Talha Köse: ABD ve Batı Dünyada Düzen Kurma Fikrinden Vazgeçti

ABD ve Batı Dünyada Düzen Kurma Fikrinden Vazgeçti
Giriş Tarihi: 20.10.2021 14:09 Son Güncelleme: 20.10.2021 15:07

Dünyada uluslararası stratejik değişimler yaşanırken ve güç dengeleri yeniden şekillenirken bir yandan da yeni bir dünya düzeninden bahsediliyor. Kimilerine göre düzenin artık eskidiği küresel satranç tahtasında başta Çin olmak üzer e yeni aktörlerin öne çıkışıyla yeni bir nizamın oluşması kaçınılmaz, kimilerine göre hiçbir şey değişmeyecek, kimilerine göre ise mevzu çok daha derin ve karanlık. Peki, gerçekte durum ne? Yeni bir devre mi giriliyor? Dünyanın güç dengeleri nereye doğru gidiyor? Yeni dönemin aktörleri ve etkileri neler olacak? Neler değişebilir? Yoksa ülkeler bir kaosa mı sürükleniyor? Bu ve benzeri soruların cevaplarını, uluslararası gelişmeleri yakından takip eden siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler uzmanı Doç. Dr. Talha Köse Lacivert için masaya yatırdı.

İkinci Dünya Savaşı'ndan ve Soğuk Savaş'tan sonra ABD öncülüğünde "yeni bir dünya" kurulduğu ilan edilmişti. O zamanın Yeni Dünya Düzeni'ni ve kurduğu dünyayı nasıl tanımlarsınız?

Soğuk Savaş bittikten sonra 90'ların başıyla Yeni Dünya Düzeni kavramını duyduk. Bir yandan ABD ile bu işin askeri ayağı, bir yandan da Avrupa ve transatlantik boyutuyla ekonomik ayağının desteklendiği liberal değerler ve demokrasi üzerinden bu işin aslında fikri altyapısının sağlamlaştırıldığı ve kapitalizmin küreselleştiği, yani büyük merkezi ülkelerin kendi üretim satış süreçlerini küreselleştirdikleri bir sistem oluşturmaya çalıştılar. Dolayısıyla 90 sonrasındaki tartışma Yeni Dünya Düzeni üzerinden gidiyordu. Liberal değerler üzerinden küresel bir hegemonya oluşturmaya çalışıldı. Yeni dünya sisteminde şöyle bir şey öngörülüyor; "biz zaten Soğuk Savaş'ı kazandık. Bu işin ekonomisini küreselleşme üzerinden dünyaya yayacağız. Askeri olarak bu liberal değerler ve BM sistemi üzerinden dünyadaki yerel çatışmalara müdahil olacağız. Bununla demokratikleşme süreçleri içerisinde yerel siyasetlerin içine nüfuz edeceğiz." Oluşturulmak istenen sistem buydu aslında. Hegemonik olarak Batı sisteminin sınırsız bir şekilde genişlemesini öngörüyordu.

Bunun sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu strateji karşısında bugün bir süper güce dönüşen Çin ve Rusya'nın tutumunu nasıl değerlendirmeli?

Bu dönem istikrar getirmedi: Somali, Etiyopya, Sudan gibi Afrika ülkelerinde açlıklar meydana geldi, devlet sistemleri çöktü, ciddi sıkıntılar yaşandı. Aynı şekilde Balkanlarda ciddi sıkıntıların yaşandığını görüyoruz. Ruanda'da, Bosna'da, Kosova'da soykırımlar yaşandı. Bütün bunlar aslında dünyaya bir düzen vaat eden sistemin gözü önünde oldu. Soğuk Savaş sonrasının liberal müdahalecilik konsepti hiçbir yerde başarılı olamadı, dünyaya bir istikrar da getiremedi. Yeni Dünya Düzeni dediğimiz şey aslında Batı merkezli, liberal, kapitalist ve ABD'nin öncülük ettiği askeri sistemin dünyaya yayılmasıydı. Bu Yeni Dünya Düzeni fikri 90'ların sonunda başarısız oldu.

Sonrasında ve 11 Eylül saldırılarıyla beraber yeni bir parantez açıldı. Terör örgütleriyle karşı karşıya kalındı.

