Enis Doko: BAĞIMLILIK: SEÇİM Mİ, HASTALIK MI?

BAĞIMLILIK: SEÇİM Mİ, HASTALIK MI?
Giriş Tarihi: 11.04.2025 10:57 Son Güncelleme: 11.04.2025 10:57

Bağımlılık ve onun özel bir türü olan madde bağımlığı çağımızın en önemli sorunlarından biri. Bu illet hem kişisel bir sorun hem aileleri mahveden bir kanser hem de yaygın bir halk sağlığı sorunu. Bulaşanların hem fizyolojisine hem psikolojisine hem de maneviyatına zarar verip insanları adeta zombileştiriyor. Ancak tüm yaygınlığına rağmen toplum olarak bağımlılığa nasıl bakmamız gerektiği konusunda bence dengeli bir bakış açısına sahip değiliz. Bu yazıda dengeli bir bakış açısını, felsefeci Hanna Pickard'ın çalışmaları üstünden tartışmak istiyorum.

Modern toplumda bağımlılığın görülme sıklığı çeşitli nedenlerle artıyor. Ekonomik güvensizlik ve günlük yaşamın acımasız temposu nedeniyle artan stres seviyeleri, birçok insanı bir kaçış veya başa çıkma biçimi olarak bağımlılık yaratan maddelere veya davranışlara yönelme konusunda savunmasız bırakıyor. Gençler gittikçe teknoloji odaklı bir yaşam tarzına dönüyor ve böylece sosyal çevrelerden uzaklaşıyorlar. Bu yalnızlaşan gençlerin depresyona girmesi ve bir kaçış yolu olarak bağımlılıklara saplanması kolaylaştığı gibi, kendilerine yardımcı olabilecek toplumsal destek fırsatlarından da mahrum kalıyorlar. Dahası ne yazık ki bu bataklığa bizi çağdaş toplum ve popüler kültür de itiyor. Maddelere bu nebze kolay ulaşım imkânı olan ve bağımlılık alışkanlıklarının popüler kültürde bu kadar normalleştirildiği bir başka dönem yoktu sanırım. Dolayısıyla bağımlılık çağımızda çok daha önemli bir sorun haline gelmiş durumda.

İki farklı bakış açısı

Yukarıda genelde bağımlılığa çok basit yaklaştığımızdan söz ettim. Bağımlılara genelde insanların iki farklı çerçevede yaklaştıklarını görüyoruz. Birincisi bağımlılığın ahlaki modeli olarak bilinen çerçevedir. Bağımlılığın ahlaki modeli, bir bireyin madde kullanımı veya bağımlılık davranışının
öncelikle kişisel seçim, karakter kusurları veya ahlaki zayıflıktan kaynaklandığını ileri sürer. Bu bakış açısında bağımlılık geliştiren kişiler iradelerini kullanamadıkları veya ahlaksızca davrandıkları için başarısız olarak görülürler. Bu yaklaşımın savunucuları aşırı içki veya uyuşturucu kullanımını, cezalandırılmayı veya sosyal olarak dışlanmayı gerektiren davranışlar olarak yorumlanır. Son asra kadar ahlaki model toplumlarda baskın olan görüş oldu. Bu görüş ülkelerin yasalarına da yansıdı. Bu çerçeve, cezalandırıcı bir yaklaşımı destekledi ve bağımlılığı olan kişilere rehabilitasyon ya da tıbbi tedavi sunmak yerine onları kriminalize eden yasalara ve sosyal tutumlara katkıda bulundu.

