Nabi Avcı: DÜŞÜNEN DEĞİL DÜŞÜNMEYEN BİR İNSAN MODELİ ÖNGÖRÜYORLAR

DÜŞÜNEN DEĞİL DÜŞÜNMEYEN BİR İNSAN MODELİ ÖNGÖRÜYORLAR
Giriş Tarihi: 24.09.2024 11:13 Son Güncelleme: 24.09.2024 11:27
Teknoloji ve imkânların hızlı gelişimiyle hayat şartları ve toplumsal yapılar da eskisinden hızlı bir dönüşüme girmiş görünüyor. Ama değişen/dönüşen bundan ibaret değil. Daha çarpıcı olanı hem fert hem topluluk olarak insanın da değişmesi. İnsan alışkanlıklarıyla olduğu kadar ilişkileri, eğilimleri ve zihniyetiyle süratli bir değişime maruz kalıyor. Belki de maruz bırakılıyor. Her şeyin başına “yeni” veya benzeri çağrışımlar yapan sıfatların eklendiği bu evrede “değişim” veya “yeni insan” türünden tabirleri çok sık duyar olduk. Yenilik aşkını anlıyoruz ama gözü karartmadan önce yaldızlı ibarelerle bize sunulan bu değişim ya da dönüşümün, daha da önemlisi “yeni insan” denilen şeyin gerçekte kaynağı, hedefi, varacağı yer, nasıl bir değişiklik öngördüğü ve kime hizmet ettiğini de sorgulamak gerekmez mi? Bu sorgulamayı özellikle iletişim alanındaki çalışmaları ve kitaplarıyla tanınan Prof. Dr. Nabi Avcı ile yapalım dedik. Yakın dönemde Milli Eğitim ile Kültür ve Turizm bakanlıklarında da bulunan Avcı, insanın içinde bulunduğu evreyi Lacivert için tahlil etti.

Yeryüzünde hayat teknolojinin gelişmesiyle birlikte hızla değişir oldu. Sadece hayatın değil toplumun hatta insanın da buna paralel olarak bir değişim geçirdiğini sık sık okur-duyar olduk. Bu hususta özellikle dijitalleşmeye dikkat çekiliyor. Siz dijitalleşmenin insanı ve zihniyetini nasıl değiştirdiğini düşünüyorsunuz?

Ben bütün dünyada ama özellikle bizde belli düşünce akımlarının bir tür moda gibi gelip geçmesinin sağlıksız bir düşünsel ortama yol açtığını düşünüyorum. Geçmişte söylenmiş, tartışılmış olan birtakım düşünce ve girişimler sanki hiç yaşanmamış gibi davranılıyor ama bunların neredeyse tamamının günümüzde yeni bir terminolojiyle, yeni bir söylemle, yeni modalar şeklinde tekrar gündeme gelmesi söz konusu. Bu nedenle eskilere karşı bir tür haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Özellikle teknoloji, gündelik pratikler, toplumsal ilişkiler ve bunlar arasındaki etkileşimler konusunda
iletişim araştırmalarının kurucu babalarından olan Marshall Mc- Luhan'ın tezlerinin bugün aslında onun konuşup yazdığı dönemden çok daha fazla karşılık bulması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onun bundan elli sene önce gündeme getirdiği problemlerin ve tartışma başlıklarının çerçevesi
bugün teknolojide yaşanan gelişmeler tarafından doğrulanıyor. Kısaca McLuhan'ın söylediği şuydu: Her teknoloji insanın uzantısıdır. Değişimle, teknolojiyle gözümüzün, kulağımızın ve diğer duyularımızın uzantıları artıyor. İnsanoğlu tarih boyunca değişik teknolojileri kullanarak uzantılarını
dünyaya yaydı. Ama son dönemde, elektronik devrimle birlikte, en merkezî organımız olan beynimizin de uzantısı ortaya çıktı. Bu da elektronik devrim ve dolayısıyla onun uygulamalarından biri olan bilgisayar teknolojisi oldu. Bugün tartışılmakta olan yapay zekâ uygulamalarına varıncaya kadar gündemde olan konuların pek çoğu aslında McLuhan'ın elli-altmış sene önce işaret ettiği o merkezî organımızın uzantısı olan bilgisayarın bu kadar etkinleşmesi, yaygınlaşması ve gündelik hayat pratiklerine sirayet etmesiyle ilgili. Bu sayede bu gündem artık bu kadar yoğun tartışılıyor. Burada bir nükteye işaret etmem lazım. Bilgisayar uygulamalarının köpürttüğü "enformatik cehalet" dediğimiz bir şey var aslında. Bilgisayar, 0 ve 1 olarak kodlayabildiklerini 'bilgi sayar' ama o kodlamaya yerleştiremediklerini 'bilgiden saymaz'. Teknolojinin, yani tekerlekten başlayarak bugüne kadar süren kritik buluşlardan, icatlardan, uygulamalardan sonra da artık dünyanın eskisi gibi olmadığı, olmayacağı, her şeyin değişeceği, yeni bir insan türünün ortaya çıkmakta olduğu o zamanlar da konuşulmuştu. Evet, telefonla birlikte televizyon başta olmak üzere her yeni teknoloji, her yeni icat, her yeni uygulama bir şekilde dünyamızı, gündelik hayatımızı değiştirip dönüştürüyor.

