Çağımız insanının en büyük eksiği, ortalık yerde duran gerçeklere karşı her zaman kulaklarını kapamasıdır. Peki, kulakların kapatıldığı gerçek nedir? En kestirmeden söyleyecek olursak "Yaratıcı'nın bizler için beğenip, uyarsanız mutlu olursunuz dediği mesajıdır" yani ilahî vahiydir. Biraz detaya girersek, bunların hepsini içinde barındıran fıtratımızdır.
Bunu sorgulamak gerçeğe doğru atılacak belki de en büyük adımdır. Fıtrat; "Yaratılan her şeye, yaratılma gayesinin önceden ilham edilmesidir." Bu ilahî bilgi bizde mevcuttur ama zuhuru için gayrete ihtiyaç vardır. Peygamberimizin "Her doğan İslam fıtratı üzere doğar" hadis-i şerifi bunu en güzel şekilde açıklar. Yani her doğan kişide "nasıl bir insan olmalıyım"ın tüm dataları mevcuttur. Ama çevresel faktörler, aile ve belki de en önemlisi hiç yanımızdan ayrılmayan, en yakın arkadaşımız nefis bizim yakamıza öyle bir yapışır ki ondan kurtulmak neredeyse imkânsızdır; onun telkinleriyle aslî fıtratımızdan zaman içerisinde tedrici olarak uzaklaşırız. Şimdi de şunu sorgulamamız gerekmez mi: Uzaklaştığımız fıtratın aslı nedir?
Bu sorunun cevabı, ilk yaratılış evresindeki Cenâb-ı Hakk'ın "Ruhumdan üfledim" buyurduğu fasılda gizlidir. Burada ayrılık ve gayrılık söz konusu değildir. Ardından "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına muhatap olduk. Ona da "Elbette öyle" sözünü söyledik ve böylelikle dünyaya gelişimizin önü açıldı.
Tam da burada tekrar Mesnevî'ye dönelim. Birinci beytin ilk mısranın ilk kelimesi "dinle", ikinci mısraın ilk kelimesi ise "ayrılık". Biz aslî vatanımızdan ayrılmıştık. Aslî vatan ise Allah'ta olma hali… Bunu fazla açmayacağım.
"Hz. Peygamber'e benzediğimiz nispette insanız"
İnsan eşref-i mahlûkattır, Peygamberimiz ise Allah Teâlâ'nın yarattığı en değerli varlık. Ömer Tuğrul İnançer Efendim "Biz basit bir beşeriz, ancak Hz. Peygamber'e benzediğimiz nispette insan oluruz" buyururdu. Hz. Peygamber'in bu dünya hayatı hakkında söylediği her söz bizim için çok
değerli ve vazgeçilmezdir. Bunlardan biri var ki günümüz insanına sadece bu hadîs öğretilmiş olsa, o bile tek başına bir kurtuluş reçetesidir. Efendimiz, "Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir" buyuruyor. Bu hadisin şerhini önce İmâm-ı Azâm'dan dinleyelim sonra da Pîrim Efendim başımın tacı Hz. Mevlânâ Efendimizin bir beyti ile açıklayalım.
Bir gün İmâm-ı Azâm atıyla bir demircinin dükkânının önünde durdu ve gayrimüslim demircinin hatırını sordu. Ocağın ateşini körüklemekten
yüzü gözü simsiyah olmuş demirci, bir kendi haline baktı bir de İmâm-ı Azâm'ın güzel kıyafetler içinde at üzerindeki heybetli haline. Sonra da serzenişte bulunarak yukarıdaki hadse kinâye yolu ile bir gönderme yaptı: "Siz bu halinizle zindanda, bizse bu halimizle cennetteyiz, öyle mi?" dedi. İmâm-ı Azâm hiç tereddüt etmeden "Evet öyledir; tam da söylediğin gibi" cevabını verdi ve devam etti: "Ey demirci, şu anda o ateşin yanındasın, eğer
iman etmezsen yarın içinde olacaksın. Şimdi sen söyle, şu anda dışında olmak, yarın içinde olmaya göre cennet midir değil midir? Bizlere gelince, dünya hayatımız ister bin bir türlü sıkıntı içinde, isterse bolluk ve bereket içinde geçsin, hakiki cennet nimetleri yanında, dünya mümin için ancak zindandır."