Bu yaklaşım tüm yükü bağımlıların sırtına yükler. Zira bağımlılık ahlaki bir başarısızlıksa, o zaman kişinin bağımlılıktan kurtulması bir kişisel sorumluluktur. Kişi disiplin göstermeli ve bırakmaya karar vermelidir. Bunu yapmaması da ahlaki bir kusurdur. Ahlaki model özellikle psikologlar tarafından sıklıkla eleştirilir. En temel eleştiri bu çerçevenin bağımlılık davranışını yönlendiren karmaşık biyolojik, psikolojik ve sosyal faktörleri aşırı basitleştirdiğidir. Üstelik insanları ahlaksız olarak damgalamak onları yardım aramaktan caydırabilir ve toplumun dışına itilmelerine neden olabilir.


İkinci model ya da çerçeve ise daha çok toplumun eğitimli kesiminde ve psikologlarda karşımıza çıkar. Bu model bağımlılığın hastalık modelidir. Bağımlılığın hastalık modeli, madde bağımlılığını ahlaki bir başarısızlık veya öz kontrol/irade eksikliğinden ziyade kronik bir tıbbi durum olarak okur. Bu bakış açısına göre bağımlılık, genetik faktörler, nörolojik anormallikler ve çevresel faktörlerden kaynaklanan diyabet veya hipertansiyon gibi diğer hastalıklar kategorisindedir. Bu modelde bağımlılar ödül, motivasyon ve karar verme süreçlerinden sorumlu beyin bölgelerindeki anormalliklerden
dolayı iradelerini etkin bir şekilde kullanamazlar. Nitekim çok sayıda tıbbi ve psikiyatrik kurum bağımlılığı tedavi edilebilir, kronik bir beyin hastalığı olarak tanımlar.

Bu "beyin hastalığı" nitelemesi, madde kullanım bozukluğu yaşayan kişilerin zararlı sonuçlar karşısında bilinçli olarak kullanmaya devam etmeyi seçmediklerini iddia ederek onlara sunulan ahlaksızlık damgasını da reddeder. Bağımlılık bir hastalık olunca tedavisi terapötik müdahalelerle ve genellikle ilaç destekli yaklaşımlarla sağlanır. Bu model genellikle kişisel eylemliliği inkâr ettiği, kişiyi pasifliğe ittiği gerekçesi ile eleştirilir.


Pickard modeli
Psikiyatri felsefecisi Hanna Pickard tavizsiz ahlaki yargı ile tamamen biyolojik, deterministik görüş arasında bir orta yol olduğu kanaatinde. Bundan dolayı o iki modeli de eleştiriyor. Pickard, her iki modelin de en uç haliyle bağımlılığın temel yönlerini gözden kaçırdığını ve madde kullanımıyla mücadele edenlere istemeden zarar verebileceğini savunuyor. Ben Pickard'ın yaklaşımının ilginç ve yararlı olduğu kanaatindeyim. Modelini ele almadan önce iki uç modele getirdiği eleştirilere hızlıca bakalım.

Pickard yukarıda da değindiğimiz gibi ahlaki modelin aşırı suçlama ve damgalamaya yol açarak bireylerin yardım aramasını zorlaştırabileceğine işaret ediyor. Pickard'a göre bu yaklaşım, madde kullanımını tek geçerli seçenek gibi hissettirebilecek stres, travma veya ekonomik zorluklar gibi güçlü sosyal ve psikolojik güçleri hesaba katmıyor. Ancak en büyük sıkıntısı bağımlılığı kötü karara indirgemesi. Öyle olunca da genellikle destekleyici, kanıta dayalı yardım yerine utandırmayı ve cezalandırmayı teşvik etmeye yol açıyor.


Pickard nörobiyolojik araştırmaların önemini kabul etmekle birlikte hastalık modelinin aksi yönde ileri gittiği kanaatinde. İnsanlar sadece değişen beyin kimyasının pasif kurbanları olarak görülürse, bu onların sorumluluk ve kontrol duygularını azaltabilir. Başka bir deyişle, hastalık modeli, bireyi durumunu değiştirmek için çok az gücü olan, hatta belki de hiç olmayan biri olarak tanımlar. Bu ise kişide çaresizlik duygusu oluşturur. Ona göre ihtiyaç olan bunun ortası bir modeldir.

