Ortaçağ, M.S. 500 ile 1500 yılları ar asını kapsar ve bildiğimiz kadarıyla "karanlık çağ" olarak anılır. Bu tarihler arasında gezegenin doğusu ve batısında adeta iki farklı çağ yaşanıy or, medeniyetler sanki farklı zaman dilimlerinde yaşıyordu. Endülüs'ü bir tarafa koyarsak batı topraklarında açlık, yoksulluk, salgınlar söz konusuyken doğuda bunun tam zıddına f elsefe, tıp, fizik, kimya, matematik, astronomi gibi bilimlerde ve sosyal yapıda bugüne dahi ışık tutan parıltılı bir dönem yaşanıy ordu. Ortaçağ dönemindeki Doğu ve Batı medeniyetlerini, İslam medeniyetinin Avrupa'ya nasıl ışık tuttuğunu, teknolojinin bu kadar gelişmediği bir devirde başarıların, keşif ve icatların nasıl geldiğini ve o tartışmalı döneme dair daha birçok konuyu Prof. Dr. Özcan Hıdır ile konuştuk.
Öncelikle Ortaçağ'ın Doğu'su ve Batı'sının nasıl olduğundan, aralarındaki farklardan bahsedebilir miyiz?
Yaklaşık 1000 yıllık bir dönemi kapsayan Ortaçağ'ın, İslam'ın ortaya çıkışına denk düşen dönemlerinde Doğu ile Batı arasında bilim, kültür ve medeniyet anlamında paradigmal anlamda büyük farklar söz konusuydu. Esasen 18., 19. asra kadar Doğu-Batı ayrımı pek gündemde değildi. Tıpkı Ortaçağ kavramı gibi, Doğu-Batı ayrımı da oryantalist bir bakış açısıdır ve dolayısıyla İslam medeniyeti bu kavramlarla açıklanamaz. Oryantalizmin İslam ve Müslümanları yani Doğu'yu tanıdıktan sonra "tanımlama" döneminde bu kavram, nosyon ve dönemlere ayırma yoluyla tedavüle sokuldu. Bu iki dünya arasında dini-mezhebi, politik, teo-politik, sosyo-kültürel açılardan farklar söz konusu. Her şeyden önce Batı dünyası büyük oranda bilimsel gelişme ve özgür düşünceye pek imkân verilmediği şekilde Katoliklerin engizisyon ve aforozunun tahakkümü altındaydı. Bu dönemde Avrupa'da ayrıca kıtlıklar, salgın hastalıklar, cadı avları ve sefalet de söz konusudur. Ancak Katolikliğin bu baskılarına direnen hümanist bir akım ve düşünce de söz konusuydu. Zaten 1517'de Martin Luther'in başlattığı Protestanlık da Katolikliğe karşı teo-politik ve teo-hümanist bir başkaldırı olmuştur ki daha sonra bu deist hümanizm, 19.yüzyılda da ateist hümanizme dönüşecektir. Öte yandan Haçlı Seferleriyle alakalı bazı literatürden de biliyoruz ki Ortaçağ'ı yaşayan Avrupalılar ilmi, sosyo-kültürel ve medeniyete dair pek çok şeyi bu seferler esnasında tanımış ve Avrupa'ya transfer etmişlerdir. Tıp, fizik, kimya, matematik, optik, astronomi, felsefe vb. bilimlere dair önemli kitapları da götürüp tercüme etmişlerdir. Buna karşılık Müslüman dünyanın -en azından merkezi bölgelerinde (Doğu)- ise nispeten düşünce hürriyeti ve bilimsel gelişme yaşanıyordu ki, sözünü ettiğimiz inkişaf gerçekleşebilmişti. Ancak Rönesans, Fransız İhtilali ve özellikle Aydınlanma sonrasında oryantalistik manipülasyon ve Batı merkezli tarih anlayışıyla 19. asırda dönemin hâkim gücü İngilizlerce ikili tarih tasnifi (Hz. Adem'den Hz. Peygamber'e ve Hz. Peygamber'den günümüze) üçlü tarih tasnifine (Antik çağ, Ortaçağ, Modern çağ) geçilerek tersine çevrildi ve kendi karanlık çağları olan Ortaçağ'ı İslam ve Müslümanlar için kullanıp yaygınlaştırdılar.