Dünya zindanında iken zindandan kurtuluşun reçetesi "vermek"tir. Günümüz insanının bilmediği hatta hayal bile edemediği şey. Sonunda mükâfat almak için aslında hep vermek gerekir. Neyi? Her şeyi! Verilmeden bilinmez. Tüm mükâfat beklentileri, eğer samimiyeti varsa zamanla O'nun
rızasını tahsile döner. İnsan sorguladıkça güzele olan yolculuğunu sürdürür ve "Allah yardım etmeseydi bu güzel işi yapamazdım" a, sonra "İyi ki bu hayırlı iş için beni seçmiş"e, daha sonra "O kötü işi yapan ben de olabilirdim, elhamdülillah Allah beni muhafaza etmiş"e, en son merhalede ise yanlış yapanlara kızmak ve beter olsun demek yerine onlar için üzülmeye evrilir.
Modern hayatın hızına kendini kaptırmış kişilere, bir kere de bu pencerelerden bakmayı ve "her zaman ve her ortamda elinden geldiği kadar vermeyi" tavsiye ederim. Hatta elimde bir güç olsa tek tek tüm insanların zihnine bunu sanatkârane bir şekilde nakşetmeyi isterim.
Bilip bilmeden konuşma, dinle
Hani yukarıda her şeyini vermekten bahsettik. Bu her şeyin kapsamını ve kapsayıcılığını, pek aklımız almasa da Hz. Ebubekir Efendimizin duasından öğrenelim: "Yarabbi benim vücudumu o kadar büyüt, o kadar büyüt sonra da cehennemine koy ki benden başkası oraya giremesin." İnanın bana, gençliğe sadece bu hâli anlatsak başka da bir şey anlatmasak yeter; ama tatlı dille ama güler yüzle ama inanarak. Hz. Ebubekir Efendimizin sadece dünya hayatıyla sınırlı kalmayıp, sonsuz ahiret hayatını bile gözünü kırpmadan Allah'ın kulları için feda etmesi ve onlar için sonsuz azap içerisinde kalmayı tercih etmesi vermenin en son noktası değil de ya nedir? Hem de bütün insanlar için ve inanan inanmayan ayrımı yapmadan!
Biz bu kadar olabilir miyiz? Hayır, olamayız. Allah aşkına, yüzde biri, binde biri, milyonda biri olalım bize yeter. Vallahi kurtuluruz, billahi kurtuluruz; yeter ki yüzümüzü bu güzelliğe doğru bir kez olsun çevirelim. Ama hayatımızın her safhasını "Rabbenâ, hep bana" olarak geçirirsek belki dünyamız
mamur olur ama ahiretimiz, asla. Hiç merak etmeyin aslında dünya hayatımız da mamur olmaz, bizler öyleymiş gibi kendimizi avutupdururuz.
Peki, günümüze dönersek durum nedir? Tüketim çılgınlığı, her toplumu, büyük küçük her kesimi etkiliyor. Çözüm de onları bilip bilmeden konuşmaktan kurtarıp "dinleyen" haline getirebilmekte yatıyor. Modernliğin renkli ve cazip ışıltısına belki de büyüsüne kapılan insanı ancak güzel söz ve tatlı dille doğruya yaklaştırabiliriz. Bunun en etkili şekli de sohbettir. Çünkü sohbette emir ve yasaklar, katı kurallar yoktur; kıssalar hisseler, hikâyeler vardır. O hikayeler ile insanın gönlüne girmek ve kalbini kazanmak vardır.