Hanna Pickard'ın yaklaşımı basit ama ilginç. Bağımlılık, yoksulluk, sosyal baskılar, genetik, ya da nörolojik sorunlar gibi çok güçlü faktörlerden etkilenir, ama bu faktörlerin hiçbiri insan iradesi ve seçeneğini yok edecek seviyede değildir. Diğer bir deyişle Pickard, hem sert "ahlaki başarısızlık" etiketini hem de bağımlılığın bireylerin tüm kontrolünü elinden alan bir "beyin hastalığı" olduğu görüşünü reddediyor.


Akrasia durumu

Ağır bağımlılık durumlarında bile insanlar günlük yaşamlarını sürdürür, planlar yapar ve bazen madde kullanma dürtüsüne direnirler. Dahası araştırmalar, birçok bağımlının resmi tedavi görmeden bağımlılığını bıraktığını gösteriyor. Bu da eylemliliğin ve kişisel seçimin bir rol oynadığını
gösteriyor. Eğer bağımlılık tüm seçenekleri ortadan kaldıran bir hastalık olsaydı, tıbbi müdahale olmadan iyileşme imkânsız olurdu. Ancak iyileşmenin gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Fakat bu bağımlıların iradelerini tamamen özgür bir şekilde kullandıkları anlamına gelmiyor. Bağımlı olunan şeyin yoksunluğu kişide güçlü bir psikolojik ve fiziksel baskı yaratır. Buna yoksulluk, travma ya da stres gibi faktörler eklenince kişinin iradesi daha da baskılanır. Son olarak utanç ve damgalanma yardım almaya da engel olarak kişiyi iyice zor durumda bırakır.

Pickard bağımlılığı, Aristoteles'in ahlak kuramında önemli bir yer tutan akrasia kavramına benzetiyor. Akrasia dürtüsellik veya irade zayıflığı nedeniyle kişinin akli olarak makul bulduğu kararlara ters hareket etmesine verilen isim. Mesela bir kişi aşırı yemenin sağlıksız olduğunu bilir ama yine de devasa bir pastayı yerse akrasia durumuna düşer. Birçok bağımlı bırakmak ister ve davranışlarının zararlı olduğunu entelektüel olarak kabul eder,
ancak eylemlerini uzun vadeli hedefleriyle uyumlu hale getirmekte başarısız olurlar. Bu da bağımlılığın sadece bir beyin hastalığı değil, özdenetimle ilgili derin bir insani mücadele olduğunu gösterir. Akrasia durumundakiler tamamen seçeneksiz değildirler, ancak direnme kabiliyetleri ciddi şekilde zayıflamıştır. Kişi ne kadar çok pes ederse, alışkanlık o kadar yerleşik hale gelir ve gelecekteki direnişi zorlaştırır.

Bireyleri kınamadan sorumlu tutmak

Pickard'ın çalışmalarının temelinde "suçlamayan sorumluluk" kavramı bulunuyor. Pickard, bireyleri utandırmadan ya da kınamadan kararlarından sorumlu tutmanın mümkün olduğuna inanıyor. Bunun için ahlaki sorumluluk ile ahlaki suçlama arasında ayrım yapıyor.

Ahlaki sorumluluk bireylerin seçimlerinin sonuçları olduğunu kabul eder. Kişinin kendini geliştirme ya da değiştirme kapasitesi olduğunu ima eder. Diğer taraftan ahlaki suçlama karaktere veya kişisel başarısızlığa ilişkin olumsuz bir yargıyı ima eder. Kişi eyleminden dolayı kınanır, utandırılır
ve damgalanır. Suçlanan kişinin doğasından dolayı zayıf, sorumsuz veya ahlaksız olduğunu öne sürer. Pickard, bağımlıların eylemlerinin sonuçlarından ahlaki olarak sorumlu tutulmaları gerektiğini, ancak bağımlılık ve utanç döngülerine yol açan ahlaki suçlamaya maruz bırakılmamaları gerektiğini savunuyor. Suçlama olmaksızın sorumluluğa odaklanıldığında, bağımlıların desteklendiklerini ve değişebileceklerini hissetmeleri
daha olasıdır. Yine suçlamadan sorumluluğa odaklanmak, bağımlıları eylemlerini sahiplenmeye ve ahlaki olarak kınanmış hissetmeden iyileşme yolunda çalışmaya teşvik eder.