11 Eylül saldırıları bu manada neler ifade ediyor?

11 Eylül ile birlikte Batı'yı ve hatta bütün ülkeleri bir arada tutabilecek yeni bir tehdit ortaya atıldı ve bu tehdit iyice köpürtüldü. Bu terör tehdidiydi; kendi ifadeleriyle "İslami terör"dü. Teröre karşı küresel savaş söylemi üzerinden ülkeleri bir araya getirme, güvenlik oluşturma çabası vardı ama o sistem tamamen çöktü. Tamamen ülkeleri işgal eden emperyalist hegemonya oluşturan, kendi içyapılarını dönüştürmeye çalışan, insanlara belli fikirler dayatmaya çalışan bir yaklaşım ortaya çıktı. Bunun en büyük mağduru da Müslümanlar oldu. Batı bununla uğraşırken o dönemde ekonomik olarak yükselen güç olan Çin bundan istifade etti. ABD ve Avrupa teröre karşı küresel savaş söylemiyle uğraşırken Çin, Hindistan gibi ülkeler de kendi ekonomilerinin güçlendirilmesine, istikrarına ivme kazandırdılar. Nihayetinde bu teröre karşı küresel savaş söylemi ne Batı'yı birleştirdi ne istikrar sağlayabildi ne de yeni güçlenen aktörleri bir şekilde dengeleyebildi, çevreleyebildi. Dolayısıyla ABD'nin dünyanın jandarması olduğu düzen çöktü. Ne Irak'ta ne Lübnan'da ne Somali'de ne Afganistan'da ABD bir düzen oluşturamadı.

Afganistan'da ABD'nin stratejilerinin çöküşünden sonra yeni ve daha farklı bir dünya düzeni oluşacağı öngörülüyor. Sizce bu ne kadar gerçekçi? Bundan sonra neler olabilir, nasıl bir düzen kurulabilir?

ABD ve Batı artık dünyada düzen kurma fikirlerinden vazgeçtiklerini belirttiler. Biden kendisi söyledi; "Biz artık ulus ve devlet inşası konseptinden geri adım atacağız" dedi. Bu, "liberal, dünyayla entegre ve kendilerince demokratik olan ülkeler yaratma çabasından vazgeçtik" demek. Dolayısıyla ABD artık belirsiz bölgelerde düzen kurarak kendi hegemonyasını genişletme fikrinden vazgeçti çünkü maliyetliydi, hem yerelden hem bölgesel ve küresel diğer aktörlerden direnç ortaya çıkartıyordu. Bunun bir alternatifi, buralarda bir düzen kurmak isteyen başka aktörler var mı peki? Önce Çin'e baktığımızda böyle bir niyetinin pek olmadığını görüyoruz. Çin, daha pragmatik davranıyor. Yerelde hangi aktör güçlüyse onunla ilişkilerini sıkı tutup onun üzerinden bir düzen inşa etmeye çalışıyor. Dolayısıyla ABD gibi bir yeknesak düzen oluşturma fikri yok. Rusya'ya bakıyoruz, onun öyle bir kapasitesi yok. Avrupa'nın da öyle bir istediği ve kapasitesi yok. Dolayısıyla dünyada bir güç boşluğu ortaya çıktı. Ama bu güç boşluklarını yönetmeye aday aktörler yok. Afganistan'a bakıyoruz, Hindistan'ın yanında. Pakistan var, Çin var, Rusya var, Türkiye var, İran'ı, hatta Avrupa'yı bile etkiliyor. Burada düzen kurmaya aday bir aktör yok. Bence olmayacak da. Ama buradaki istikrar herkesin bir açıdan da işine geliyor.

Genelde vakum kanunu gereği bu boşluğu birileri doldurur.

