Felsefe kitapları kolay kolay insanları korkutmaz. Ya da beni korkutmaz en azından. Ama üniversitede Nietzsche'nin ünlü kitabı Böyle Buyurdu Zerdüşt'te şu pasajı okuduğum zaman korktuğumu itiraf etmem lazım:
"Bakın! Size Son İnsan'ı göstereceğim... Dünya küçüldü ve üzerinde her şeyi küçülten Son İnsan zıplıyor... Şimdi ve sonra biraz zehir: bu hoş rüyalar üretir. Ve sonunda bir sürü zehir, hoş bir ölüm için. Hâlâ çalışıyorlar, çünkü çalışmak eğlencedir. Ama eğlencenin onları tüketmemesine dikkat ederler... Çoban yok ve tek bir sürü. Herkes aynı şeyi ister, herkes aynıdır: aksini düşünen gönüllü olarak tımarhaneye gider... 'Mutluluğu keşfettik', der Son İnsanlar ve göz kırparlar."
Friedrich Nietzsche'nin "Son İnsan" kavramı hırs, risk ve yaratıcılıktan yoksun, yalnızca konfor ve güvenliği hedefleyen simgesel bir karakterdir. Son asırda oluşan ya da oluşabilecek insan profilini anlamak için felsefecilerin insan modellerinden biridir. Son İnsan fikri korkutucudur çünkü toplumun tüm ilerleme ve mükemmellik arzusunu yitirdiği, durgunluğa ve daha derin bir anlam ya da amaçtan yoksun bir yaşama yol açan bir geleceği temsil eder. Tabii beni asıl korkutan Nietzsche'nin Son İnsan kavramının emarelerini toplumda görmemdi, burada ele alacağım diğer filozofların öngördüğü insan modelleri gibi.
Nietzsche ve Son İnsan
Nietzsche'nin Son İnsan demesi boşuna değildir. Son İnsanın dünyasında artık kişisel ya da toplumsal ilerleme için herhangi bir ihtiyaç ya da arzu yoktur. Zorluklardan kaçınılır çünkü bunlar rahat statükoyu bozabilecek çaba ve risk gerektirir. Bu meydan okuma yokluğu insan ruhunda ve toplumsal yapılarda durgunluğa ve çürümeye yol açar. Son İnsan bir tür pasif nihilizmi temsil eder. Nihilizm hayatın bir anlamı olmadığı görüşüdür. Son İnsan için kişisel konfor ve güvenliğin ötesinde uğruna çabalanacak hiçbir değer olmadığından, yaşam anlamsızlaşır.
Nietzsche, "Tanrı öldü" sloganı ile ifade ettiği din ve inançlardaki düşüşün insanlığı, anlık ve maddi tatminin ötesinde hiçbir şeyin peşinden koşmaya değmeyeceği bu nihilist duruma sürükleyebileceğinden korkuyordu. Nietzsche dindar bir adam olmadığı için çözüm olarak Übermensch ya da Üstinsan kavramını ortaya attı. Üstinsan, geleneksel değerlerin yokluğunda kendi değerlerini ve anlamını yaratan, kişisel ve kültürel evrim için çabalayan bir bireyi temsil eder. Üstinsan, acı çekmeyi ve meydan okumayı büyümenin gerekli bileşenleri olarak kucaklamaya isteklidir.
Son İnsan herkesin aynı olduğu bir toplumda yaşamaktadır. Bireysellik ve benzersizlik bastırılmakta ya da istenmeyen bir şey olarak görülmektedir. Bu tekdüzelik yenilik, yaratıcılık ve kişisel gelişim eksikliğine yol açmaktadır, çünkü herkes kendi farklı yolunu izlemek yerine önceden belirlenmiş bir kalıba uymaya çalışmaktadır. Bu tanımın günümüz insanlarına uymadığını çünkü çağımızın bireysellik çağı olduğunu söyleyecek çok kişi olacaktır. Ancak ben bu kanaatte değilim. Üniversitede aldığımız puanla hangi bölümleri seçeceğimiz, neleri arzulayıp neleri arzulamadığımız, nasıl giyinmemiz gerektiği, evlenirken ne yapmamız gerektiği ya da bayram tatilini nasıl değerlendirmemiz gerektiği popüler kültür tarafından belirlenmiştir. Mutluluk bu normlara uymaktır! Nietzsche'nin yukarıda alıntısında dediği gibi: "Çoban yok ve tek bir sürü."