Ortaçağ'da Endülüs haricinde Batı'da insan hakları, bilim sanat, kültür anlamında oldukça verimsiz bir dönem yaşanıyordu. Batı'nın uzun süre boyunca karanlık bir dönemden geçmesinin sebebi neydi?
Bunun en önemli sebebi, demin de dediğim gibi, özellikle Katolikliğin-Papalığın engizisyoncu dini ve teo-politik tahakkümüdür. Buna karşılık hemen yanı başlarında İslam hakimiyetindeki ve Avrupa'ya İslam'ın giriş yerlerinden biri de olan Endülüs ise rölatif olarak bilimsel gelişmişlik, medeni inkişaf ve hürriyeti yaşıyordu. Hatta Yahudiler ve Hristiyanların bile çocuklarını Endülüs'teki üniversitelere göndermeye çalıştıklarına dair kayıtlar vardır. İslam'ın Avrupa'ya giriş ayaklarından bir diğeri olan ve yaklaşık 250 yıl Müslümanların yönetiminde kalan Sicilya'yı da bu anlamda analım. Buradan aktarılan İslam bilgi mirası-kitapları da büyük ölçüde Avrupa'nın ilk üniversitesi Bologna'yı doğurmuş; İtalya üzerinden de Avrupa'yı bilimsel-kültürel etkilemiştir. Hatta Müslümanların ilim, eğitim-üniversite modelleri Avrupa üniversitelerinde taklit edilmiştir. Bu konuda Gülhane'de adına "İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi" açılan Fuat Sezgin hocayı rahmetle anmak gerek. Zira Ortaçağ'ın, en azından 9.-16. asırlar arasında bilim-kültür ve medeniyet planında Müslümanlar için "aydınlık çağlar"ı ifade ettiği olgusu biraz da onun çalışmaları sayesinde ortaya konmuştur. Şunu da ifade edeyim ki, bu tür konuları hamasetten, reaksiyonerlikten ve anakronizme düşmekten uzak olarak tarihi dönemlendirmelerimizi yapmamız lazım. Bunu yaparken de İslam medeniyetine yönelik "tasfiyeci-yıkıcı" teo-politiğin de farkında olmak gerek. Bunlardan biri, Batı merkezli oryantalistik hegemonya, diğeri ise geleneği-medeniyete ait değerleri içeriden yıkmak için Batı tarafından desteklenen radikal-entegrist selefî anlayıştır.
İslam medeniyeti için karanlık anlamında bir Ortaçağ'dan bahsetmek mümkün değil o halde?
15. ve 16. asırlara kadar İslam medeniyeti için "karanlık" anlamında bir Ortaçağ'dan söz edemeyiz. O döneme dek bu tabir Avrupa-Batı için kullanılabilir. Zaten İslam medeniyeti için "Ortaçağ" nitelemesinin, 19. asırda İngilizlerin üçlü tarih tasnifiyle yaptığı oryantalistik manipülasyonla olduğuna değinmiştim. Esas problem tarih kitaplarımızda bizim de buna teşne olmamız ve dolayısıyla, son dönemler hariç, bu konuda bir tarih bilincine sahip olamayışımızdır. Bugün Türkiye'de İslam'a ve Müslümanlara yönelik ulu-orta "Ortaçağ" nitelemesi de, İslam'a yönelik genel önyargının, yerli İslamofobik yaklaşımın yanı sıra, ne Doğu ne de Batı tarihinin bilinemeyişi, İbn Haldun'un perspektifiyle tarihin ibret ve tedebbür-tefekkürle okunamayışıyla ilgili. Bilindiği üzere onun Mukaddime'si aslında Kitabü'l-İber (İbretler Kitabı) adlı tarih eserinin girişi-mukaddimesidir.
İslam medeniyeti için aynı dönem bilim, teknik, felsefe, tıp gibi birçok alanda yapılan çalışmalarla "altın çağ" olarak da anılıyor. Bu nasıl başarıldı?
