Alper Bilgili: BİLİM İLE DİN İLİŞKİSİ “ÇATIŞMA” GİBİ BASİT BİR FORMÜLLE AÇIKLANAMAZ

BİLİM İLE DİN İLİŞKİSİ “ÇATIŞMA” GİBİ BASİT BİR FORMÜLLE AÇIKLANAMAZ
Giriş Tarihi: 21.6.2023 11:15 Son Güncelleme: 21.6.2023 11:22
Bilimin, sistematik ve yöntemli bilgi edinme çabasının insanlık için kaçınılmaz olduğu inkâr edilemez bir gerçek. Ancak bilim ya da bilimsel metotlar günümüzde dahi bazı ta rtışmaları beraberinde getirebiliyor ya da eskiden kalmış tartışmaların zaman zaman y eniden alevlendiğini görebiliyoruz. Sadece son birkaç yılda bile dünya çapında gör düğümüz aşı karşıtı hareketler, bilime karşı septik yaklaşımlar, zaman zaman din ile bilimi karşı karşıya getir en çoğu politik alt sebeplere dayanan polemikler ya da bilimi adeta kutsayan üstenci dil kullanımları gibi eğili mler bilimle ilgili meselelerin bazıları. Ülkemiz ekseni başta olmak üzere bu türden tartışmaların kökenleri, etkileri ve sebepleri nelerdir öğrenelim istedik ve bilim üzerine çalışmalara ve kitaplara imza atmış bir akademisyene başvurduk. Acıbadem Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Alper Bilgili, bilime biçilen r olleri, geçmişimizdeki bilim arayışlarını, Osmanlı’dan günümüze dek uzanan din-bilim tartışmalarını, Kilise ’nin din-bilim çatışmasındaki rolünü, buyurgan bilimcilik anlayışının ülkemizdeki tezahürünü ve Yeni Ateizm gibi her şeyin cevabını doğa bilimlerinde arayan ekollerle ilgili pek çok meseleyi Lacivert için yorumladı.

Bilimin vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum ancak sanki özellikle ülkemizde bilime verilen tanım biraz farklı gibi. Bir yanda bilimden çok bilimci bir bakış açısı, öte yanda ise neredeyse bilime karşı ya da umursamaz bir zihniyet var gibi görünüyor. Buna katılıyor musunuz? Bunu nasıl izah edersiniz?

Bugün toplumumuzda bilimle ilgili öne çıkan yaklaşımları özellikle yakın tarihimizdeki gelişmelerle açıklayabiliriz. Hatırlanacağı gibi Osmanlı bilimsel açıdan Avrupa'nın gerisine düştüğünü savaşlarda alınan mağlubiyetlerle kuşkuya yer bırakmayacak şekilde fark etmişti. Zaten 18. yüzyıldaki ilk reform çalışmalarının askeri alanda olmasının arkasında bu tecrübe yatmaktadır. Ancak zamanla, özellikle 19. yüzyılda reformların daha kapsamlı olması gerektiği fikri ağır bastı. Yani askeri alanda üstünlüğün sadece orduyu günümüzün şartlarına uygun hale getirmekle sağlanamayacağı fikri benimsendi. Askerlerin eğitim alacağı iyi okullar, orduyu finanse etmek için güçlü bir ekonomi, merkezi devletin gücünü imparatorluğun ücra köşelerinde de hissettirecek telgraf ve tren gibi icatlar da önem kazandı. Sonuç olarak Osmanlı aydınlarının geneli bilimin, özellikle de hemen teknolojiye çevrilebilme potansiyeli olan bilimsel bilginin önemini kavradılar. Yönetici elit de bu hususta, belirli konularda çekincelerini korumakla beraber, birçok reforma destek oldu. Örneğin telgraf Amerikan Kongresi'ne sunulduktan bir sene sonra Osmanlı sarayına sunuldu, birkaç sene içerisinde de kullanıma sokuldu. 19. yüzyılın ortasında kurulan Bezmialem Hastanesi geleneksel tıp yerine Avrupa tıbbını uygulayan bir hastane olarak planlandı. II. Abdülhamid döneminde İstanbul'daki rasathanenin iyileştirilmesi için sismograf alındığını, İtalya'dan bu konuda uzman bir ekip getirildiğini biliyoruz. Örnekleri çoğaltmak mümkün. İster Batıcı olsun ister Abdülhamid gibi İslamcı olarak bilinsin 19. yüzyıl Osmanlı yönetici elitinin bilimin öneminin farkında olduğunu görüyoruz. Ancak bir sorunu tespit etmek onu çözmek için yeterli değil. Osmanlı bir yandan askeri kayıplarla küçülüp birçok gelir kaynağını yitirirken bir yandan da varlığını sürdürmek için başvurduğu yenilenme için büyük bir bütçeye ihtiyaç duyuyordu. Sonuç olarak reformlar istenilen hızda gitmiyordu. Dahası hem mevcut düzenin sürmesinden çıkar elde eden kesimler hem de reformların tepeden inme bir şekilde gerçekleşmesi nedeniyle reformları benimsemekte zorlanan halk zaman zaman reformların hızını kesebiliyordu.