Estetik insanın gölgesi
Peki, mutluluk genelde neyle pazarlanıyor? Hedonizm ve onun birincil amacı olarak görülen tüketim. Hedonizm, hazzın insan yaşamındaki tek gerçek iyi ve uygun amacı olduğunu savunan felsefi bir doktrindir. Hedonistler fiziksel ya da psikolojik zevkin peşinde bir hayat yaşarlar. Bu noktada günümüz insanının bu yönünü bir başka varoluşçu felsefeci Kierkegaard daha iyi yakalar. Kierkegaard estetik aşamada yaşayan insanları tanımlar, buna ben "estetik insan" diyeceğim. Estetik insan zevk, yenilik ve duyusal uyarım arayışı ile karakterize edilir. Bu bireyler, anında tatmin sağlayan deneyimler yoluyla hayattan aldıkları keyfi en üst düzeye çıkarmaya çalışırlar. Estetik insan için ana motivasyon can sıkıntısı ve umutsuzluktan kaçınmaktır.
Estetik insan ile son insanın eksik kaldığı şey aynıdır: Daha derin bir anlam ve amaç. Estetik insan bu anlam eksikliğinden kaynaklanan varoluşsal umutsuzluktan kaçınmaya veya bunu görmezden gelmeye çalışır. Bununla mücadele etmek için estetik insan genellikle sürekli yeni deneyimler ve dikkat dağıtıcı şeyler arar. Çok tanıdık geldi değil mi? Estetik insanın durumu, sürekli mal, medya ve deneyim tüketiminin mutluluk ve tatmine ulaşmanın bir yolu olarak teşvik edildiği modern tüketim dürtüsünü yansıtmaktadır. Tüketim kültürü, anlık arzuları tatmin etmek ve rahatsızlığı ya
da tatminsizliği hafifletmek üzere tasarlanmış sonsuz sayıda yeni ürün, deneyim ve hizmet pazarlamaktadır.
Estetik insanın bir yönünü daha çağdaş insanda görebiliriz: bağlılıktan kaçınma. Estetik insan ilişkilere veya etik görevlere derin bir bağlılığın olmamasıyla dikkat çeker. İlişkiler genellikle hazza dayalıdır ve estetik birey kişisel özgürlüğü sınırlayabilecek veya özveri gerektirebilecek kısıtlamalara direndiği için ilişkiler sığ ve geçicidir. Estetik insan bağlılık ve sorumluluk gerektirdiği için evlenmek istemez ya da olabildiğince geciktirmek ister. Çünkü hayatta yaşanacak daha çok şey vardır! Günümüzde boşanma sayılarındaki artış ile evlilik yaşlarındaki gecikmelerin bir olası
açıklaması estetik insanın gölgesinin toplumumuza çökmesidir.
Marcuse'ün tek boyutlu insanı
Yeni insanı tanımlayan bir başka felsefi model Herbert Marcuse'nin "Tek Boyutlu İnsan"ıdır. Marcuse, kapitalist toplumlarda teknolojinin bir araçtan daha fazlası haline geldiğini, insanların düşünme ve dünyayı deneyimleme biçimlerini şekillendirdiğini savunur. Bu teknolojik rasyonalite, işlevi anlamın önüne geçiren ve eleştirel düşünme ve muhalif düşünme kapasitesini azaltan bir verimlilik ve kontrol mantığını dayatır. Marcuse'e göre, ileri sanayi toplumları, bireysel ihtiyaçları mevcut sosyal yapılar ve ideolojilerle uyumlu hale getiren tek boyutlu bir bakış açısını teşvik eder. Bu düşüncenin karmaşıklığını azaltma eğilimindedir. Bu da eleştirel düşünemeyen ve alternatif perspektifler sunamayan bir toplum oluşturur.
