birkaç tır, şansınız varsa ve hava serinse çocukların poşete ip bağlayarak yaptığı uçurtmalar ve onlarla birlikte havalanan gülüşleri... Görebileceğiniz en çok budur. Hele ki yazın kavurucu sıcağında. Çıt çıkmaz. Ancak bunları bir taşra sıkıntısını dile getirmek için anlatmıyorum. İmkânsızlığın, kıpırtısızlığın ve birbiriyle aynı olan döngünün de bir terbiye ediciliği var. Her şeyi kendi rengine boyayan tuhaf bir yanı… Cizreli kadınların kurdukları sofranın altına serdikleri plastik örtüyü, bir sene sonra gelen misafirlerim için kendi evimde sererken şehrin boyasıyla boyanmanın ne demek olduğunu anladığımı hissettim.

Kadınlar demişken… Tarihsel geçmişin kadına biçtiği rollerle sınırlı bir yaşam, doğuda çok daha fazla hissediliyor. Kadınlar evi çekip çeviriyor, koyunları sağıyor, çocuklarını işe ya da okula gönderiyor, bunun yanında bir de karmaşık ilişkiler zincirini ayakta tutması gereken tek kişi olarak görülüyor ne yazık ki. Annelik de bu ilişkiler zincirindeki bir halka. Kalın ve çoklu bir halka. Bu karmaşık ağ, tazeliğini yitirmemesi için sürekli beslenmesi gereken anneliği de geleneksel bir forma sokabiliyor. Yani burada annelik, özellikle de olgun çağladaki annelik, çoğunlukla aktarımsal bir mirasla ilerliyor. Pedagojik noktadan bakıldığında, hatalı denebilecek pek çok yaralı ilişkiye şahit olabilirsiniz burada. Diğer yanıyla modern çağ anneliğinin bitmek bilmez kaygılarından ve ıstıraplarından uzakta.

Kadın ve edebiyat, süregelen bir tartışma konusu. Ne dersin, kadının edebi eserler yazması varoluş mücadelesinin ürünü mü?

Kadın ve…" ile başlayan söylemlerin tümünü incitici ve ayrıştırıcı buluyorum. Kadın yazar, kadın girişimci, kadın akademisyen, kadın ressam, kadın şoför… Bu nitelendirmelerin başına erkeği koyabiliyor muyuz? Erkek girişimci diye bir ifadeye hiç rastlamadım mesela ya da erkek yazar? Var mı böyle bir söylem? Bu kimlik pazarlamasından sıyrılıp insana odaklanabilmek mühim olan… Mühim olan bir ağrıyı bölüşebilmek… Yaşam ve ruh arasındaki o hassas dengenin özüne indikçe ortaya çıkan sorularla yüzleşmek; bunları nasılsa cevaplayanlar, sırtlananlar, taşıyanlar var ve hep oldu, diye yüz çevirmek değil. Üstelik öze inmek yaralandığın, mahzun olduğun, halının altına süpürdüğün pek çok şeyi fark edilir kılıyor ve zannediyorum bir şeyler böyle başlıyor. Fark edişle. Söyleyecek sözün varsa bunları senin gibilere aktarma isteğiyle. Bu bir yol. Binlerce yoldan yalnızca biri… Ama bir varlık mücadelesi, hatta ispatı mı, emin değilim çünkü edebiyata böyle bakmak, dünyaya fazlaca ehemmiyet vermek gibi geliyor bana. Yok olmama düşünü, iyi eserin bir biçimde edebiyatın eleğinden geçip gün yüzüne çıkacağını düşünmek, Shelley'nin "Ozmandias" şiirindeki şu dizeler getiriyor aklıma: "Ben Krallar Kralı Ozmandias'ım/Ey güçlü olan, şu yaptığım işlere bak ve titre." Çölün tam ortasındaki tarihi anıtın çevresinde sadece uzayıp giden bir yalnızlık, kumlar ve ufak tefek kalıntılar vardır. Hepsi bu. Krallar Kralı Ozmandias'ı bugün kimse hatırlamaz, silinip gitmiştir.

