Yunus Emre'nin dervişliğini, şairliğini, tasavvuftaki yerini belirleyebilmek için, rahmetli felsefe hocamız İbrahim Ahit Öztokat, "İstanbul'u hiç görmemişti!"
demişti. Çünkü tahminen 1238'de doğmuş ve 1328'de vefat etmiş olan Yunus, Osman ve Orhan Gazi'nin Anadolu'da Osmanlı devletini kuruluşu için kolları sıvadıkları devirde yaşadı; henüz İstanbul'un fethi bir asır ileride idi. Böyle baktığınız zaman, tarihî şahısları, tarihsel ilişkileri, olayları daha anlamlı bir yere oturtmanız mümkün oluyor.
Yani, Yunus zamanında Süleymaniye Medresesi yoktu. Ama Selçuklular, Anadolu'ya gelip de kendi devletlerini kurmaya başladıklarında Karahanlılar'dan beri gelen medrese geleneğine yani burslu öğrencilik sistemine aşina idiler. Büyük Selçuklu Devleti, Alparslan'ın veziri Nizamülmülk'ün ünlü Nizamiye Medreseleri gibi bir geleneğe sahiptiler. İbrahim Ahit hoca, Yozgat Lisesi'ndeki derslerinde, iftiharla Anadolu'da açılan ilk medresenin Danişmentliler tarafından Tokat'ta kurulan Yağbasan Medresesi olduğunu söylerdi. (Hocanın soyadı neydi?)
Osmanlı'nın ilk medresesi Yunus'un ölümünden sonraki yıllarda, Orhan Gazi zamanında İznik'te kurulmuştu. Yunus eğer din ilimleri veya fizik, kimya, tıp, biyoloji öğrenmek isteseydi, Aksaray'ın Ortaköy köyünden (şimdi ilçe) kalkıp çok uzaklara gidemezdi çünkü Bâbâîler isyanının patlak verdiği ve Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilip çöküş dönemine girdiği Anadolu tarihinin en karışık dönemlerinden birinde dünyaya gelmişti.
Yunus bir âlimdi
Ama son yıllarda yapılan araştırmalar, ümmî değil "âlim" derecesinde eğitimli olduğunu gösteriyor; Halvetî geleneğine göre Yunus Emre, müftüdür. Âşık Çelebi, Yunus'un medresede başarılı olamayıp Tanrı mektebinde ders okuduğunu ifade ediyor olsa da Yunus'un iyi bir eğitim gördüğü, divanında yer alan işaretlerden anlaşılıyor.
O kadar ki, şiirlerinde kafiye gereği Farsça ve Arapça kelimeler kullanması, tasavvufa ve onu bilenlerin aşina olduğu terim ve tamlamalara sık yer vermesi, Mevlâna Celalettin Rumi'yi okumuş olması, Divan-ı Kebir'den ve İran'ın en büyük şairi Sadi'den tercüme yapacak kadar Farsça biliyor olması Yunus'un bir bilim insanı olduğunu gösteriyor.
Arapça ve Kur'an-Hadis bildiği anlaşılan Yunus, peygamberler tarihini de çok iyi bilmektedir. Yunus, Hint-İran, Yunan-Roma mitolojisinden Kur'an'daki
peygamberlerin kıssalarından, hususiyetlerinden, Leyla ile Mecnun,n Ferhat ile Şirin gibi klasikedebiyata geçmiş âşıklardan bahsetmesi onun tüm bunlara vâkıf olduğunu göstermektedir.
Yani, Yunus meşhur "İlim ilim bilmektir" şiirinde sorduğu "Okumaktan murat ne?" sorusuna "Kişi Hakk'ı bilmektir" yanıtını verirken, ne dediğini biliyordu. Şimdi bu şiir bağlamında, biz ne kadar okumakla neyi murat ettiğimizi veya etmemiz gerektiğini şöyle bir gözden geçirelim. Burada cevap aradığımız ana soru, bilim insanı Yunus için, bilimin kendisi ne kadar önemli sorusudur.
Yunus için "O bir tasavvuf şairidir" deyip geçmek mümkün müdür? Tasavvuf nasıl bir bilgi kümesidir? Tasavvuf bilen neyi bilmiş olur?