Peki, bu gelişmelerle birlikte bildiğimiz anlamda insan ortadan kalkıp, yerine yeni bir tür ya da yeni bir zihniyet mi çıkıyor dersiniz?

Sizin de bahsettiğiniz üzere burada "acaba yeni bir döneme mi giriyoruz", "insan ortadan kalkıyor mu" soruları gelebiliyor akla. Çünkü bilgisayarın, insanın en merkezî organın, beyninin uzantısı olan bilgisayarın mümkün kıldığı uygulamalar var artık. Bu durum yapay zekâ ile gerçekten belli bir ivme kazanmış gibi görünüyor. Öyle olunca çok şey insan-makine ilişkisi bağlamında tartışılmaya başlanmış durumda. Ama ben yine de Türkçedeki bilgisayar tabirinin ima ettiği insan lehine avantajların hâlâ geçerli olduğunu ve olacağını düşünüyorum. Günümüzde özellikle yapay zekâ uygulamalarına çok ilgi duyan, buna büyük ümitler bağlayanlar var. Artık yapay zek uygulamalarıyla insanoğlunun yapabildiği pek çok şeyin çok daha iyi ve daha hızlı yapıldığını söylüyorlar. 'Resim yapar, beste yapar, sesleri alır, görüntüler alır, artık yaşamayan sanatçıların seslerini görüntülerini tekrar canlandırır, onlar üzerinden yeni üretimler gerçekleştirir' diyorlar. Ama burada gözden kaçırılmaması gereken şey, bunların, mevcudun köpürtülmesiyle, yeniden üretilmesi ve çeşitlendirilmesiyle yapılan eserler olduğudur. Daha açıkçası, burada sıfırdan üretim yok. Zaten var olanın yeniden üretilmesi söz konusu; teknolojik imkanlarla evet daha hızlı, daha çabuk, daha kapsamlı, daha temiz ama zaten var olanın yeniden üretimi yapılıyor. Bu ise önceliğin yine insanda olması anlamına gelir. Çünkü insan bu işi ilk örneksiz yapmıştır. Yeni teknolojik gelişmeler, özellikle bilgisayar ve bilişim teknolojilerindeki gelişmeler nedeniyle pek çok şey daha hızlı, daha temiz, daha kapsamlı yapılabiliyor, yapılacak. Ama bunlar hep daha önce sorulmuş ve bir şekilde yeterli veya yetersiz cevapları verilmiş şeylerin şimdi daha yetkin cevaplarla çoğaltılması anlamına geliyor. Burada kritik olan, ilk sorulan soru. Yani yapay zekâ ilk soruyu sormuyor; ilk soruyu, hep insan soruyor ve insan soracak.

İnsanların dijital imkânlar karşısındaki durumunu ele alan "İnsan, insan gölgesinde yetişir" başlıklı kısa bir yazınızı okudum. Bu başlıkla ne demek istediğinizi biraz açabilir misiniz?

