İsmihan Şimşek: BEN KİMİM, BURASI NERESİ?

BEN KİMİM, BURASI NERESİ?
Giriş Tarihi: 26.09.2024 11:54 Son Güncelleme: 26.09.2024 11:54
İç içe girmiş girift kimliklerle karşı karşıyayız. Birbiri ile temelde zıt olan fikirleri aynı potada eriterek onları yok edip yeni karma ideolojiler üretmek son yılların modası. Tıpkı New Age dinlerde olduğu gibi. Yeni insanın temel yaklaşımı bu… Hepsinden az az karıştır, “hiçbir şey” olsun…

Bundan 6 yıl kadar önce bir sağlık sorunu nedeniyle yaklaşık üç ay kadar vegan beslenmek zorunda kaldım. Benim gibi peynir ve yoğurt sever biri için bunun ne kadar zor olduğunu anlatamam. Şimdi bunun konumuzla ilgisi ne diyorsunuz biliyorum. Anlatayım. O beslenme sürecinde hayatımda hiç olmadığım kadar tepkisiz, sakin hatta kimi zaman aptallaşan bir hale büründüm. Trafikte sinirlenmeden araba kullandım -ki bu benim için önemli bir eşik. Mizacım değişti, her şey olur gibi gelmeye başladı, olmazlarım ortadan kalktı. Yönlendirilmeye açık biri haline geldim. Pamuk gibi biri olmuşum aslında, ne güzel değil mi, derken "Bu ben değilim ki" diyerek kendime geldim.

Sonra vegan/vejetaryen beslenmenin neden bu kadar popüler hale getirilmeye çalışıldığını düşündüm. Bunun doğrudan öfkemizin, şehvetimizin, sınırlarımızın, ilkelerimizin elimizden alınmaya çalışılmasıyla bir ilgisi olmayabilir belki ama diğer propagandalarla birlikte düşünülünce çok da masum
olmadığı akla geliyor. Dört bir yandan bizi biz yapan her şey yok edilmeye çalışılıyor ve tekdüze, birbirinin kopyası, robotlaşmış insanlar topluluğu oluşturuluyor. Hatlarımız silikleşiyor, her şey birbirine karıştırılarak sınırlar ortadan kaldırılıyor. Cinsiyetler, ideolojiler, robotlar ve insanlar birbirine karışıyor.

Bir kimliğe bağlı kalmamak

Zygmunt Bauman, "akışkan kimlikler" tanımıyla yeni insanın kimliksizliğine vurgu yapmıştı. Bauman, sistemlerin ve kimliklerin sabit ve müzakere edilemez olması özelliğinin zayıfladığını söylüyor. Artık kimliklerimiz hızlı değişimin/dönüşümün etkisiyle istikrarlı özelliğini yitirip akışkanlaştı. Günümüz toplumu kapsamlı ve derinlikli bir çözülüş sürecini deneyimliyor, yerleşik kurumsal yapılar çöküyor. Böylece kararlı dayanaklarını yitiren kimlik, istikrarlı referans bağlamını kaybediyor. Kimlik, kapitalist tüketimin mantığına göre üstlenilip terk edilebiliyor, kimlikler arasında kolay geçişler ya da seçimler doğallaşıyor. Özellikle sosyal medya üzerinden fenomenlerin ve popüler kültür ürünlerinin topluma pompalanması kimliğin istikrarsızlaştırılmasında kilit önemde bulunuyor. Sürekli değişen yaşam tarzlarının ve kimliklerin topluma dayatılması, toplumun akışkanlaşmasıyla ve narsist benlik gibi kişilik tiplerinin oluşumuyla sonuçlanıyor.

Modern öncesi dönemlerde kimlik, bütünlüklü ve tutarlı bir görünüme sahipti. İdeolojiler, dinler, etnik ve kültürel kimlikler belirgindi. İnsanlar gruba/kolektiviteye genellikle ömür boyu bağlı kalırlardı, orada sosyalleşir, gruplarıyla bütünleşir, üyesi oldukları grup içinde anlam üretirdi. Kimlikleri burada oluşur, burada şekillenir ve genellikle ömür boyu sürerdi.

Kimliği korumayı ve sürdürmeyi teşvik eden, hatta bu amaçla baskı uygulayan kontrol mekanizmaları, kurumsal dayanaklar çökmeye başladı. Bir kimliğe bağlı kalmanın ve onu sürdürmenin nesnel koşulları giderek ortadan kalktı. Kimliği besleyen, ona süreklilik ve dayanıklılık kazandıran anlamlar dünyasının parçalanması, insan için hiçbir kimliğin tümden içselleştirilememesi ile sonuçlandı. Doğuştan gelen ve sonradan edinilen kimlikler sınırlıyken şimdi çoklu kimlikler oluştu. Nasıl bir kimliğin seçileceğini ya da inşa edileceğini, bunun ne kadar sürdürüleceğini şartlar belirler hale geldi. Böylece insanlar kararlı bir kimlik yerine, sürekli değişen, "konjonktürel" kimlik(ler) edindi. Değişken moda ve yaşam tarzlarının, popüler ürünlerin medya üzerinden topluma dayatılması bu süreci besleyip pekiştirdi.