Bir boyutlu insan tüketim kültürü ile iç içedir. Statükonun korunmasında merkezi rol oynayan tüketim kültürü, bireyleri sürekli mal edinmeye ve kişisel zevk peşinde koşmaya odaklayarak, daha derin sosyal ve felsefi konulardan uzaklaştırır. Marcuse tek boyutlu insana çare olarak "olumsuz düşünmeyi" önerir. Bu mevcut koşullara meydan okumayı ve yeni olasılıklar hayal etmeyi içerir. Tek boyutlu insan bunu yapamaz. Onun arzuları, istekleri ve düşünceleri öylesine üretilmiş hale geliyor ki, alternatif yaşam biçimleri artık hayal bile edemez. Bu deneyimi tek boyutlu hale getirir.
Marcuse'ün bu insana tek boyutlu insan demesinin nedeni budur. Ben bu tek boyutlu deneyimin ve özellikle de eleştirel düşünme kaybının modern toplumda ciddi manada yaygın olduğu kanaatindeyim. İnsanların çoğu alternatif bakış açılarını kavrama ve anlamada zorluk çekiyorlar gibi gözüküyor. Çoğu kişiler için modernizmin sunduğu yaşam tarzı, etik standartlar ve dünya görüşleri tek geçerli ya da olası olanlardır.
Baudrillard ve tüketen insan
Ancak kanaatimce yeni insanın resmini en iyi çeken düşünür medya ve iletişim çağını yakalamasının avantajı ile Fransız felsefeci Jean Baudrillard'dır. Baudrillard tüketim toplumunu tanımlar ve eleştirir. Onun odağı tüketen insandır. Ancak bu yeni tüketen insan sadece nesneler tüketmez, artık tüketim işaretler ve sembollere genişler. Bunu daha iyi anlamamız için simülasyon ve hipergerçeklik kavramlarını anlamamız gerekir.
Baudrillard'ın simülasyon fikri, artık bir orijinali olmayan ya da hiç olmamış şeylerin temsilini içerir. Tüketim toplumunda bu simülasyonlar sadece kopya ya da taklit değildir; "gerçek olandan daha gerçek" ya da "hipergerçek" hale gelirler. Bu hipergerçeklik, gerçeklik ve temsil arasındaki ayrımın ortadan kalktığı bir durumdur. Hipergerçeklikte, kültür ve medyanın işaret ve sembolleri insan deneyimine o kadar hekimdir ki, temsil ettikleri varsayılan gerçekliği yaratmaya başlarlar.
Bu durumu anlamak için ideal bir örnek sosyal medyadır. Instagram ve Facebook gibi platformlarda, kullanıcılar genellikle hayatlarının gerçek günlük varoluşlarıyla çok az benzerlik gösterebilecek idealize edilmiş versiyonlarını sunarlar. Bu da kendilerinin her zaman mutlu, seyahat eden ve iyi yiyecekler yiyen hipergerçek bir versiyonunu yaratarak başkalarının "normal" yaşam algılarını etkileyebilir. İnsanların çoğu sosyal medyada gördüğü temsilleri gerçek sanır. Ya da filmlerde gördüğümüz ilişkiler veya aşk hikâyeleri bizi o kadar etkiler ki, aşk ya da ilişki dediğimiz zaman onlar aklımıza gelir. Bu sanal aşklar, gerçek aşklardan "daha gerçek olur".
Tektipleşmeye doğru
Baudrillard, her nesnenin, sahibinin sosyal statüsü, kimliği ve seçimleri hakkında bir şeyler söyleyen bir işaret değerine sahip olduğunu savunur. Modern tüketim kültüründe nesneler sadece pratik kullanımları (işlevsel değerleri) için değil, aynı zamanda işaret ettikleri şeyler (işaret değerleri) için de satın alınmaktadır.
Bu, zenginlik ve statüye işaret eden lüks malları ve hatta yaşam tarzı, zevk ve bireyselliğe işaret eden günlük seçimleri de içerir.Bir Rolex saate sahip olmak ya da bir Ferrari kullanmak sadece zamanı göstermenin ya da araba kullanmanın işlevsel değeriyle ilgili değildir, bu nesneler zenginliği, ya da belirli bir yaşam tarzını ifade eder. Bu nesnelerin işaret değeri çoğu zaman pratik faydalarını aşar. Dolayısı ile bu nesneleri pazarlayanlar size onların işlevini değil, aslında işaret ettikleri yaşam tarzını satarlar. Bu yaşam tarzı ise hipergerçeklik olarak medya ya da sosyal medyada üretilir.