Eğitim süreçleri teknolojik desteklerle zenginleştirilir, zenginleştirilmelidir; ama asıl olan "insan insana" bir ilişki olan öğretmen-öğrenci ilişkisidir. Bu ilişkiyi anlatan "insan, insan gölgesinde yetişir" sözü az evvel konuştuklarımızın hepsine uyarlanabilir. Bunu en iyi şerh edebilecek şeylerden biri Pir Sultan Abdal'ın "Çok keramet var insanda" dizesidir. O keramet ancak insandan insana geçiyor, insandan insana aktarılabiliyor. Belki bunu en iyi açıklayan muhabbettir. Kars türküsünde de dendiği gibi, "muhabbetle nice olmazlar olur" ama muhabbet de yapay zekâyla, teknolojiyle vs. olmuyor. Muhabbet insanla insan arasında bir ilişkidir. Dolayısıyla çok keramet var insanda ve o keramet bundan sonrası için de bizim en güvenilir hazinemiz
olacak.


Günümüzde yaygınlaşan, telkin edilen mekanik nitelikli anlayışlar insanı insandan uzaklaştırmıyor mu, insansızlaşmaya doğru götürmüyor mu?

Bu yeni bir şey değil. Bu, Batı düşüncesinde veya hâkim olan düşünce tarzlarında epey gerilere uzanan bir hikâye. Abdülkadir es-Sufi bunu çok güzel özetler: Eski zihniyette dünya kâinatın merkezindeydi, dolayısıyla insan kâinatın merkezindeydi. Ama Kopernik ile birlikte, Batı'da dünyanın merkezde olmadığı, güneşin dünya etrafında değil dünyanın güneş etrafında döndüğü bilgisi üzerinden önce dünya ve dolayısıyla insan merkezî konumdan çıkartıldı. Sonra insanın eşref-i mahlûkat olduğu düşüncesini tahrip etmek üzere insanın bir evrimsel ürün olduğu iddiası gündeme getirildi, yaygınlaştırıldı ve bu görüş sıradanlaştırıldı. İnsanlar salt canlılar arasında evrimsel basamakların üstüne çıkmış bir başka canlı gibi konumlandırıldı.
Ama yine de insanı savunanlar buna karşılık olarak "insanda öyle bir meziyet var ki bu başka canlılarda yok" dediler. İnsana hayvan-ı nâtık denildi ve dil ortaya sürüldü. Ama farklı canlılarda farklı şekillerde iletişim olduğu iddiasıyla bu meziyet de insandan geri alınmaya çalışıldı. İnsanı bu şekilde merkezî konumundan etme gayreti hâlâ var ama insan hâlâ merkezdedir zira "güneş dünyanın değil, dünya güneşin etrafında dönüyor" diyen de insandır. Ama neticede bir insansızlaştırma gayreti var.

Peki, bu insanı insandan uzaklaştırma ya da insansızlaştırma gayretinin arkasında kimler olduğu söylenilebilir?

Belki komplo teorisi diyenler çıkabilir ama biz yine de söyleyelim. Avrupa ve Batı medeniyetinin dünyaya yayılırken ve başka medeniyetleri tarumar ederken, yozlaştırırken kullandığı 'taktika', kendisinden başkasını insan saymamaktır. Amerika'ya gidenler oradaki yerlileri köleleştirirken, yok ederken, onların bütün hayat alanlarını işgal ederken bunu onların insan olduğunu inkâr ederek yaptılar. "Onların da ruhu var mı yok mu" meselesini o dönemler papazlar çok tartıştı. Sadece onlar için değil; bir dönem, kendi içlerinde, paganların, köylülerin, serflerin ve kadınların ruhu olup olmadığını, yani onların da insan olup olmadığını da tartışma konusu yaptılar. Dolayısıyla insansızlaştırmanın arkasında böyle bir zemin, böyle bir art niyet ve program da yatıyor. Günümüzde Filistin ve Gazze'de yapılanlar da bunun benzer uygulamalarıdır. Çok garip bir şekilde zamanında
Amerika yerlilerine yapılanlarla, bugün Gazze'de yapılanları meşrulaştırmak için kullanılan terimler aynı… Biliyor musunuz, bugün "işgalci" değil de "yerleşimci" terimini kullanıyorlar; bu ilk defa Amerika'da kızılderililerin toprakları işgal edilirken kullanıldı. Oraya gittiler, kızılderililerin topraklarına beyazları yerleştirilirken sanki orada daha önce kimse yokmuş, o topraklar sanki işgal edilmiyormuş gibi onlara "settlers" (yerleşimciler) dediler, oranın asıl sahiplerini insan-altı varlıklar gibi gördüler, gösterdiler.