Son yıllarda gittikçe talep gören bir alan oldu çevrimiçi edebiyat ve atölyeler. Sanırım pandemi süreci de bunu destekledi. Bu tarz online eğitim ve atölyelere özellikle kadınların rağbet ettiklerini görüyorum. Bu nasıl bir ihtiyacın sonucu sence?

Salgın süreciyle birlikte daha evvel deneyimlemediğimiz bir hayatın içinde bulduk kendimizi. Bu, pek çok olumsuzluğun yanında kültürel erozyonu da beraberinde getirdi. Nitelik ve sanatsal yetkinlik gözetmeksizin hayatımızdaki yeni ve alışılmadık boşluğu, üzerinde pek de düşünmeden kapatmaya çalıştık. Popüler kültür, boşluğu tıkayacağınız uygun tıkaçları sunmakla vazifeliydi. Sundu da. Bizler, bunların bize uygun olup olmadığını sorgulamadan kabul ettik. Asıl yapmak istediğimizin ne olduğu sorusu bir tarafta dururken bir de yetkinlik, nitelik, popüler kültürden sıyrılan sanatın, edebiyatın yüzüne bakılmayışı hususları var. Belki bu ikisini ayrı ayrı düşünmek ve eleştirmek gerek. Ancak ben, uzun uzadıya yapılan ve fevkalade havalı olan eleştirileri burada sıralamayacağım. Çünkü bunların, mevsimsel geçişler gibi cazibedar ve uçucu olduğuna inanıyorum. Gelip geçecek. Peki, bütün bunların ortasında duran kadın? O niçin bu kadar talepkârdı? Aslında hep olduğu gibi ayakta durmaya çalıştı kadınlar. Ayakta durmanın, ona verilmeyeni almanın, sesini fark edilebilir kılmanın yolunun kültürel yatırım yapmaktan geçtiğini düşündüler belki de. Fakat kültürün tüketime dönüşmesiyle birlikte deformasyona uğrayışı, boşluğun yanlış tıkaçlarla kapatılması bir başka şeyi doğurdu: Dün ektiğini, bugün biçme düşüncesini. Atılan bir ilk adımken gözler merdivenin son basamağına dikildi. Böyleyken buradan iyi ve uzun soluklu bir şey çıkabilir mi? Ya da yapılan "edebiyat yapmak"tan öteye geçebilir mi, işte bundan emin değilim. Fakat bu söylediklerim, kadınların deformasyona alan açtığını, dahası bunu talep ettiğini düşündürmemeli. Kültür endüstrisinde bugün, en çok kadınların varlığından söz ettiğimiz için bunları dile getiriyorum. Akademide, sanatsal aktivitelerde, edebiyatın her alanında kadınlar var ve hiç olmadığı kadar güçlü duyuluyor sesleri. Toplumun kadına gösterdiği yere bir itiraz ihtiyacıdır belki de bu.

FEYZA KARTOPU KİMDİR?

Editör ve yazar olan Feyza Kartopu, Sivas'ın bir dağ köyünde dünyaya geldi. Lisans eğitimini Çankırı Karatekin Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde tamamladı. Hacettepe Üniversitesi'nde pedagojinin yanı sıra metin çözümlemeleri üzerine eğitim aldı. Bir süre aktif olarak öğretmenlik yaptı. Bir yandan da muhtelif dergilerde masal, öykü, deneme ve kitap tahlil yazıları yazdı. Uzun süren sessizlik döneminden sonra, istifa ederek zamanının büyük çoğunluğunu yazmaya vakfetti. Ağırlıklı olarak yazmaya yönelen Feyza Kartopu, bu sürede pek çok kitabın da editörlüğünü yaptı. Halen çeşitli yayınevlerinde "freelance" olarak editörlük faaliyetlerini yürütmekte, çocuk ve yetişkin edebiyatına dair çalışmalar yapmaktadır. Yapıtları şunlardır: Salyangoz Avcıları, Balkabağı ile Dünya Seyahati, Başka Bir Dünya.

BİZE ULAŞIN