Kararlı ve sınırları belirgin bir kimlikten beslenmek uçuculuklar ikliminde insan için avantajlı da değil. İstikrarsızlığın, geçiciliğin norma dönüştüğü, her şeyin akıp gittiği böyle bir dünyada sabit bir konuma angaje olmak, kararlı bir değerler sisteminden beslenen durağan bir yaşam tarzının tercihi bu yeni insana ölüm gibi geliyor.

Cinsiyet karmaşası ve çocuksuzluk

Yok edilmeye çalışılan kimliklerin başında cinsel kimlik geliyor. LGBT+ propagandası akıl almaz boyutlara ulaştı. Öyle ki artık homoseksüeller de hayatına homoseksüel olarak devam etmekten sıkılıp heteroseksüel birkaç gün/ ay/yıl geçirip tekrar homoseksüel hayatlarına geri dönebiliyor. Akışkan kimliğin de kendi içinde başka akışkanlıkları var. Aidiyetsizlik ve kafa karışıklığı hiç bu kadar dolaşık hale gelmemişti herhalde. Heteroseksüel ilişkiler de karmakarışık bir duruma geldi. Kadınlar kadın olmaktan, erkekler erkek olmaktan uzaklaştı. Birbirlerinin rolünü oynamaya başladılar.

İlişkilerin adı yok. İnsanlar deneyimlerini ve beklentilerini "ilişkiye girme" ya da "ilişki yaşama" gibi sözcüklerden çok "bağlantıda olma", "hatta kalma" gibi sözcüklerle ifade ediyorlar. Bırakın evli ya da sevgili olmayı, partner yerine "ağlar"dan söz ediyorlar. "İlişki", "yakınlık", "partnerlik" karşılıklı bağlanmayı belirgin kılarken, "ağ", eş zamanlı olarak hem ağa girme hem de ağdan çıkma özelliğini temsil ediyor. Bir ağın içinde, bağ kurma da bağı
koparma da aynı meşruiyette, aynı statüde, aynı önemde tercihler oluyor (Bauman).

İlişki yaşamak istemeyen yeni insan bir çocuğu olsun ister mi? Çocuk bağlılık, sorumluluk gibi pek çok kısıtlayıcı etmen demek yeni insan için. Her ne kadar "bu kötü dünyaya çocuk getirmek istemiyorum" sığlığı ile klişelere kapılsalar da altında yatan rızık endişesi, sorumluluk alma korkusu gibi başka nedenler çok daha baskın oluyor. Çocuk bakmak yerine hayvan sahiplenmek bir alternatif olarak sunuluyor. Hatta hayvan sahiplenmek ve hayvanseverlik de delilik boyutuna varacak bir propaganda ile destekleniyor. Hayat, yenilik, devamlılık, üretkenlik temsil eden çocuk rızık endişesi ile ilişkilendiriliyor. İnsan öldükten sonra ondan geriye hiçbir iz kalmaması için "bakamayacağı" yaygarası koparılarak çocuksuzluk empoze ediliyor.

Hepsinden az az, ortaya karışık

Hayvanseverlik ise artık bir ideoloji, tıpkı çevrecilik gibi. Dini, ideolojileri ve diğer tüm kimlikleri elinden alınan yeni insana yeni ve geçişken ideolojiler üretildi. Bir Müslüman'da zaten var olması gereken doğayla uyumlu yaşama, hayvanlara merhamet, çevreyi koruma gibi özellikler sanki sadece bazı toplulukların, örgütlerin sahip olduğu erdemlermiş gibi sunulmaya başlandı. Artık komünizm, faşizm, sağcılık, solculuk gibi ideolojiler yok. Antikapitalist solcu İslamcılar var mesela. LGBT+ destekçisi namaz kılan, tesettürlü kadınlar var. İç içe girmiş girift kimliklerle karşı karşıyayız. Birbiri ile temelde zıt olan fikirleri aynı potada eriterek onları yok edip yeni karma ideolojiler üretmek son yılların modası. Tıpkı New Age dinlerde olduğu
gibi. Yeni insanın temel yaklaşımı bu… Hepsinden az az karıştır, "hiçbir şey" olsun…

Rainer Funk'a göre ise bu yeni insanın temel inancı güçlü bir "ben" ve kim olduğunu sana başkalarının söylemesine izin vermemek üzerine kurulu. Bu inanç "seni sen yapan sen olacaksın" ifadesinde karşılık buluyor. Herkesle ve her şeyle adeta oyun oynar gibi ilişki kurulabilir ve kurulmalıdır. Her şey isteğe bağlıdır. Olmayacak hiçbir şey yoktur ve bu nedenle her şey uyar. Ve uyan her şey "okey"dir. Hiçbir şey yoktur ki akıp gitmesin. Hiç kimsenin, neyin iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, sağlıklı ya da hasta, hakiki ya da yapay, gerçek ya da yanılsama olduğunu söyleme hakkı yoktur. Önemli olan tek şey, benim ben olduğum gerçeğini ben-odaklı biçimde üretmesidir.