Aynı terimleri günümüzde İsrailliler kullanıyor. "Filistin'dekiler insan değil" ya da "bunlar zaten insan-altı varlıklar" diyorlar. 7 Ekim saldırılarından sonra da resmi ağızlardan "Bunlar insan değil, hayvandan aşağı varlıklar" dediler zaten. Dolayısıyla bunlar insansızlaştırmayı aslında çok daha öncelerden başlatmışlardı. Afrika'da, Hindistan'da, Kuzey ve Güney Amerika'da, Japonya'da vs. hep aynı şeyi uyguladılar. Savaşçı olmayan insanların, kadınların, çocukların yaşadığı Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atom bombası attılar çünkü kendilerine göre aşağıdakiler o kadar da insan değildi. "Yeni insan" derken de kendilerini kastediyorlar. Yani bu yeni teknolojik imkânları en iyi kullanabilecek olan veya ilk kullanacak olan kendilerini kastediyorlar. Kendilerini insan, hedef tahtasındakileri ise insansılar olarak sayıyorlar. Şu sıralar bir kitap okuyorum. Kitabın ismi çok ilginç: Can Non-Europeans Think (Hamid Dabashi) … Avrupalı olmayanlar düşünebilir mi? İnsanın en önemli meziyetlerinden biri düşünme kabiliyetidir. Kitap Avrupa düşünce tarihinde düşünme kabiliyetinin münhasıran Avrupalılara mahsus bir meziyet olduğunu ve geri kalanların düşünmeyi de beceremediğini ileri süren ya da imâ eden örneklerle dolu. Kant'tan Auguste Comte'a kadar örnekler... "Bunlar düşünmeyi beceremez, zaten bugün içinde yaşadıkları hal de düşünmeyi beceremediklerinin en somut kanıtıdır" şeklinde özetlenebilecek bir anlayışın örnekleri… Ben bu söylemi, doğrudan eski emperyalist ve sömürgeci söylemin teknoloji sosuyla yeniden pazarlanması olarak görüyorum.

Gördüğüm kadarıyla sadece yaşam şartları ve imkanlar şekillendirilmekle kalmıyor, bir yandan da dünya çapında zihinler şekillendirilmeye çalışılıyor. Bize birtakım odaklar tarafından ısrarla sunulan görüşlerin adeta bir paket gibi "ya hepsi, ya hiçbiri" şeklinde dayatıldığını düşünüyorum. Siz bu dayatmayı nasıl değerlendirirsiniz?

Bu doğru. Mücadele sadece gündelik hayat ya da jeo-stratejik çatışmalar üzerinden sürmüyor. Bugün belli teknolojilere ve imkanlara sahip olanlarla henüz onlara sahip olmayanlar veya onlara hiç sahip olmayanlar arasındaki güç farkından çıkıyor. Bugün sözü geçenler özellikle bu teknolojilere, askeri teknolojilere en fazla sahip olanlar. İletişim araştırmalarından bir örnekle anlatmaya çalışacak olursam; yapısal antropolojinin kurucu babalarından Claude Levi-Strauss'un bir tespiti var. Eskiden farklı disiplinlerin yani ekonominin, antropolojinin ve linguistiğin araştırdığı alanların, şimdi iletişim araştırmaları şemsiyesi altına alındığını söyler. Ekonomi -kaba tabirle- mal ve hizmetlerin üretimi, paylaşımı ve dolaşımıdır. Kültürel antropoloji başta cinsiyet rolleri olmak üzere insanlar arası ilişkilerin, akrabalıkların nasıl dolaştığıdır. Linguistik de sembollerin, zihinsel üretimlerin, kavramların dolaşımıdır. Şimdi iletişim araştırmaları bunların hepsini birden ele alıyor. Dolayısıyla mal ve hizmetlerin dolaşımına hâkim olanlar, ilişkilerin ve cinsiyet rollerinin dolaşımına da, sembollerin dolaşımına da hâkim olabiliyorlar. Veya en azından tasallut ve tahakküm edebiliyorlar. Bunlar birbirini besleyen alanlardır. Birinde hâkimiyet tesis ederseniz diğerlerini de etkilersiniz. Dolayısıyla mal ve hizmetlerin üretim ve tüketimini, kim en yüksek düzeyde düzenliyor, en iyi pazarlıyor, paylaşımına karar veriyorsa, o trafiği kim idare ediyorsa aynı zamanda cinsiyet rollerinin dolaşımına, zihniyet dünyasına, sembollerin dolaşımına da o tahakküm ediyordur. Peki, mal ve hizmetlerin dolaşımını neyle garanti altına alıyorlar? Bilek gücüyle. Yani dünya ticaret örgütünün patronları kimse veya bütün dünyada hâkim para kiminse mal ve hizmetleri onlar tanzim ediyor. Bunu da sadece ekonomiyle ya da sözde ekonomik rasyonaliteyle değil, silah gücüyle yapıyorlar.