Pickard bağlamın da her zaman farkında olmamız gerektiğini söylüyor. Bağımlıların çeşitli faktörlerin baskısında olduklarını anlamak onlara karşı şefkatli olmamızı ve daha iyi empati yapmamızı sağlar. Dolayısı ile kişi bağımlıları nasıl cezalandırırız diye düşünmek yerine, onlara nasıl yardım ederiz diye düşünmeye başlar.

Pickard'ın temel argümanlarından biri, bağımlılığın sadece biyolojik veya psikolojik bir sorun olmadığı, öz kimlik ve kişisel anlatıya derinden
bağlı olduğudur. Bağımlılıkla mücadele eden insanlar genellikle kendilerini temelde kötü, zayıf veya değersiz gördükleri parçalanmış bir benlik duygusu yaşarlar. Bu da onların aslında durumlarını değiştirmek için iradeleri devreye sokamayacak kadar zayıf görmelerine neden olur. Üstelik kişi bu süreçte kendini varoluşsal bir krizde bulur.

"Suçlamayan sorumluluk" yaklaşımı

Bağımlılık genellikle duygusal acıdan sorunlardan kaçmanın bir yolu olarak başlar, ancak zamanla daha derin bir varoluşsal boşluk yaratır. Bazı bağımlılar kendilerini boş, amaçsız veya hayatın anlamından kopmuş hissettiklerini bildirirler. Daha güçlü bir benlik duygusu olmadan, bağımlılığı
bırakmak, rahatlık veya istikrar sağlayan tek şeyi kaybetmek gibi hissedilecektir. Bağımlılıktan kurtulma çoğu zaman bir büyüme ve dönüşüm kimliğine geçmeyi içerir. Bu nedenle bağımlılıkla, özellikle de alkol bağımlılığı ile mücadelede başarılı olduğu ortaya konulmuş anlatı terapisi ve
destek grupları kendini yeniden tanımlamaya odaklanırlar.

Nitekim Pickard'ın görüşü, varoluşçu tonlara sahip Paul Ricoeur'ün anlatısal kimlik teorisine yakındır. Bu teoriye göre kimliklerimizi kendimiz hakkında
anlattığımız hikâyeler aracılığıyla inşa ederiz. Kişisel hikâyemiz bir başarısızlık ve çaresizlik hikayesi olarak okunursa, kendimizde mücadele edecek güç bulamayız. Diğer taraftan büyüyebilecek bir birey olarak görürsek bu durum tersine döner.


Tabi bu noktada biz topluma düşen görevler de var. Pickard'ın görüşünü tam bu yüzden önemsiyorum. Pickard, öz kimliğin sadece kişisel olmadığını, toplum tarafından şekillendirildiğini hatırlatır. Eğer toplum bağımlılara umutsuz suçlular olarak davranırsa, bağımlılar bu görüşü içselleştirecektir.
Diğer taraftan toplum bağımlılara değişme kapasitesine sahip insanlar olarak davranırsa, bağımlıların dönüşme olasılığı daha da yükselecektir. İşte bu nedenle rehabilite edici politikalar ve şefkatli tedavi, cezalandırma ve damgalamadan çok daha etkilidir. Bunun için de toplumun Pickard'ın "suçlamayan sorumluluk" tavrı benzeri bir tavrı içselleştirmesi yararlı olacaktır.

BİZE ULAŞIN