Kendini hiçbir kural ve ölçüyle sınırlamaksızın, kendi yaşamını ve değerlerini kendisi belirlemeye çalışır. Ancak onu değer odaklı davranışa iten dürtü farklıdır. Değerleri ben-odaklı belirleyerek, kendisi dışındaki her türlü bağlayıcılıktan kurtulmuş olur. Ben-odaklılıktan türeyen değerlerin bağlayıcılığı, tam da içinde ben vurgusu taşıdığından her an değiştirilebilir. Özellikle kendine odaklılığı nedeniyle genel gerçekliğe dair yanlı bir algıya sahiptir.
Bu yüzden de kendisinin gerçekliğe uygunluğundan çok, gerçekliğin kendisi için neler ihtiva ettiğine bakar. Mesela iş hayatında bir mesleğe başlayıp sürekli o mesleği icra etmek yerine, kendisi için en uygun işi bulmaya ve daha çok kendi kimliğini ifade etmeye uygun bir meslek icra etmeye odaklıdır.

Yeni dünya, yeni insan

Jean M. Twenge, ben-odaklılık zihniyetini "Ben Nesli" olarak kavramsallaştırır ve bu zihniyeti "Kendinizi iyi hissetmek için ne gerekiyorsa yapın, çünkü dünyadaki en önemli şey budur!" sloganıyla ifade eder. Tam da bu nedenle örneğin, estetik ameliyat olmak kişinin özgüvenini artıracak ve kendinden memnun olmasını sağlayacaksa yaptırmakta hiçbir problem yoktur. O yüzden de her yıl daha çok insan estetik operasyonlar yaptırıyor, bedenin geleneklerle uzlaşmaz biçimde süslenmesi ve bu kapsamda dövme ve piercing yaptırmak hızla yaygınlaşıyor. "Ben Nesli" tarafından dudaklar, diller, göbek delikleri ve kaşlar; metal halkalar ve çivilerle donatılıyor. Beden sürekli teşhir ediliyor. Mahremiyet duygusu yitirilmiş durumda olan sürekli benliğine ve bedenine odaklı yaşayan bir yeni insan var karşımızda.

Benliğinden geçip biz olamayan insanların kimlikli ve sürekli ideolojiler yerine geçişken, ben merkezli değerler üzerinden bir düşünce dünyaları var artık. Çağdaş değerler sisteminde, 'ben'in kimliği', 'biz'in kimliği'nden üstün tutuluyor ve "biz", geçmişe dair, tümüyle demode bir kategori olarak değersizleştiriliyor. "Ben" odaklılığın yükselen değere dönüşmesi ise, beraberinde büyük riskler/patolojiler getiriyor. Nevrotik ve şizoit benliklerin yükselişi, artarak yaygınlaşan depresif vakalar, narsisistik kişilik(ler)/ kimlik(ler) giderek artıyor.

"Fast food", yemek ve başka ihtiyaçların anında giderilmesi ve atılabilirlik (kâğıt bardaklar, tabaklar, plastik çatal-kaşık, ambalaj, peçete, giyim eşyası gibi) "kullan at" anlayışı sadece üretilmiş malları atmak anlamına gelmiyor. Aynı zamanda değerlerin, hayat tarzlarının, istikrarlı ilişkilerin, şeylere, binalara, yerlere, insanlara, öğrenilmiş tarzlara bağlılığın da atılabilmesi anlamını taşıyor. Bu tür mekanizmalar, insanları atılabilirlikle, yenilikle, şeylerin hızla işe yaramaz hale gelişi ihtimaliyle başa çıkmaya zorluyor. Bu da hem kamusal hem de özel değer sistemlerinin yapısında bir geçicilik doğuruyor. Köklü ve uzun ömürlü arkadaşlıklar, aşklar, ilişkiler ve evlilikler giderek imkânsızlaşıyor, tüm yaşamlarını tek eşle geçirenlerin, ilk girdikleri işten emekli olanların sayısı hızla azalıyor, her şeye rağmen istikrarı yüceltip geleneksel uygulamayı sürdürenler yeteneksizlik, cesaretsizlik gibi olumsuz sıfatlarla değerlendiriliyor.

Yeni bir insan yaratılmaya çalışılıyor. Bu yeni insan yeryüzünün halifesi olma gibi bir sorumluluk taşımasın, hiçbir şeye sürekli bağlılık duymasın, yeni dünya düzenine ters düşen değerlere sahip olmasın, hatta mümkünse hiçbir değer duygusu taşımasın. Kolay bağlansın, kolay vazgeçsin. Gözünü ekranlardan alamasın, algıları ve mahremiyet duygusu körelsin. Kadın erkekle, çocuk hayvanla, insan robotla karışsın. Direnç noktalarımız bunların yanı sıra beslenmemize müdahale edilerek de kırılıyor. O sebeple en başta vegan beslenme ile ilgili yaşadığım deneyimi anlatmak bütün bunlarla beraber benim için anlamlı. Her şeyin flulaştığı, silikleştiği bu yeni dünyaya imzamızı nasıl bırakacağız bir durup düşünmek gerekiyor.

BİZE ULAŞIN