Sadece bilmenin değil, fakat olmanın da sebebi, mutasavvıflara göre, Allah'ı bilmektir. İnsan, Allah tarafından, kendisini bilmesi, tanıması için yaratılmıştır. Bilinen "Küntü kenz" hadisi, ("Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim ve yaratıkları yarattım") bu inanışın temelidir. Eğer Yunus, mutasavvıf denecek kadar bu ilmin erbabı olmuş ise, onun için de insanın varlık nedeni Allah'ı bilmektir.
"Kendini bilmek" ile "Allah'ı bilmek"
Mutasavvıflara göre insanın bilime karşı duyduğu tabii eğilimin sebebi de budur: İnsan, her bilgi edinme çabası ile Allah'ı bilmeye biraz daha yaklaşmaktadır. Dolayasıyla "Okumaktan (bilim edinmekten) insanın muradı nedir?" sorusunun da cevabı, budur: İnsan yaratılışı, yapısı gereği, Allah'ı bilmek istemektedir.
Ancak şiirin ilk dörtlüğünde, insanın önce kendini keşfetmesi gerektiğini anlatır:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?
Burada "kendini bilmek" ile "Allah'ı bilmek" arasındaki köprüyü bilmeyen, yani tasavvuf denilen engin denize hiç dalmamış olan biz ölümlüler için yolun sonuna gelmiş (mi) oluyoruz(?).
Yunanistan'da Korint Körfezi'nin kuzeyinde Parnassos Dağı'nın eteklerinde bulunan Delfi Tapınağı'nın yerinde arkeolojik kazılar yapılıyor ama hikayelere göre bu tanığın üzerinde kocaman harflerle "Noverim Te, Noverim Me" yazıyormuş. (Ne tevaffuk ise, "Delfi" Yunancada "Yunus" anlamına geliyor. Delfoy… Delfi… Dolfin…) Bu, tanrıya hitaben "Seni Bilirim, Kendimi bilirim" anlamına geliyor.
Antik Yunan tapınağında gerçekten ne yazıyormuş bilemiyoruz ama Aziz Augustine, İtiraflar eserine bu ifadeyle başlıyor ve bunun antik Yunan'dan beri böyle anlaşıldığını söylüyor. Kimi tercümelerinde bu ifade Müslüman mutasavvıflar gibi, "Noverim Me, Noverim Te" (yani "Kendimi bilirsem Tanrı'yı bilirim") gibi yazılıyormuş; ama Vatikan yayınında bu ifade bugünkü şeklini almış.)
Yunus Emre bu şiirinde "Okumaktan muradın" kişinin Hakk'ı bilmesi olduğunu belirttikten sonra bunu izleyen dört dörtlüğünde, tabir yerinde ise, açıyor. Bu dörtlüklerin kavramazsan bütün yaptığın bir "'kuru emek" israfı olacaktır: "Çün okudun bilmezsin/Ha bir kuru emektir" (Bazı derlemelerde "bir kuru ekmek" diye yazıldığını da gördüm. Okuma hatası bile olsa, aslında doğru bir yorum sayılabilir.)
"Okumak" ile "bilmek"
Birinci ilke, insanların "okumak" ile "bilmek" arasındaki farkı göremeyip, okumanın, yani ilimde derinleşmenin sadece ibadet ve Allah korkusundaki artışla tezahür ettiğini sanmalarıdır. Eğer ilimde derinleşme kişiye Hakk'ı tanıtmıyorsa, bütün bu çaba boşunadır. İkinci adımda, kişinin edindiği bilginin derinliği, kapsadığı alanın genişliğine aldanması geliyor. "Dört kitabın manasını öğrenme" tasavvufta, bugün ilahiyat ilmi dediğimiz şeye denk geliyordu. "Dört kitabın manasını bilen" bugünkü ifadesi ile ilahiyat ilimlerinde, doktora yapmak, hakta profesör payesi almak gibi düşünülebilir.