Bunun başarılmasındaki esas sır, üniversiteler-medreseler başta olmak üzere, eğitim kurumlarında metafizik ve ontolojik bağa sahip "bilgi"yi üretip bilince ve paratiğe dönüştürme becerisidir. O dönemlerde İslam dünyasının en önemli bilimsel kurumlarında her alanda önemli alimler-bilim insanları, mütefekkirler yetişmişti. Bu kurumlarda da büyük ölçüde "İslami ilimler", "gayr-i İslami ilimler" ayrımı yoktu. Dolayısıyla tıp, fizik, kimya, matematik, optik gibi bilimler de İslami ilimlerden kabul edilerek holistik anlayışla okutuluyordu. Tenzîlî vahiy (Kuran-Sünnet) ile "tekvînî vahiy (kâinat ayetleri)" bir bütün olarak okunuyordu. İslam medeniyeti, özellikle fetihler sonrasında karşılaştığı medeniyetlerin birikimlerini tercümeler yoluyla "testespit", "teşhis", "tevarüs" ederek onları sentezleyip aslını da inkâr etmeksizin yeniden üretmede, yani bilgi-bilim açığını "tedavi" etmede de muvaffak olmuştur. Yani sır, 4T kuralındadır. Mesela o dönemde Avrupa'nın gündeminde bile olmayan Antik Yunan başta olmak üzere, Hint, Mısır, Mezopotamya bilgi mirası Arapçaya tercüme edilmiş; bunun için Abbasiler döneminde her bir tercümana büyük maaşların ödendiği Beytü'l-Hikme kurulmuştu. Bu minvalde Eflatun, Aristo, Batlamyus, Öklid, Hipokrat, Galen vb. bilim insanlarının eserleri tercüme edilip sentezlenerek yeni bilimsel gelişmelere zemin hazırlanmıştır. Francis Bacon'un "Bilgi güçtür" sözünden de anlaşıldığı üzere, modern-postmodern dönem olan Aydınlanma (18. asır) sonrasında Batı'nın üstünlüğü de burada yatar. Bilgiyi düşünceye, bilime ve beceriye dönüştürme üstünlüğü Batı'dadır artık. Batı'daki üniversitelerin temeli de bugün "3B 1T" diye formüle edebileceğimiz gibi, "bilgi-bilinç/bilim-beceri ve tenkit (eleştirel düşünce)" sıralamasına dayanır.
"İslam medeniyetinin kurucuları sahabe neslidir" şeklinde bir tespitiniz var. Bundan yola çıkarak İslam medeniyetinin inkişafını ve ona temel olan ilkeleri biraz anlatabilir misiniz?
Hemen her önemli medeniyetin merkezî-kurucu şahsiyetleri, kitapları ve nesilleri vardır. İslam medeniyetinin de kurucu nesli sahabedir. Zira sahabe Kur'an ve sünnetiyle İslâm'ın sonraki nesillere taşınmasında hayatî role sahip olup bu yönleriyle alimlerce "adil-güvenilir" kabul edilmiş; ontolojik-epistemik otorite olarak telakkî edilmişlerdir. İslam medeniyetinin temelleri de esasen, "yürüyen Kuran" olan Resûlüllah'ın eğitiminden geçmiş, O'nun sünnet-sîretini bilgi ve medeniyet idraki olarak yansıtmış sahabe döneminde atılmıştır. Böylece sahabe hayatın her alanını ubûdiyet (kulluk) bilinciyle geçirmiş, ahlaki faziletlerin, temsilin güzel örneklerini vermiştir. Tabiatıyla öncü ve kurucu nesil olan sahabenin bu temsil ve örnekliği, İslam medeniyetinin ilmî-bilimsel inkişafı başta olmak üzere her alanda gelişmesinde muharrik güç ve motivasyon kaynağı olmuştur. Sahabenin bu örnekliğinde de yine ilim-bilginin bilince dönüşmesi, bilincin ibadet, ahlâk, kültür, medeniyet planında amel-pratiğe dönüştürülmesidir. İşin sırrı, kurucu nesil sahabede olduğu gibi, Peygamberimizin "kardeşlerim" diye vasfettiği sonraki nesiller olan biz Müslümanların da bunu idrak edebilmesindedir.
Batı medeniyetinin yükselişe geçmesinde Müslüman bilim insanlarının yaptığı çalışmalar ve kadim devirlerin eserlerini tercüme etmelerinin etkisi büyüktür diyebilir miyiz?