Kanaatimce Baudrillard'ın çizdiği resim üretilen yeni insanı çok iyi tasvir etmektedir. Ve bu Baudrillard'ın da tespit ettiği nedenlerden dolayı Nietzsche alıntısı kadar korkutucudur. Tüketim toplumu neyin arzu edilir olduğunu dikte eden işaretler ve imgelerle doyuma ulaştıkça, bireyler kendi özgün arzu ve ihtiyaçlarıyla temaslarını kaybetmeye başlarlar. Kendilerine pazarlanan standartlaştırılmış ideallerin peşine düşerek kişiselleştirme ve seçim kisvesi altında tek tipleşmeye doğru giderler. Ve Nietzsche'nin son insanına dönüşürler. Mesela giyim endüstrisi genellikle neyin "moda" kabul edildiğini belirleyerek, insanları mevcut kıyafetleri yeterli olsa bile her sezon yeni kıyafetler satın almaya yönlendirir. Bu olgu, ihtiyaç veya kişisel tercihten ziyade yalnızca modaya uygun olmaya dayalı bir talep yaratmak için yoğun bir şekilde reklamı yapılan hızlı moda trendleri tarafından yönlendirilir.
Yüzeysel ve istikrarsız bir benlik duygusu
Baudrillard, geleneksel toplumsal ilişkilerin yerini nesneler ve imgeler tarafından sağlanan ilişkilerin aldığını öne sürer. Sosyal etkileşimler giderek maddiyata ve imajlara bağlı hale gelmekte, gerçek insani bağların altını oymakta ve sosyal yaşamı bir dizi işlem ve alışverişe indirgemektedir. Instagram veya TikTok gibi sosyal medya platformları bu değişimi canlı bir şekilde gözler önüne serer. Burada sosyal etkileşimler genellikle, belirli içerik türlerini teşvik etmek üzere tasarlanmış algoritmaların aracılık ettiği simgeler ve beğeni alışverişine dayanır. Etkileşimler metalaştığı ve odak noktası anlamlı bağlantılar kurmak yerine takipçi veya beğeni kazanmaya kaydığı için bu durum ilişkilerin derinliğini azaltır. Sosyal ilişkilerin metalaştırılması, ilişkilerin duygusal ya da içsel değerden ziyade maddi ya da statüsel olarak ne sağlayabilecekleri merceğinden görüldüğü bir topluma yol açabilir. Ne yazık ki bu topluma doğru hızla gidiyoruz.
Tüketim toplumunun insanı parçalı ve çoklu kimlikli bir insandır. Bireyler tükettikleri ürünlere ve benimsedikleri imajlara bağlı olarak kimliklerini sürekli olarak değiştirmekte, bu da yüzeysel ve istikrarsız bir benlik duygusuna yol açmaktadır. LinkedIn gibi profesyonel platformlardaki "kişisel markalaşma" olgusu, profesyonel kimliklerin bile pazarlanabilir imajlara uyacak şekilde nasıl hazırlandığını ve uyarlandığını göstermektedir. Bu durum, bireylerin kendilerini gerçek becerilerini veya ilgi alanlarını yansıtmaktan ziyade pazar odaklı bir şekilde sunmalarına yol açar. Simülasyon dünyasında bu şaşırtıcı değildir, çünkü hipergerçeklik "daha gerçektir".
Yazımı bitirmeden önce burada ele aldığımız yeni insan tasvirlerinden hareketle modern toplumda bireylerin kendilerine dayatılan standartlaştırılmış
ideallerde kaybolmak yerine, eleştirel düşünme ve kişisel büyüme yoluyla özgün kimliklerini yeniden kazanabileceklerini vurgulamak istiyorum. Felsefe ile ilgilenmek, düşünmek ve daha derin bir birey olmaya çalışmak tüketim toplumunun simülasyona dayalı matriksinden çıkmanın önemli bir yoludur (evet, Matrix filmi Baudrillard'ın kuramından etkilenmiştir). Bu uyanışın ödülü daha derin ve anlamlı bir yaşam olacaktır.