ABD artık boşluklar oluşturuyor. O boşluklarda da rekabet olsun istiyor. Kendi rakibi olan ülkeler buralarda yorulsunlar, debelensinler istiyor. Rusya'yla Çin kapışsın, Pakistan'la Hindistan kapışsın, İran'la Pakistan kapışsın istiyor. Kendisi gidip oraya düzen kurup o kadar emek ve maddi kaynak vereceğine kendi rakibi olan aktörlerin o belirsizlik ve düzensizlikte yıpranmasını istiyorlar. Dolayısıyla ABD'nin çıkarları açısından daha az maliyetli bir yaklaşım tarzı olarak görülüyor. O açıdan ben yakın vadede Afganistan'da ve diğer boşluklarda kolay kolay bir istikrarın olacağı kanaatinde değilim. ABD tam tersine buralarda çözümün önüne geçiyor. Mesela Suriye'de çözüm olmasını engellemeye çalışıyor. Çünkü bu şekilde devam ederse Türkiye, İran, Rusya bir şekilde yıpranıyor. İsrail'in en büyük tehdidi olabilecek Suriye zayıflıyor. Bu sistem ABD'nin çok işine yarıyor. Orada bir terör örgütünü destekliyor ve istikrar oluşmasını engelliyor.

O halde bundan sonra lokal çatışmaların dünya sathına yayıldığını görebiliriz.

Tabii. Orada bölgesel aktörler kendilerine belki küresel güçlerden ve yereldeki etnik ve ideolojik unsurlardan partnerler bulacaklar. Dolayısıyla çok katmanlı ittifaklar oluşacak. ABD gelip her şeyi kurmayacak, yerel aktör de işin içinde olacak. Daha katmanlı koalisyonlar meydana gelecek ve birbirlerini dengelemeye çalışacaklar. Düzen sisteminden dengeleme sistemine doğru bir geçiş var. Buralarda sürtüşmeler yaşanacak, taraf değiştirmeler olacak ve bu savaş risklerini de tetikleyecektir.

Yeni oluşan dünya konjonktüründe ABD ile Çin arasındaki denge ve rekabet nereye varabilir sizce?

ABD odağını tamamen Çin'e kaydırmış durumda çünkü uzun vadede Çin'in kendi alanının dışına çıkıp kafasını kaldırmasını istemiyor. Güney Çin Denizi'nde genişleyen bir Çin var ve sadece orada genişlemiyor. Yol ve kuşak projesiyle Avrasya üzerinden bir alan oluşturmaya çalışıyor. Bu da ABD'yi çok tedirgin ediyor. Pasifik bölgesi ya da Çin Denizi dışında Avrasya üzerinden Avrupa'ya doğru kaymaya çalıştığında bu sefer küresel bir hegemonya oluşturma çabası ortaya çıkıyor. ABD bu yüzden kaygılanıyor. Bunun için de şunu yapıyor: Pasifik'te dengeleyici bir eksen oluşturmaya çalışıyor. Filipinler'i, Vietnam'ı alıyor ve bunları desteklemeye çalışıyor. Japonya ve Kore üzerinden alternatif bir eksen oluşturmaya çabalıyor. Bir yandan da Güney Asya'da Hindistan üzerinden bir dengeleme yapmaya çalışıyor. Yani Çin'i iki taraftan da; hem Pasifik'ten hem Güney Asya'dan jeopolitik olarak dengelemeye çalışıyor. Çin de bunu aşmak için Pakistan ile iş birliği yapıyor. Aslında Çin'in kendi bulunduğu bölgede çok ciddi bir nüfuz alanı olduğunu biliyoruz ama çok ciddi bir rekabet de var. Bu rekabette orta boylu devletlere daha fazla iş düşüyor. Onları kimin alacağı, kimin nereye eklemleneceği burada çok önemli olacak. Bu açıdan Çin'in yayılma stratejisi içerisinde Pakistan'ın, İran'ın, hatta Türkiye'nin yol kuşakları açısından önemli bir rolü var.

Peki, bazı odaklar tarafından dünya için tasarlanmış ve dayatılan bir nizam söz konusu olmaz mı?

Bütüncül bir düzen anlayışı bence oluşturulamadı. Bunun alternatifi olabilecek bir aktör de yok. Çin'in "ben yeni bir düzen kuracağım" gibi bir iddiası da yok. O zaman nasıl ilerleyecek? Belli rekabet alanları olacak, bu rekabet alanları üzerinden de güç dengeleri oluşmaya başlayacak. Yani şu anda yekpare bir sistem olduğunu görmüyoruz. Yerelde çok fazla çatışma çıkacak bence. Onlar da rekabet alanlarına dönüşecek. Artık zaten büyük güçler II. Dünya Savaşı'ndan sonra nükleer silahların çıkmasıyla artık savaşmayı bırakıp savaşları yerel bölgelere lokal aktörlerin üzerine kaydırmışlardı. Bu konseptin daha da genişleyerek devam edeceği kanaatindeyim. Ama bu çok öngörülebilir bir sistem olmayacak. Çok daha dinamik bir güç sistemi oluşacak.