Allah Teâlâ insanın eğitimi için peygamberler göndermiş, böylelikle doğruyu kendi kendine bulma görevini insanoğlunun sırtına yüklememiştir. Bu bile Allah Teâlâ'nın kullarına olan şefkatinin bir sonucudur. Zaman içerisinde teknolojinin insanlara sağladığı kolaylıklarla, refah seviyesi artmış,
insanlar arasında sınıf farkları ortaya çıkmıştır. İlk sınıf farkı idare edenlerle edilenler arasında belirginleşmiştir. Güç, bedeni güçten parasal güce evrilmiştir. Maddi gücü elinde bulunduranlar, kendilerini tanrının yerine koyacak kadar ileri gitmişlerdir. Allah Teâlâ da peygamberleri vasıtasıyla onları tekrar doğru yola davet etmiştir.
Tarihe dikkatlice bakarsak bugünkü maddeperestliğe, küreselleşmeye, çok uluslu şirketlerin bizleri yönlendirme çabalarına çok da şaşırmamamız gerekir. Çünkü yoldan çıkış veya kültürel değerlere yabancılaşma sadece bugünün sorunu değil bütün çağların sorundur. Günümüzde çok duyduğumuz "Ne olacak bu yeni neslin hali" sorusu da bugünün sorusu olmayıp; 1000 yıl evvelinin de sorusudur ki o devirde ne kapitalizm var, ne sosyalizm ne de yeni bir insan yetiştirme çabasında olan çok uluslu şirketler var. Çocuklarının hallerini beğenmeyen büyükler, İbn-i Haldun'a
"Çocuklarımızı nasıl yetiştirelim?" diye sorduklarında "Siz kendinizi yetiştirin, zaten onlar sizi örnek alır" cevabını vermesi problemin sadece bugüne has olmadığının göstermektedir.
Devamlı modernizm ve küreselleşmenin arkasına saklanamayız; hakikati yeni neslin önüne koymadan bu işten sıyrılamayız. Kendimiz hakikati yaşamadan da başkalarının yaşamasını bekleyemeyiz ve her zamanki "dış güçler" illüzyonunu ilâ-nihâye sürdüremeyiz.
İyi örnek olmalıyız
Küreselciler çıkarları için hiçbir sınır tanımayacaklardır. Peki, buna karşılık bizler ne yapacağız? Gençliğimizi yani yeni nesli nasıl eğiteceğiz? Aslında bu soru pek doğru olmadı. "Bizler kendimiz eğilmeden başkasını eğitmeye kalkıyoruz." İlahî vahyin emirleri karşısında önce bizler eğileceğiz sonra karşımızdakini eğitme gayreti içerisine gireceğiz. Sanırım doğru ve gerçekçi olan budur.
Bunu şeyhim Muzaffer Ozak hazretlerinden dinlediğim bir hikâyeyle açıklamaya çalışayım. Bir medrese öğrencisi eğitimini tamamlamış, imtihan için de bir camide cuma hutbesi vermek üzere görevlendirilmiş. Talebe hocalarına "Ne olur ilk dersimi bir mahalle camiinde vereyim. Sizin vazife verdiğiniz caminin hocası da kalındır cemaati de. Ben orada bocalarım." Hocaları da "Cemaatin kalını incesi olmaz. İlk dersi o camide vereceksin" demişler. Talebe cuma günü camiye, cuma vaktinden bir saat erken gelmiş, bakmış cami kalabalık ve ağzına kadar dolu. Caminin hocası vaaz
kürsüsüne çıkmış ve cemaate cuma vaktine kadar vaaz veriyor. Bizim talebe biraz kulak kabartmış: "Toprak kapta zinhar olmaz. Mutlaka bakır kapta olsun. Bakır kap biraz eski, yani tavında olsun. Odunu her odundan olmaz, meşe odunu olsun. Altı çok harlı olmasın, yarım köz olsun. Koyun tereyağından da olur ama varsa mutlaka manda tereyağı olsun. Tereyağı ateşte yavaş yavaş erisin, kokusu etrafa bir güzel yayılsın, eriyen tereyağın rengi sarıdan kahverengiye dönünce yumurtaları yavaş yavaş al eline, tam kızarmış tereyağı cıngıl cıngıl etmeye başladı mı, kır yumurtaları. Dikkat et, yağ üzerine sıçramasın, kıpkırmızı yumurtalar yürek gibi tavada hoplamaya başlasın."