Bu durum dönemin düşünce dünyasını nasıl bir yönde etkiledi dersiniz?

Bu dönem başarısızlığa açıklama getirmeye çalışan bazı düşünürlerin faturayı Batılılaşmanın önünde bir engel olarak gördükleri dine ve geleneğe kestiklerini görüyoruz. Bu görüşü savunan Abdullah Cevdet, Beşir Fuad gibi materyalist düşünürler bu anlamda son dönem Osmanlı düşüncesini etkilemiştir. Bu isimler bir yandan din ve gelenekle mücadele edilmesi gerektiğini bir yandan da doğa bilimlerinin insanlığın tek rehberi olması gerektiğini savunmuştur. Hatta Şerafeddin Mağmumi daha da öteye giderek geleneksel Osmanlı şiirinin bilimsel olmayan yanları nedeniyle yasaklanması gerektiğini ifade etmiştir. Burada gözden kaçmaması gereken nokta, bu materyalist düşünürlerin birçoğunun Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde eğitim politikalarını belirlemede kilit rol oynadığıdır. Örneğin aktif siyasette önemli mevkilere gelen Kılıçzâde Hakkı ve Necmettin Sadak'ın bu anlamda sonraki kuşaklar üzerinde küçümsenmeyecek bir etki bıraktığı söylenebilir. Bakanlık da yapan Sadak'ın 20 yıldan uzun bir süre liselerde okutulan sosyoloji kitaplarını kaleme aldığını hatırlatırsam etkinin büyüklüğü hakkında fikir vermiş olurum sanırım. Materyalist pozisyonun serüvenini kısaca böyle açıklayabiliriz.

Öte yandan, belki çok da şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bilimin tek rehber edinilmesi gerektiği, bu amaca ulaşmak için din ve gelenekle mücadele edilmesi gerektiği fikri toplumun bir kesiminde tepki görmüştür. Kısmen dönemin siyasi koşullarının ve reformların yapılış yönteminin de etkisiyle muhafazakâr kitleler Cumhuriyet elitinin bilime biçtiği rolü ve bilimi rehber olarak dinin yerine ikame etme arzusunu kabullenmek istememiştir. Bu noktada bazı muhafazakârlar bilim ile din arasında kurulmaya çalışılan dikotomide dini seçerken İsmail Fenni Ertuğrul gibi isimler bu dikotominin geçerliliğini sorgulamış ve İslam'ın bilimle uyumlu olduğunu savunmuştur. Dolayısıyla bilime yaklaşımları anlamında muhafazakârların hepsini bir
kümeye koymak hakkaniyetli olmayacaktır.

Bu durumda ülkemizdeki bilim anlayışının ve buna bağlı olarak resmi yaklaşımların 19. yüzyıl pozitivizminden ilham aldığını, dolayısıyla ülkemizde kaba bir bilimcilik anlayışının hâkim olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bu dönemde hem bilimi üreten kurumlarda hem bilim dilinde bir sekülerleşme söz konusu. Fransa'da devrim öncesinde kiliseye duyulan tepki, devrimden sonraki eğitim sisteminin oluşumunda belirleyici olacaktı. Aynı dönemde İngiltere'de Cambridge ve Oxford gibi üniversiteler de dâhil olmak üzere eğitimde gitgide seküler bir paradigmanın benimsendiğine şahitlik ediyoruz. O noktadan sonra İngiltere'de John Stevens Henslow ve Adam Sedgwick gibi papaz/bilim insanlarının yerini profesyonel bilim insanları alacaktı. Sonuç olarak Osmanlı elitinin bu tartışmayı bir boşlukta yürütmediğini, Batı'daki tartışma ve pozisyonlardan etkilendiğini söyleyebiliriz. Elbette bu etkilenme ve esinlenme zaman zaman hatalı analojilerin kurulmasına neden olacaktır. Osmanlı'da Katolik Kilisesi'ne benzer bir kurum olmamasına ve Galileo veya Giordano Bruno hadiselerine benzer hadiselerin pek yaşanmamış olmasına rağmen birçok Osmanlı aydını Batılı bazı reçetelerin kendi toplumunda da birebir uygulanması gerektiğine kani olmuştur.