Önceki dünya düzeninde küreselleşmenin ve kapitalizmin büyük bir etkinliği vardı. Yeni dönemde nasıl olacak? Bir de son dönemde küreselleşmenin ağır bir darbe aldığına dair görüşler var.

Kesinlikle darbe aldı. Küreselleşme dünyada sermayeyi, refahı adil bir şekilde dağıtan bir sistem ortaya koyamadı. Dünyadaki gelir dağılımını da eşit bir şekilde sağlayamadı. Birtakım şirketlere, birtakım şeffaf olmayan kuruluşların aslında dünya ekonomisi üzerinde alabildiğince hâkim oldukları bir sisteme doğru gittiler. Küreselleşme vaat ettiği şeyleri veremedi; insanlara daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve daha fazla refah vaat ediyordu. Fakat bunun ABD'de dahi olmadığını gördük. En nihayetinde Fukuyama'nın dediği gibi daha fazla özgürlük, daha fazla refah değil, daha fazla kaos, çatışma, ekonomik adaletsizlik ve eşitsizlik ortaya çıktı. Dolayısıyla bu fikir çöktü.

Böyle bir ortamda daha dengeli bir sisteme gelinmeye çalışılıyor ama henüz büyük aktörler arasında bir konsensüs olmadığını görüyoruz. Dünyayı şekillendirmeye çalışırken Çin'in düşündüğü bir şeyler var, ABD'nin planladığı şey başka. Avrupa da "Biz aslında dünyada bu sisteme bütüncül bakmak istemiyoruz, kabuğumuza çekilelim, kendi refah ve özgürlüğümüzü yaşayalım" şeklinde düşünüyor. Bu refah ve özgürlüğün oluşma süreci dünyanın diğer bölgelerinin 150-200 sene boyunca talan ve tarumar edilmesi üzerineydi. Paralarını, kaynaklarını, kültürlerini bütün her şeylerini söktükleri ülkelerdeki insanlar bize gelmesin istiyorlar. Bu da mümkün olmuyor tabi. Gidip 100-200 sene boyunca sömürdükleri insanlar geliyor ülkelerine. Devletlerin çöktüğü diğer düzensiz ülkelerden göç dalgaları oluşmaya başlıyor. Bu göç dalgaları da diğer bölgeleri istikrarsızlaştırıyor.

Anladığım kadarıyla eski yapı gidiyor. Bu durumu "dünya artık kaos çağına giriyor" diye yorumlayanlar da var. Siz buna katılıyor musunuz?

Aslında kaos hep vardı. Orta Doğu'da, Afganistan, Pakistan bölgesinde, Afrika'nın doğusunda hep kaos hep vardı. Dolayısıyla daha Sarı Yelekliler, ırk ve göçmen ayaklanmaları gibi eylemlerin kaos dalgalarını çevreden yavaş yavaş merkeze getirdiğini görüyoruz. Göçmenler, ekonomik sorunlar bunları hızlandıracaktır.

Dünya küreselleşmeye gidiyor derken bu fikir çöktü. Milli ve ulus-devlet anlayışının tekrar yükselmesi gerçekten söz konusu mu bu durumda? Bu bir geriye gidiş sayılmaz mı?

Geriye gidiş sayılmaz. Ben o kanaatte değilim. Dünyadaki siyasi yapıları düşündüğümüzde ekonomik yapılarla çok iç içe. Krallıklar, feodal sistem tarım toplumlarıyla gidiyordu. Sanayi toplumları ulus devletlerini inşa etti. Sanayi sonrası toplumlar küreselleşmeyi destekledi. Şimdi bir tık daha öteye gittik. Bu yapay zekânın ve makineleşmenin geldiği bir dünyada aslında ulus devlet konsepti işlevsel değil. Yani yeni ortaya çıkan ekonomik sisteme popülist ve milliyetçi bir direnç olarak ortaya çıkıyor ama bunu sadece bir direnç olarak görmemiz lazım. Eski yaklaşımla ortaya çıkan bir direnç. Endüstri sonrası yapay zekâ çağının yeni, sistemi ne olacak? Posthuman çağında siyasi sistemin ne olacağını ben de tam öngöremiyorum açıkçası. Şu anda ortaya çıkan milliyetçi tepkinin yeni ortaya çıkan düzene tepki olduğunu düşünüyorum.