Gayet tabii. İslam dünyası aydınlık çağı yaşarken Batı dünyasının rölatif olarak karanlık çağı yaşadığını belirtmiştim. Bunda en önemli saik ise, dünyadaki ilk örneklerini Müslümanların ortaya koyduğu üniversiteler ve oralardaki özgür bilimsel düşünce ortamı ve tenkit zihniyeti olmuştur. Büyük Selçukluların ünlü veziri Nizâmülmülk tarafından kurulan ve büyük karizmatik alim İmam Gazali'nin genç yaşta ilk rektörlerinden olduğu Bağdat'taki Nizâmiye ve A'zamiye Üniversiteleri böyledir. Yine dünyanın ilk üniversitelerinden olan ve Şiî-Batınî-İsmailî olan Fatımîlerce Kahire'de kurulan Ezher Üniversitesi de zikredilebilir. Aynı minvalde Şam, Kayrevân, Endülüs-Kurtuba, Mâverâünnehr, Konya, İznik gibi ilim merkezlerinde fizik-metafizik ilimleri bütüncül anlayışla tedris eden medreseler kurulmuştur.
İslam medeniyetinin çıkardığı büyük beyinlerin modern bilimde adeta yok sayılması ve Batılı bilim insanlarının öne çıkarılması gibi bir durum söz konusu.
Belki de en kritik soru ve sorunlardan biridir bu. Bugün yavaş yavaş gerçek ortaya konulmaya başlansa da İslam medeniyetinin büyük beyinlerinin eserleri, buluş-teorilerinin adeta bilinçli bir cehaletle görmezden gelinmesi birkaç sebeple açıklanabilir. Birincisi, İslam'ın zuhurundan itibaren sürgit devam ettirilen İslam karşıtlığı ve Avrupa-Batı kimliğini düşman olarak kodladığı İslam-Müslümanlar üzerinden canlı tutma amacıdır. İkincisi "Avrupa-Batı merkezci" medeniyet algısıyla Batı'nın ulaştığı görece bilimsel üstünlüğün kaynağını Müslümanlara mal etmeme siyasetidir. Halbuki Müslümanlar Antik Yunan başta olmak üzere, diğer kültürlerden yaptıkları tercümelerde kaynağı inkâr etmemiş; mesela Aristo felsefesini devam ettiren İbn Sina ve İbn Rüşd gibi İslam filozofların eserlerinde hocalarından "el-Muallimü'l-evvel-ilk hoca(mız)" olarak söz etmişlerdir. Ancak Müslüman alim-bilim insanlarına ait tıp, fizik, kimya, matematik, astronomi gibi ilimlere ait pek çok teori Batılı bilim insanlarınca kaynağı inkâr edilerek veya kolayca tanınmayacak Latince isimler-nitelemelerle kısmen anarak kendilerine mal edilmiştir. Tabiatıyla Batılılar bu bağlamda eleştiriyi hak ediyorlar. Ancak esas eleştiriyi de kendimize yapmamız lazım. Zira bizim bu gerçeklerin bir kısmını, Thomas Bauer'in işaret ettiğimiz eseri örneğinde olduğu gibi, bugün yine Batılıların yazdığı bazı eserlerle anlamaya başlamamız hazindir.
"İslam'ın da bir reforma ihtiyacı var" ya da "İslam dünyası geride kaldı, kendini geliştiremedi" gibi klişeleri sıkça duyarız. Batı kaynaklı bu bakış açısı nasıl ortaya çıktı ve bunu nasıl değiştirebiliriz?
Bu tür söylem ve iddialar, özellikle Aydınlanma döneminden bu yana sürekli dillendirildi, dillendiriliyor. Bu manada yine "İslâm monolitiktir ve yeni gerçekliklere adapte olamaz", "İslâm, diğer ana inanışlarla ortak değerleri paylaşmıyor", "bir din olarak İslâm Batı'ya göre eskimiş barbarca ve irrasyoneldir", "İslâm, terörizmi destekleyen bir şiddet dinidir, "İslâm, şiddet yanlısı bir siyasî ideolojidir, Müslümanlar da bu geri kültürün temsilcileridir" türü pek çok iddia ve kalıp yargı ortaya konuyor. Zihin dünyamızda kavram, nosyon ve düşünce planında alabildiğine etkisi olan oryantalistik literatürdeki ilgili iddiaların bu tür kalıp yargı, söylem-iddiaların yerleşmesinde etkisi büyüktür. Tabiatıyla bu etkide, Müslüman coğrafyadaki Batıperest ve reformistlerin belirleyici rolünü de unutmayalım. Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki bazı alim, mütefekkir ve yazarlar arasındaki en önemli tartışma konularından biri, Fransız oryantalist Ernest Renan'ın esasen Hristiyanlık için dillendirip İslam'a da teşmil ettiği "İslam'ın mâni-i terakkî (gelişmeye engel) olduğu" iddiası ve "İslam dünyasının neden geri kaldığı" sorusudur. Namık Kemal, Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi Yazır, Babanzâde Ahmet Naim vb. alim-mütefekkirlerin yazdıklarında bu konular en temel tartışma konusu olmuştur.