Mesela, son dönemlerde Ortadoğu'da Saddam'dan Kaddafi'ye, İran'dan Rusya'ya kadar kimin başına ne geldiğine bakın; ortak özellikleri "artık ticarette, petrolde ulusal paralarımızla iş yapacağız" demeleri ve bu nedenle canlarına okunmuş olmasıdır. Dolayısıyla mal ve hizmetlere tahakküm edenlerin tekerleklerine çomak sokanları tasfiye etmek için Ortadoğu'da neler yaptıklarını biz çok iyi biliyoruz. Ama günümüzde Çin, Hindistan ve başka bazı devletler bu mal ve hizmet trafiğine müdahil olmaya başladılar. Mal ve hizmetlerde olduğu gibi sembol trafiğinde ve bilimde de Çin, Amerikan üniversitelerinin önüne geçmiş görünüyor. Bizim de bazı stratejik alanlarda yaptığımız hamleler de, mevcut dünya düzenini tedirgin edici bir noktaya doğru gidiyor.


Günümüzde "Yeni İnsan", "Bağlantılı İnsan", "İnsan 2.0" gibi tanımlar ileri sürülüyor. Geleneğimizde insana getirilen tanım ve tasavvur ile özellikle modern dönemlerde getirilenler arasında nasıl bir fark görüyorsunuz? İnsan olmak sadece biyolojik bir süreçten mi ibarettir yoksa insan belli bir terbiyenin sonunda ulaşılabilen bir mertebe olabilir mi?

Aradaki farkın cevabı tam da bu sorunun içinde. Batı'da yapılmış insan tanımlarına baktığımız zaman "homo sapiens, homo faber, homo ludens, homo erectus vs." deniliyor, hatta son olarak en son "homo deus" bile çıktı. Kısaca insanın herhangi bir özelliğinden yola çıkılarak bugünkü koşullara göre yeni yeni insan tanımları üretilmeye çalışılıyor. Bütün kadim medeniyetlerdeki insan tanımının en veciz ifadesini "Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen" diyen Şeyh Galib Hazretleri getirmiştir. İnsan eşref-i mahlûkattır. Bakın bu tanımda, bir bütün olarak hem her birimiz hem bütün insanlık olarak insandan bahsediliyor; "homo bilmem ne" şeklinde ona dair özelliklerden değil. Kadim uygarlıkların insan anlayışıyla bugün hâkim olan zihniyetin tanımladığı insan tasnifleri arasında mahiyet itibarıyla çok ciddi bir fark vardır. Dolayısıyla özellikle son zamanlarda "yeni insan" ya da "insandan daha akıllı, daha becerikli, daha kapasiteli bir yaratık üretiliyor" türünden sözlerin arkasında daha önce homo sapiens, homo faber… diye kategorize ettikleri insana yeni bir kategori ilave etme çabası yatıyor. Ama son zamanlarda bu kadar yaygın bir şekilde gündeme getirilen bu tartışmalara şuradan da bakmak mümkün: Hegel'den nakledilen bir vecize vardır: "Minerva'nın Baykuşu alaca karanlıkta uçmaya başlar."

"Minerva'nın Baykuşu" hikmetin simgesidir. Yani hikmet, gün biterken, alaca karanlıkta kanat açar. Bunun manası şudur: Tarihsel pratikler bitmeden onlar hakkında hüküm verilemez. Yani bu pratikler, düzenlemeler, değişimler, dönüşümler belli bir aşamaya gelir ve bütün bunların aslında ne mânâya geldiği günün sonunda anlaşılır, şimdi değil. Bir başka deyişle; bütün bunlar olup biterken, "şu teknoloji ya da bu uygulama insanı şuraya taşıdı, zihniyeti buraya çıkardı, insanı şu konumdan bu konuma oturttu" şeklindeki iddialar ancak günün sonunda hikmet gözüyle değerlendirilir.