Tüm bu geçiş döneminde değişen denklem ve dengeler açısından Türkiye nasıl bir yerde duruyor ve izlediği politikaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye bölgedeki ve dünyadaki gelişmeleri çok yakından takip ediyor ve işin içinde. Öncelikle doğrudan çatışma bölgeleri içinde ve bunlardan etkileniyor. Müttefiklerinden yeterince destek görmüyor ve bedel ödüyor. Bu şartlarda kendi müstakil kapasitesini oluşturmaya çalışan bir yaklaşım ortaya koymayı tercih etti ki bu riskli ve maliyetli olsa da. Daha sonra klasik ittifaklar yerine ülkelerle konu bazlı iş birlikleri yaptı ya da konu bazlı çelişti. Bu da aslında dünyanın yeni diplomasisiyle uyumlu… Bir yandan da Cumhurbaşkanımızın ifadeleriyle mevcut küresel sistemin işlevsiz olduğunu eleştiriyor Türkiye. Bu da bir karşılık buluyor. Sadece Türkiye'de değil, İslam dünyasında birçok ülkede bu eleştiri karşılık buluyor. Dolayısıyla Türkiye, sistemin işlemediğinin fakında… İşlemeyen sistem içerisinde belli adımlar atması gerektiğinin farkında. Bunların ön adımlarını atmaya çalışıyor. Savunmasını müstakil hale getirmeye çalışıyor, diplomasisini çeşitlendirmeye çalışıyor, insanları buna alıştırmaya çalışıyor. Türkiye'nin bazı avantajları da var ama en büyük dezavantajı bulunduğumuz bölge itibarıyla çok fazla çatışmanın olması ve bu çatışmaların Türkiye'ye maddi, siyasi ve insani maliyet üretmesi. Bunların hepsi Türkiye açısından risk oluşturuyor. Kendi iç bütünlüğümüzü muhafaza ettiğimizde, dünyadaki bu gelişmelere karşı ortak bir bilinç geliştirdiğimiz sürece Türkiye'nin direncinin yüksek olacağı kanaatindeyim.

Dünyanın yakın gelecekteki durumuna yönelik söyleyecek bir şeyiniz var mı?

Ben genel çerçeveyi çizdim. Biz hep ABD-Çin olarak düşünüyorduk. Bence bundan sonraki dönem posthuman dediğimiz insan sonrası dönem olacak. Savaşları görüyorsunuz, drone'lar yapıyor her şeyi. İnsan sonrası döneme hazırlanmamız gerekiyor. Biraz karanlık gibi görünüyor. Siyasi sistemleri ve düzenleri biraz bu belirleyecek; henüz bunun dünya sistemi olarak karşılığı ne olacak, tam öngöremiyoruz. Yani diğer siyasi yapılardan adapte olanlar başarılı olacak. Eski kavramlar ortadan kalkacak. Eski bölünmüşlükler ortadan kalkacak.

DOÇ. DR. TALHA KÖSE KİMDİR?
2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu. 2002'de Sabancı Üniversitesi Uyuşmazlık Analizleri ve Çözümleri programında yüksek lisansını tamamladı. 2010'da George Mason University School for Conflict Analysis and Resolution'da doktorasını tamamladı. 2010-2016 arasında İstanbul Şehir Üniversitesi'nde öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı yaptı. ABD'de George Mason University ve Hollanda'da Maastricht University'de misafir öğretim üyesi olarak dersler verdi. Çatışma analizleri çözümleri, barış çalışmaları, modern Türkiye'de kimlik sorunları, dış politikada ara buluculuk ve çatışma çözümleri teknikleri üzerine çalışmalarda bulundu. Türkiye'de Üniversiteler ve Radikalleşme, Stratejik Zihniyet, İran Nükleer Programı ve Ortadoğu Siyaseti - Güç Dengeleri ve Diplomasinin İmkânları gibi kitaplara imza attı. Halen İbn Haldun Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı olarak görev yapmakta ve SETA'nın Brüksel koordinatörlüğünü yürütmektedir.

BİZE ULAŞIN