Tabiatıyla "ed-Dîn" olan İslam'ın sabiteleri/değişmezleri açısından bunun doğru olmadığını söylemek gerekir. Ancak Müslümanların anlayış ve pratikleri (tedeyyün) -ki zaman ve zemine göre değişebilir- açısından zemini yoktur, denemez. Ne var ki, "gelişmeye engel olma"yı İslam'a mal etmek ise tam bir kurnazlık, manipülasyondur. Zira özellikle 18.asırdaki Aydınlanma sonrasında Müslümanların bilgi üstünlüğünü kaybedip medeniyet kurucu, aksiyoner, pro-aktif özelliklerinin zaafa uğradığı, pasif, edilgen, refleksif-reaksiyoner olarak Batı'yı körü körüne taklit eder konuma düştükleri malumdur. Bütün bunları ise dini, siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve medeniyet idraki anlamında gerilemeyi getirdiği-getireceği aşikâr.
Avrupa medeniyetine dair en büyük tartışmalardan biri de uzun yıllar süren sömürgeci ve hegemonya temelli bir yaklaşımı benimsemeleri. Oysa günümüzde İslam'a ve medeniyetine "acımasız" yaftası vuruluyor.
Oryantalizmin profesyonel anlamda başladığı 16., 17. asırdan itibaren genelde Doğu özelde de İslam dünyasına yönelik sömürgeci ve hegemonik bir politika yürütmüş; Hind Alt Kıtası, Uzak Doğu, Orta Doğu ve Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinin kaynaklarını Batı'ya aktarmışlar; buna direnenlere zulümler ve katliam uygulamışlar, köleleştirmişlerdir. Sömürgeci ülkelerin başkentlerinde özellikle siyahi insanların alınıp satıldığı "insânât bahçeleri" kurulması bunun sadece bir sonucudur. Edward Said'in Oryantalizm adlı alanında klasikleşmiş kitabının alt başlığı Cemil Meriç'e ait "Sömürgeciliğin keşif kolu" ifadesidir.
Halen de bu politika, araştırma merkezleri ve istihbarat kurumları koordinesinde "politik oryantalizm" olarak çok daha sofistike yöntemlerle ve teo-politik projelerle devam ediyor; Müslümanlar ve İslam'a dair değerler acımasızca yaftalanıyor. Bu yaftalamada da en önemli argüman İslam-Müslümanların savaş, kılıç, terör, şiddet ve hegemonya ile özdeşleştirilmesidir. Oryantalistik çalışmalarda bu algı doğrudan ve dolaylı olarak işlenmiştir. Bu bağlamda İslam'ın şiddet dini olduğu, Hz. Peygamber'in kılıç elinden düşmeyen bir peygamber olduğu, Hitler'in Mein Kamf kitabıyla kıyaslanarak Kuran'ın şiddet kitabı olduğu "her Müslüman terörist değilse bile her teröristin Müslüman olduğu", barbar oldukları, Batı'da aşırı sağ-sol başta olmak üzere İslam karşıtlarınca sürekli gündemde tutuluyor.
Batı bu yaftalamayı biraz da kendine yöneltilecek suçlamaların önüne geçmek için yapıyor. Zira onlar da biliyorlar ki, İslam medeniyeti ve Müslümanların sömürge amacı olmamıştır. Bugün İslam dünyasının en merkezî-mihverî ülkesi Türkiye'nin hinterlandına yönelik yürüttüğü pro-aktif ve aksiyoner politikaların Batı'da genelde "neo-osmanlıcılık" olarak nitelenip yaftalanması gibi, İslam ve Müslümanlar da sömürgeci gösterilmeye çalışılıyor. Bu algıyı her fırsatta deşifre edip boşa çıkarmak gerekir ki, Türkiye'ye yönelik operasyonların önemli bir sebebi de budur.
Batı'da bugün devam eden bir İslam karşıtlığı söz konusu ve Müslümanlar hala Batı için öteki konumunda. Siz İslamofobiyi "kültürel ırkçılık" olarak tanımlıyorsunuz. Biraz bahsedebilir misiniz?
İslam'ın zuhuru yılları, Haçlı savaşları ve Ortaçağ'da, zaman zaman "Türkfobi-Osmanlıfobi" olarak da ortaya çıkan, Batı'da İslam-Müslümanlara yönelik algı ve düşmanlık, Islam and the West adlı önemli eserin sahibi Norman Daniel'in ifadesiyle "nesilden nesle aktarılan ortak algılama" olmuştur. Bu algı modern/post-modern dönemde özellikle Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra paradigma değişimine uğrasa da Batı İslam'ın en etkili ağızlardan "yeni düşman" olarak kodlanmasıyla sonuçlanmıştır. 11 Eylül 2001 saldırısıyla ise bu düşmanlık yepyeni bir aşamaya girmiştir. Böylece İslâm'ın zuhuruyla birlikte başlayan polemik, kronik ve apokaliptik literatürde ortaya konan İslâm, Kur'an, Hz. Peygamber ve Müslümanlara yönelik alabildiğine negatif "ismaili-haceri", "heretik", "deccal" vb. iddia, niteleme ve argümanların günümüzde alabildiğine yükseltilen aşırı sağ-sol partiler veya merkez partilerin aşırı sağlaşıp Batı'nın "yeni normali" olmasıyla güncellenip yeniden üretilerek servis edilmektedir. Demem o ki, artık "fobi" karşıtlığa, karşıtlık düşmanlığa, düşmanlık da "ırkçılık-kültürel ırkçılığa" dönüşmüştür.
Kökenleri o döneme uzandığı için bugün Batı'da yayılan İslamofobi günümüzde yaşayan Ortaçağ olarak nitelenemez mi?
İslam ve Müslümanlara yönelik düşmanlık, nesilden nesle aktarılan ortak düşmanlık algısının yeni şahıs ve yöntemlerle sürdürülmesi anlamında nitelenebilir tabii. Nitekim ABD'de Kitab-ı Mukaddes'in bazı pasajlarını teo-politik ve apokaliptik anlamda aşırı yorumlayan ve "Siyonist Hristiyanlar", "Amerikan Taliban'ı" gibi nitelemelerle de anılan Evanjelikler, Avrupa'da ise Geert Wilders vb. aşırı sağ-sol partilerin kendilerini Ortaçağ'da İslâm'a yönelik düzenlenen haçlılara (anti-Islam crusader) benzettikleri, İslâm ve Müslümanlara karşı Haçlı seferleri dönemindeki pek çok slogan, söylem ve eylemleri güncelleyerek kullandıkları görülüyor. ABD Başkanı Bush'un Irak'ın işgalini "haçlı savaşına" benzettiğini de biliyoruz. 11 Eylül sonrasının İslâm-Müslüman karşıtı aşırı politik oryantalistik söylem ve eylemler için de "silahsız haçlılar" tabiri kullanılmıştır ki, bendeniz de bunu bir çalışmama başlık yapmıştım. Zira bugün Batı'da İslam düşmanlığı teo-politik projeler, devşirmeler, ex-Müslümanlar (İslam'dan irtidat etmişler) eliyle daha ziyade devam ettiriliyor.
PROF. DR. ÖZCAN HIDIR KİMDİR?
1992 yılında Medine İslam Üniversitesi'nden mezun oldu. Yüksek lisansını 1985'te, doktorasını 2001'de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde tamamladı. Çalışmalarını "Yahudi ve Hristiyan kültürünün İslâm, Kur'an ve hadislere etkisi tartışmaları", "İsrâiliyyât-Mesîhiyyât", "Dinler ve kültürlerarası etkileşim", "Batı'da Kur'an ve Sünnet'e yaklaşımlar", "Oryantalizm-Oksidentalizm", "Protestanlık- Martin Luther ve İslâm", "Avrupa ve Batı'da İslâm", "Batı'da Hz. Peygamber imajı", "Avrupa'daki Türkler ve Müslümanlar", "Batı'da İslâm-manevî rehberlik eğitimi-uygulamaları", "İslâm karşıtlığı-kültürel ırkçılık" ve "Batı'nın Türkiye ve Ortadoğu teo-politiği" gibi konular üzerinde sürdüren Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim üyesidir.