Ancak Yunus bu kadar derinleşmenin kişiye "tek bir elif" ile öğrenilebilecek bir bilgi olduğunu söylüyor. Tasavvufta "Vav" (v harfi) evreni, "Elif" (a harfi) ise evrenin anahtarını temsil etmektedir. Buna göre Elif alfabenin ilk harfi olduğu için diğer harflerin de sebebidir. Bilirsiniz, bu harf düz bir çizgiden oluşur ve noktası yoktur. (Bir rivayete göre, Yunus çocukken, mahalle mektebine gönderilir; ama Elif harfinden başka hiçbir harfi telaffuz edemez. Günler ve aylar geçer, ama Yunus a'yı geçip b'ye gelemez. Sonra bir gün hocasına, "Elif okuduk ötürü/Pazar eyledik götürü/Yaratılmışı hoş gördük/ Yaratandan ötürü" mektebi terk eder.) Elif, tasavvufta ebced hesabındaki değeri bir olduğu için "Cenâb-ı Hakk'ın zatına delâlet eder." Yunus'un şiirlerinde elifin yeri çok geniştir; bu konuda yazılmış makaleler vardır. (Örneğin, Mustafa Özçelik'in "Yunus Emre'de 'Elif' Yorumları", Yenidünya Dergisi, Ocak 2019, s. 28-31).
Bilmekten asıl maksat
Yunus, şiirin devamında bir üçüncü unsurdan, 29 harfle yazılan kitapların, makalelerin, risalelerin, divanların, derlemelerin enginliğine değinir. Bu kavramı gözümüzde canlandırmak için bugün yapay zekâ çabalarına da temel sağlayan veri tabanın "Çok ama çok exabyte" olduğunu belirtelim. Sizin bilgisayarınızda 1 terabyte sabit disk olduğunu var sayalım; böyle bin sabit disk bir arayla gelirse, 1 petabyte; 1000 petabyte bir araya gelirse 1 exabyte olur. Yani 1 exabyte 1 milyon ev bilgisayarı kadar bilgiye sahip ise Google'ın böyle birkaç bin sabit diski bir araya getiren birçok tesise sahip olduğunu düşünürsek, Yunus'un 29 harfle yazılan her şeyi kastettiği zaman, dünyadaki bütün yazılı bilgileri, sözlü ve görüntülü bilgilerin de anlatımını kastettiğini anlayabiliriz.
Ancak bu koca kümenin "uçtan uca" okunmasının (buradaki anlamıyla öğrenilmesinin) insana (veya insanlığa) kazandırdığı bilginin, dönüp dolaşıp bir Elif harfi ile kastedilen noktaya vardığını öğreniyoruz. Tasavvufta, bütün harfler bir noktadan üretilir; nokta ise "Zât"ı sembolize eder; harflerin aslı olan nokta tevhîdin sembolüdür.
Görsel Tasarım dersinde, evreni resmetmek için çizgilerin, çizgileri yapmak için de noktaların kullanıldığını anlatırken, sık sık aklıma Hz. Ali'ye atfedilen bir rivayet gelir: "Dört kitapta ne sır varsa bunların hepsi Kur'an'dadır. Kur'an'daki sırların hepsi Fatiha'dadır. Fatiha'daki sırların hepsi Bismillah'tadır. Bismillah'taki sırların hepsi bâ harfindedir. Bâ'daki sırlar altındaki noktadadır. Lakin Hz. Ali zamanında Arap alfabesinde nokta ve diğer işaretler yoktu. Bu rivayet, ne kadar doğrudur, bilemem. Dedikleri gibi, aslı yoksa da faslı var: Yunus'un dediği gibi bütün bilgiyi öğrensen bile anlamlarını da bilmen gerekir.
Ve son şart: bütün bu bilgileri öğrenmek ve anlamlarını bilmek yetmiyor; insanın cenneti dünyada tesis etmeye yönelik ilahi projeye dâhil olması yani gönüller yapması gerekiyor.
İmdi… Bu kadar uzun tafsilattan sonra, derin bir âlim olarak düşünürsek, Yunus Emre bize bilimin bizzat kendisine tapma, onu tabulaştırma, bilimi her şeyin başı ve sonu saymanın imkânsızlığını anlatmış olmuyor mu?
***
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir
Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır
Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir
Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir