Yaşadığımız iklim krizi atmosferinde gıdanın ve suyun geleceğini tartışmak, aslında gezegenin geleceğini tartışmakla bir. İklim krizi nedeniyle yıl içerisinde yaşanan sıcaklık dalgaları yoğun ya da az yaşanan yağışlar ve devamında gelen kuraklık ya da sel baskınları, böcek-kuş-sürüngen popülasyonlarının değişmesi nedeniyle yaşanılan ekolojik denge bozuklukları ve bu değişimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan bitkisel salgın hastalıklar, gıdanın geleceğini de çok güçlü bir şekilde tehdit ediyor. Gıdanın geleceği dediğimizde ise konu bizi doğrudan "sürdürülebilirlik" kavramına götürüyor.
Gıda bileşenlerinin sürdürülebilir üretimlerini de günümüzde "biyoteknoloji" ile açıklıyoruz. Biyoteknoloji, gıdaları oluşturan tüm bileşenleri aslında sürdürülebilir bir şekilde üretebilmemize imkân tanıyor. Bunları bir örnekle açıklayınca daha anlaşılır olacaktır. Domatesin içerisinde bulunan ve ona kırmızı rengini veren likopen bileşenini sadece domatesten elde etmeyiz, bu bileşeni bir mantar türü olan "Blakeslea trispora" ya ürettirebilmek de mümkün. Yani domatese ihtiyaç duymadan, sürdürülebilir bir şekilde bu mikromantarların likopen üretmesini desteklemek, sonrasında onlardan
likopen hasadı gerçekleştirebilmek aslında sürdürülebilirliğin temelini oluşturuyor.
Moleküler çiftlik
Bu yöntemlerin tamamına "moleküler çiftçilik" ismi veriliyor. Moleküler çiftçilik teknolojisiyle bugün neredeyse ihtiyacımız olan tüm bitkisel bileşenler ayrı ayrı ürettirilebiliyor. Buna yaygın olarak tükettiğimiz antioksidanlar, hayvansal kaynaklı olmayan tüm proteinler, karbonhidratlar da dahil. Böyle olunca aslında gelecekte onları sadece bir araya getirmek kalıyor. Yani bir domatesi oluşturabilmek için gerekli olan maddeleri, suyu, domates antioksidanlarını, karbonhidratları, proteinleri ve yağları, hepsini bir araya getirdiğimizde aslında o hep bahsedilen 3D yazıcılarda üretilen gıdaları düşünmemek elde değil. Deyim yerindeyse, geleceğin sürdürülebilir "fütüristik" gıdaları da tam olarak bunlardan oluşuyor.
Günümüzde sıkça görülen tansiyon, diyabet, mental problemler, obezite gibi kronik hastalıkların temelini yaşam tarzımız, yaşam tarzımızın büyük bir kısmını da tükettiğimiz yiyecekler ile yeme alışkanlıklarımız oluşturuyor. Bir yandan dünyada en çok görülen ölüm nedeni kalp-damar hastalıkları iken, diğer yandan obezite pandemisi yaşanıyor. Tüm bu hastalıkların temelinde özellikle karbonhidrat zengini düzensiz beslenme yatıyor.
Ya sürdürülebilirlik ya da kriz
Tam bu minvalde sürdürülebilirlik kavramı oldukça önem kazanıyor. Kısaca bir gıdanın içeriğindeki tüm bileşenleri üretim akışını asla aksatmadan bulabilmek anlamına gelen sürdürülebilirlik aslında, gıdanın üretilebilirliğini sorunsuz kılmak demek.
Geçen yıl zeytin veriminde tüm dünyanın yaşadığı değişim ortada. Bunun gibi gelecekte birçok sebze ve meyvenin verimi, üretildiği coğrafyalar gibi durumlar değişmek durumunda. Örneğin dünyanın yarısının mısır ve mısırdan elde edilmiş hammaddelerle beslendiğini düşündüğümüzde ve gelecekte iklim krizinin bir sonucu olarak mısır üretimindeki verimlerin alabildiğine düşeceğini öngördüğümüzde karşımıza "gıda krizi" dediğimiz, insanlığa var olan gıdaların yetmemesi gibi bir durum ile karşılaşmamız son derece mümkün görünüyor.
Aslında dünyanın var olan yenilebilir bitkisel üretimini tüm insanlığa yetebilecek gibi gösteren ölçümlemeler yapılsa da belli ve dominant bir alanda var olan bir gıda hammaddesinin miktarının azalması, doğrudan gıda krizlerine yol açabilecek potansiyele sahip. Az önce örnek verdiğimiz mısırın geleceği bu durumun doğrudan göstergelerinden biri. Benzer şekilde kakao ya da kahve gibi uyarıcı meyvelerin de zaman içerisinde üretiminde yaşanılan problemler, tüm dünyadaki tüketimleri olumsuz yönde etkileyebilecek, gıda krizi yaratabilecek potansiyelde.
Yenilikçi besinler ve gizli açlık Gıdanın geleceğinde gıdanın tüm bileşenlerinin farklı kaynaklardan elde edildiği, yeni geliştirilen teknolojik uygulamalarla gıda aktiflerinin çoğaltıldığı ve üretildiği, yenilikçi besinlerin ortaya çıkması söz konusu. Bugün dünyada gıda trendlerinde ilk olarak bitkisel bazlı protein içeren besinler ve türevlerini görüyoruz. Bitkisel sütler, bitkisel proteinlerle üretilmiş köfteler, hayvansal et tadında inovatif gıdalar bunların başını çekiyor.
Benzer şekilde kenevir bazlı gıdalar da özellikle Amerika'da ve Uzak Doğu'da süratle yaygınlaşıyor. Bu gıdalara ek olarak biyoteknoloji ile elde edilmiş, yüksek sağlık potansiyeline sahip bitkisel/mikroorganizmal bileşenlerce zenginleştirilmiş "fonksiyonel gıdalar" da geleceğin ve hatta şimdinin gıdaları olma konumundadır.
Türkiye, temelde "gizli açlık" dediğimiz, aslında karınların doyduğu ama sağlık açısından dengeli bileşenleri alamayan bir sorunla karşı karşıya. Örneğin protein tüketimi ve proteine erişme konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Böyle olunca da günlük almamız gereken protein değerinin çok altında bir beslenme gerçekleşiyor. Bu da sonuç olarak aşırı kilo almaya, obezitenin yaygınlaşmasına ve düşük bağışıklıkla birlikte yorgunluk, halsizlik, mental problemleri de beraberinde getiriyor.
Benzer şekilde protein eksikliği yaşadığımız oranda, örneğin antioksidan eksikliği de yaşıyoruz. Antioksidanca zengin beslenmek aslında şu an toplumumuzda var olan hastalıkların da çok büyük bir kısmının (yüzde 98'i diyebilirim) çözümlenmesine, görülme sıklığının düşmesine neden olabilecek potansiyelde.
Gıdada bazı tehlikeler
Tabii ki her şeyde olduğu gibi gıdaların geleceğinde de bazı tehlikeler olacaktır. Üretilemezlik ya da bulunabilirliğin azalması tehlikesi bunların başında gelecek. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için de biyoteknolojinin, bilimin ve teknolojinin tüm imkanlarının kullanılması, gelecek öngörüleri kapsamında yaşamın yeniden şekillendirilmesi gibi konular söz konusu.
Ayrıca antioksidanların klasik tarımsal yöntemlerle yetiştirilen meyve ve sebzede azaldığı görülüyor.
Gıdaların üretilme sürecinde, özellikle işlenmiş gıdalarda antioksidanların neredeyse tamamen kaybolduğu gıda üretim süreçleri mevcut. Durum böyle olunca tıpkı ekonomik nedenlerle proteinlere ulaşmada güçlük yaşadığımız gibi bu sefer de gıdaların üretim süreçlerinden kaynaklı doğal antioksidanlara erişememe tehdidi yaşayacağız gibi duruyor. Doğal antioksidanlarca zengin beslenememek gibi çok büyük ve geleceği tehdit eden bir
problemle karşı karşıyayız.
Sürdürülebilirlik, biyoteknoloji ve inovasyon
Tüm bu problemlerin çözümünde "sürdürülebilirlik" ilkelerine, biyoteknolojiye dayalı gıda bileşenlerinin üretimini ve bunların yaygın şekilde doğru gıda formülasyonlarında kullanılabilmesini sağlamak durumundayız. Özellikle ülkemizin pırlantaları gençlerin daha fazla inovasyona yönelip, daha fazla bilimsel araştırma yapmaları, bu araştırmaları uygulamalara çevirebilecek endüstriyel düşünme alt yapısına sahip olmalarını çok önemsiyorum. Ülkemizde bu gelecek öngörülerine bilimsel olarak bakıp ona göre geleceği gören bilimsel yol haritaları ve aksiyon planları oluşturmamız gerekiyor.
Bu sebeple ben de Türkiye'de özellikle fonksiyonel gıdanın bilinirliğini arttırmak, fonksiyonel gıdalarla toplum sağlığının korunmasına ve geliştirilmesine katkıda bulunmak, toplumun beslenme ile sağlığının sağlanabileceğini ve gıda ile sağlığın getirilebileceğinin farkındalığını yaymak için birçok bilimsel ve endüstriyel çalışmalara imza atmaya çabalıyorum. Geçtiğimiz senelerde içerisinin mor sebze ve meyve özlerinden oluşan, toplum sağlığını korumaya yönelip ürettiğimiz mor ekmek ve mor gıdalar bu çalışmalarımızdan biriydi.