Bununla beraber hakkaniyetli olma adına şunu da eklemem gerekiyor. Osmanlı materyalistleri tarafından getirilen eleştirilerin bir kısmının bugün ortalama bir Müslümanı rahatsız etmeyecek eleştiriler olduğu kanaatindeyim. Örneğin Kılıçzâde Hakkı, 1913 yılında İçtihat'ta yayımlanan "Dinsizler" adlı makalesinde toplumun geneli ile İslam anlayışında uzlaşamayan, bu nedenle dinsizlikle suçlanan bir aileden bahseder. Sanırım bu ailenin eleştirilerini okuyan ve ailenin görüşlerini hem akla hem de Kuran'a/hadislere referansla savunmasına kulak veren birçok Müslüman, bugün Kılıçzâde'nin de haklı olduğu noktaların olduğunu düşünecektir.

Din ile bilimi birbirine rakip ya da zıt olarak gösterme eğilimine oldukça aşinayız. Bu tür bir "ideoloji" günümüzde de oldukça hâkim sanırım. Sizce din ile bilimin çatışması kaçınılmaz mı yoksa tüm bu zıtlaştırma bir kurgudan mı ibaret acaba? Bu hususta doğru yaklaşım ne olmalı dersiniz?

Bir dinin ille de bilimle çatışması gerekir mi? Benim kanaatim, en az iki durumda bu tür bir çatışmanın zorunlu olmadığı yönünde. Şöyle ki, bir dinin bilimsel konularda hiç konuşmadığını varsayalım. Sadece insanlara güzel nasihatlerde bulunan ve belli ritüeller talep eden bir din olsun. Böyle bir dinin bilimle çelişmesi için bir neden yoktur. Böyle bir din, bilimsel konulara girmediği için bilimden öğrenilenlere aykırı bir fikir savunmayacaktır. Dolayısıyla bu senaryoda din ile bilim çatışmayacaktır. İkinci senaryoda ise bir dinin gerçekten Tanrı tarafından gönderildiğini düşünelim. Eğer bu Tanrı, İbrahimî dinlerdeki gibi bir Tanrı ise bu durumda evreni yaratan ve onun tüm işleyiş şeklini bilen bir güç olmalıdır. Bu Tanrı'nın dürüst olması durumunda, ki İbrahimî dinlerdeki Tanrı'dan beklenen bir özellik de budur, Tanrı'nın bilgisinin bir yansıması olan vahiy korunmuşsa doğadan elde edilen bilimsel bilgi ile çelişmemelidir. Yani özetle, evreni yaratan bir Tanrı tarafından gönderilen metin ile evrenin işleyişine dair bilgimiz uyumlu olmalıdır. Dolayısıyla bu ikinci senaryonun gerçekleşmesi durumunda da din ile bilim arasında bir çatışmanın varlığı kaçınılmaz olmayacaktır. Tabii bu senaryoları, çatışmanın bir zorunluluk, kaçınılmaz bir durum olmadığını göstermek için örnek verdim. Bununla beraber bilim ile dini çatışma durumunda gösteren ve bu çatışmanın bilim tarihini şekillendirdiğini iddia eden görüşün tarihsel açıdan da problemli olduğu kanaatindeyim. Bilim tarihinden bahsederken öncelikle şunu unutmamak gerekiyor. Bilim ile dinin çatıştığı tezi entelektüel camiada ancak 19. yüzyıldan itibaren kendine hatırı sayılır sayıda destekçi bulmuş, görece yeni bir tezdir.

Sanırım din-bilim tartışmalarının altında yatan sebeplerden biri de Kilise'nin asırlar boyunca takındığı tavır olsa gerek.

Kuşkusuz. Bilim tarihine dini otoritelerin hiçbir dahli olmamış demek doğru olmaz. Her ne kadar Ortaçağ'da Batı'da bilimin en büyük sponsoru Kilise olmuşsa da Katolik Kilisesi kendisini tehdit altında hissettiği bazı dönemlerde din adına konuşma tekelini sürdürmek için bilim insanlarını susturma yoluna gitmiştir. Bununla beraber bu tür tartışmalarda dahi resmin sadece din ve bilim üzerinden okunması hatalıdır. Bu tür bir okuma tartışmanın belki de merkezinde yer alması gereken iktidar mücadelesini görmezden gelmektedir. Nitekim Kilise'nin aykırı seslere karşı tahammülsüzlüğü bilim ile sınırlı değildir. Yine bu yaklaşım dini otoritelerin veya dini otorite olma iddiasındaki kişilerin vahyin dışında, hatta vahye aykırı hareket edebilme ihtimallerini de göz ardı etmektedir. Örneğin Ali İmran Suresi 190. ayette veya Ankebut Suresi 20. ayette açıkça doğa üzerine düşünmeye davet edilen Müslümanların bir kısmının bu ayetlere karşı duyarsız kalmasından Kuran'ı sorumlu tutmak pek haktanır bir tutum olmayacaktır. Sonuç olarak bilim ile din arasındaki ilişkinin çatışma gibi basit bir formül ile açıklanması hem mantıksal bir zorunluluk değildir hem de böyle bir yaklaşım bilim
tarihinin çok uzun bir dönemini anlamlandırmakta güçlük çekecektir. Dahası bu tür bir pozisyon toplumu iki önemli değer arasında anlamsız bir seçime zorlayacaktır.