Bu arada cemaatten "Allah" diye bağıranlar, sayha atanlar, kendinden geçenler. Herkeste bir coşku, bir muhabbet, bütün cemaat keyif içinde vaaz dinliyor. Neyse, vaaz bitmiş, ezan okunmuş, talebe çıkmış hutbesini okumaya. Bir ayet, arkasından bir hadis, başlamış anlatmaya. Cemaatten hiçbir tepki yok, herkesin kafası önde. Hutbe bitmiş, inmiş aşağı, namaz da kılınmış. Bizim talebe gitmiş hocanın yanına, mahcup bir şekilde: "Hocam ne oldu bu cemaate? Siz tereyağına yumurta kırdınız, herkes kendinden geçti. Ben Allah dedim tık yok, peygamber dedim tık yok, yanlış bir şey de söylemedim, yanlış yapmamak için bütün anlatacaklarımı da ezberledim, ama hiçbir tepki göremedim. Nedir bu iş?" deyince caminin hocası: "Evlâdım, ben hayatım boyunca hep yaptıklarımı anlattım, onun için anlattıklarımın her zaman tesiri oldu. Sen de yapmış olduklarını anlatsaydın, seninki de tesirli olurdu. Bundan sonra ister vaazda ister hutbede, istersen de sohbette, sadece yaptıklarından bahset, yapmadıklarını anlatma" demiş.
Sonra şöyle devam etmiş: "Ben bunu hocamdan öğrendim. Hocam bir cuma hutbesinde borç almanın ve ödemenin şartlarından bahsediyordu. Sıra, borcu geciktirmeden ödeyin, demeye gelince bir an durdu. Bekleyin, dedikten sonra hutbeden indi camiden çıktı gitti. Bütün cemaat şaşkınlık
içindeydi. Hocam yaklaşık yarım saat sonra geldi, tekrar hutbeye çıktı. Cemaat merakla sebebini sordu. Hocam dedi ki: 'Hutbede tam sizlere aldığınız borçları keyfi olarak geciktirmeyin, diyordum ki bir anda aklıma, birine olan borcum geldi. İndim, o borcu ödedim ve tekrar buraya çıktım.' Sonra da
cemaate döndü ve 'Ben şimdiye kadar hiç yapmadığım bir şeyi sizlere anlatmadım.' dedi. İşte bu benim hocamdan aldığım en güzel nasihatti. İnşallah senin için de öyle olsun."
Yine Mesnevî'nin ilk kelimesine dönelim. "Dinle." Bu bir rica değildir, bir emirdir, kullanılış şekline göre emir kipidir. Dinle, "Kulak ver hakikate, anlatılanlardan ibret al ve uygula. Kendi kıt aklını her şeyin üstünde tutma. Ben akıllıyım, her meseleyi ilmimle, bilgimle, aklımla çözerim deme"dir.
Şimdi sıra geldi kimi dinleyeceğimize. "Dinle bu neyden" buyuruyor Âşıkların Sultanı. Ney kimdir ve niçin onu dinlemeliyiz?
Ney, insan-ı kâmildir; peygamberler gibi, evliyâ gibi, mürşidler, şık kullar gibi. Bu zevât, fıtratlarını bozmadan, kemâl üzere yolculuklarını
tamamlayan zümredir. Onlar, yolu, yolculuğu ve yoldaki tehlikeleri en iyi bilenlerdir.
"Keşke yüzme bilmeseydin de babana tabi olsaydın"
Dünya yolculuğu çok tehlikeli ve acımasızdır, başıboş yürünmez, tehlikelerden kendini koruman gerekir. Yakınında bir kale varsa hemen o kaleye sığınman, korkudan emin olman gerekir. Hakiki Koruyucu bize şöyle der: "Ben yeryüzünde işlerimi salih kullarım ile görürüm."