Dijital teknolojilerin yaygınlaşmasıyla insanın artık eskisine nazaran daha bilgili olacağı öngörülüyordu. Mevcut manzaraya bakınca hâlâ böyle düşünmek mümkün mü? Enformatik Cehalet kitabınızda bu meseleyi tahlil etmiştiniz. Bu bilgi bombardımanı, iletişim devrimi ya da enformasyon toplumunun neler getirdiğini ve ortaya nasıl bir tip çıkardığını düşünüyorsunuz?

Şimdi bu soruyla bam teline bastınız. Zaten Enformatik Cehalet kitabına adını veren de bu sorunun cevabı oldu aslında. Modern dünyada bilgi, insan zihninin veya insan başarılarının en üst noktası gibi takdim ediliyor. Hâlbuki bilgi, insan başarılarının sadece bir bölümünü yani bilgisayarın sayabildikleri kadarını teşkil ediyor. Bunu en güzel ifade eden şairler… Şairler bazen Minerva'nın Baykuşu'nu önceler gibi, bazı şeyleri alacakaranlık basmadan da sezinleyebiliyorlar. Mesela şair T.S. Elliot 1930'larda, bir oyununda şöyle bir şey söylüyor: "Hani o hikmet ki bilgide kaybettiğimiz/ Hani o bilgi ki enformasyonda kaybettiğimiz." Daha o zamandan "hikmeti bilgide kaybettik; bilgiyi öyle bir konuma oturttuk ki hikmet kayboldu" diyor. Hikmet, bilgi, enformasyon… Enformasyon bu çizginin en altındadır. Elliot bu dizeleri 1930'larda yazdığı için, işi enformasyonda bitiriyor. Oysa bugün, enformasyonun da altına, Büyük Veri'ye indik. Bugün o dizelerin devamını yazsa şöyle derdi herhalde: "Hani o enformasyon ki Big Data'da kaybettiğimiz." Günümüzün en yaygın yanılgısı, bilgiyle hikmet arasında sadece bir derece farkı olduğu yanılgısıdır. İnsanın, bilgili olursa, çok bilgi biriktirirse, hikmete ulaşacağı sanılıyor ama böyle bir şey söz konusu değil. Bilgi, birike birike hikmete dönüşmüyor. Bilgi ile hikmet arasında derece değil, mahiyet farkı vardır. Hikmet ayrı bir menzildir. Bunu şuradan anlayabiliriz; bizde tasavvufta, tekkede, halk şiirinde hiç mektep medrese görmemiş adamlar, kadınlar vardır ama onların bazılarında çok derinlikli hikmet tezahürleri görebiliriz. Bunun için illa formel bir eğitimden geçmiş olmak gerekmez. Bazen dağ başındaki çobanda da o hikmetin tezahürlerini görürsünüz.

Peki, bu manzara karşınızda gücü elinde bulunduranların küresel çapta insanı ya da zihnini nasıl bir model üzere şekillendirmek istediklerini düşünüyorsunuz?

Düşünen değil düşünmeyen bir insan modeli öngörüyorlar. Neyi, ne zaman, nasıl düşüneceği konusunda kolaylıkla yönlendirilebilen özneler oluşturmanın peşindeler. Buna önce siyasi ve ideolojik yönlendirmeler için geliştirdikleri tekniklerle başladılar. Bunu tüketim alışkanlıkları, tüketime yönlendirme teknikleri üzerinden geliştirdiler. Şimdi dünyaya nasıl bakacağınıza, bütün bu zokaları -siz farkında bile olmadan- içselleştirmenizi sağlayacak teknikler peşindeler. Bu söylediklerim komplo teorisi gibi algılanabilir ama bu konuda çok ciddi çalışmalar olduğunu biliyoruz. Sübliminal
mesajlardan tutun çok çeşitli tekniklerin ve silahların Orta Doğu ya da Afrika gibi bölgelerde insanlar üzerinde denenmekte olduğunu biliyoruz. Bu tekniklerin denemelerini, Batı dışı toplumlar üzerinde olduğu gibi, kendi toplumları üzerinde de yaptıklarından ben şahsen eminim.

BİZE ULAŞIN