Son olarak "bilimcilik" ile bilim arasındaki fark nedir? "Bilimcilik" denilen görüş ne bakımlardan eksik ya da hatalıdır?

Bilimcilik kabaca, doğru bilginin tek kaynağının doğa bilimleri olduğunu iddia eden görüştür. Elbette bilimciliğin farklı türleri var ancak sizin önceki sorularınızla beraber düşündüğümde aklınızda bu tanımın olduğunu çıkarıyorum. Bu tür bir anlayışın Türkiye'de hayli yaygın olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar çoğunlukla üzerine çok derin düşünmeden, akıllarınca bilimsel çabayı yüceltmek için doğa bilimleri dışında kalan tüm bilgi türlerini değersizleştirebiliyor. Bunun örneklerinden birini Stephen Hawking'in felsefenin öldüğü iddiasında gördük. Yine Yeni Ateizm olarak bilinen ekol zaman zaman doğa bilimlerinin tek bilgi kaynağı olduğunu veya olması gerektiğini iddia etmektedir. Bu görüşün temel sıkıntılarından birisi, kendi kendini yanlışlamasıdır. Şöyle ki, yalnızca doğa bilimlerinden öğrendiklerimiz değerlidir iddiasının kendisini doğa bilimlerinden elde etmemekteyiz. Fizik, biyoloji, kimya bize "sadece doğa bilimlerini dikkate alın" demez. Dolayısıyla görüş en baştan zayıf bir temel üzerine bina edilmiştir denebilir. Yine şu hatırlanmalıdır ki, bilimcilik, doğa bilimlerinin dahi doğa bilimlerinden edinmediğimiz bazı varsayımlar üzerine kurulu olduğunu göz ardı etmektedir.
Felsefede temel inançlar olarak kabul edilen ve doğa bilimleriyle ispatlamadığımız ön kabuller olmazsa bilim yapamayız. Örneğin bilim insanları, bizim dışımızda gerçekten de bir dış dünyanın olduğunu, algılarımıza güvenebileceğimizi, hafızamızın bizi yanıltmadığını, doğada her zaman geçerli yasaların olduğunu kabul eder, bunların geçerliliğini sorgulamaz. Yine bilimciliği eleştirirken doğa bilimlerinin hayatın belki de en önemli sorularıyla ilgilenmediğini söyleyebiliriz. Hayatın anlamı nedir, nasıl bir hayat sürmeliyim gibi sorular doğa bilimlerinin ilgi alanına girmez. Nitekim Tolstoy
bu açığı görmüş, bilimin bu en önemli soruda sessiz kaldığını hatırlatmıştır. Tabii şunu da hatırlatmakta fayda var. Doğa bilimlerinde başarılı olmak için doğa bilimlerini tek geçerli bilgi kaynağı olarak görmek gerekmemektedir. Hatta bilim tarihine baktığımızda bilimciliğin bilim insanlarının çok az bir kısmı tarafından benimsendiğini söyleyebiliriz.

ALPER BİLGİLİ KİMDİR?
Alper Bilgili, lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde tamamlamıştır. Amsterdam Vrije Üniversitesi'nde sosyoloji ve antropoloji dersleri alan Bilgili, doktora derecesini İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde yazdığı "Sosyal Etkenlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki Rolünün Analizi: Kuhn ve Güçlü Program Örneği" başlıklı teziyle elde etmiştir. Post-doktora çalışmalarını İngiltere'de, Leeds Üniversitesi'nde, bilim tarihi ve bilim felsefesi alanlarında sürdürmüştür. Doçentlik derecesini bilim sosyolojisi alanındaki çalışmalarıyla 2018 yılında almıştır. British Journal for the History of Science, Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences ve Annals of Science gibi prestijli dergilerde çalışmaları yayımlanan Bilgili, İngiliz Bilim Tarihi Topluluğu (The British Society for the History of Science) Uluslararası Danışma Kurulu üyesidir. Alper Bilgili halen Acıbadem Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Yazarın Bilim Ne Değildir, Darwin ve Osmanlılar, Bilim Susunca ve Karınca İncitmez Artur Balyan'ın Tuhaf İntikam Planı isimli kitapları bulunmaktadır.

BİZE ULAŞIN