O zaman, koş ve o salih kulları ara ve onlara tâbi ol. Ama sakın kolaycılığa kapılıp da karşına ilk çıkana aldanma. "Bilmediğin kuyulardan su içme." Eğer içersen hastalanırsın, zehirlenir, zayıf düşersin. Sor soruştur, içenlere bak; içlerinde benzi sararan var mı, yüzü ekşiyen var mı, o kuyunun suyu iyi mi, rengi berrak, kokusu saf, içimi yumuşak mı? Bir bak bakalım.
Buldun diyelim. Bu defa da ona tâbi olanları bir izle. Dertleş onlarla; bazı sırlarını ver, onlardan da bazı sırlarını al ki daha iyi tanıyasın. Bağlı bulundukları salih kimsenin neler öğrettiğini gör, ikramı ve irfanına muhatap ol, içini ferahlattıysa, yüreğine su serptiyse ve hatta seni sarsıp kendine getirdiyse ve seni biraz olsun tefekküre sevk ettiyse hiç vakit kaybetme, yapış eline ve hiçbir zaman bırakma.
Hz. Mevlânâ, bu işlerin sadece akılla olmayacağını, bu yola gönlünü de açman gerektiğini buyuruyor. Akıl seni ancak nehrin kenarına kadar getirir, karşıya geçirmez, diyor. Karşıya geçmek için bir binek gereklidir; seni karşıya geçirecek olan Allah velîleridir, mürşidlerdir, onlara mutlaka uy, diyor. Ne zaman ki aklını vahye kurban edersin, ancak o zaman istikamet üzere olabilirsin ve yine ancak o zaman "emredildiğin gibi dosdoğru olabilirsin" diyor.
Bak; Nuh aleyhisselamın oğlu Kenan aklına danıştı, "Ben yüzme bilirim kurtulurum" dedi. Kendisine "Bu su öyle bir sudur ki senin aklın ermez, boğulursun" dendi, ama dinlemedi, yine aklına uydu. Hakeza annesi de "Dağa çıkar kurtulurum" dedi; ama ikisinin durumu da bilindiği üzere hüsran.
Hz. Mevlânâ Mesnevî'sinin şu beyitlerinde Kenan için, keşke yüzme bilmeseydin de babana tabi olsaydın, buyuruyor: "Keşke o Kenan yüzme öğrenmemiş olsaydı da Nuh'a ve gemisine minnet etseydi. Zamanın kutbu olan insan-ı kâmilin kelâmına karşı naklî ilmi, su varken teyemmüm etmek gibi bil. Ey yolcu, kendini ebleh kıl ve bir insan-ı kâmile tabi olup, onun izinde yürü. Kurtulmayı ancak bu eblehliğin sayesinde bulursun. Akıl ve zekâ sende kibir ve gurur peyda eden bir hevadır. Ebleh ol ki kalbin dürüst ve müstakim olarak kalsın."
Bu sözler yüzyıllar öncesinden bizleri uyarıyor, Allah Teâlâ'nın ayetleri, Peygamberimizin heli ve kavli, evliyâullah hazerâtının içtihatları dururken, sadece kendi indî mütalaalarınıza göre bir hayat sürmeyiniz, eğer sürerseniz hakiki mutluluğu asla bulamazsınız, diyor. "Mutlu oldum dersiniz ama
olamazsınız" diyor.
Bizlere çağın hatta bütün çağların hastalığı olan hazcılıktan, kendinizi dünyanın merkezi görme gafletinden, nefsinin istekleri dışında her şeye kulağını kapamaktan, sürekli tüketmek ve hep sahip olmak illetinden kurtulun artık, diyor.
Müminin zindanı olan bu dünya hayatında, zindandan kurtulmuş olan velilerin, mürşidlerin meclislerinde, sohbetlerinde bulunun ve onların sözlerinden aldığınız ilhamlarla hayatınıza yön verin, diyor. Hülasa-i kelâm, "Önce ben değil, önce sen." Vesselâm.
• İstanbul Tarihi Türk Topluluğu Mevlevi Postnişini