Fatma Bayram: DEPREM KUŞAĞINDA MÜSLÜMAN OLMAK

DEPREM KUŞAĞINDA MÜSLÜMAN OLMAK
Giriş Tarihi: 3.04.2023 10:56 Son Güncelleme: 3.04.2023 10:59
Sezai Karakoç 1966’da Varto Depremi’ni anlatan bir yazı kaleme alıyor ve şöyle diyor başlarda bir yerde: “Ölenle ölmedik, yakınını yitiren gibi ağlamadık, aç kalanla aç kalmadık ama bir bakıma, bunların ötesine geçtik.” Galiba biz depremi ekran karşısında izleyenlerin hal-i pürmelali de budur. Asrın felaketi olarak nitelenen 6 Şubat depremlerinin hepimizi kahrettiği günlerin ertesinde bir ses aradım. Bu çetin imtihanın ortasında bize sadece hakkı ve sabrı tavsiye edebilecek şefkatli bir ses. Tam o esnada Fatma Bayram hocama yazdım, “Şöyle sükunete, Allah’a teslim olup devletimize de güvenmeye çağıran bir konuşma yapsanız keşke” dedim. Allah razı olsun Fatma Hocam bu çağrıma icabet etti ve “Deprem Kuşağında Müslüman Olmak” üst başlığıyla -bana kalırsa okullarda ders olarak dinletilmesi gereken- müthiş bir yayın yaptı Instagram hesabımdan. “Allah’la ilişkiyi sadece seccadeye indirgersem, oradan Müslüman ahlakı doğmaz” şeklinde tokat gibi cümleler kurdu. Bizleri “Hesabını verebileceğimiz bir ömür yaşamaya” davet etti genel hatlarıyla. “Bu dünyada yaptığımız her şey öbür dünya ile ilgili. Lütfen zihnimizdeki bu dünya-ahiret ayrımını bu kadar uzak kutuplara yerleştirmeye bir son verip tevhidi bir bakış açısına afetten önce ulaşmaya bakalım” dedi ve afet öncesinde, afet döneminde ve afet sonrasında bir Müslüman neler yapmalı şeklinde üç ana başlık altında her biri kulağımıza küpe olması gereken tavsiyelerde bulundu. Sonrasında ise yaşadığımız felaketin her geçen gün doğurduğu şok, kaygı ve çıkmaz yumağı içinde kimi sorular yönelttim hocaya. Bugünden tezi yok yaşadığımız bu felaketin perdesini kaldırıp ardına bakabilmek, başımızı ellerimizin arasına alıp düşünebilmek ve elbette bundan böyle elimizden gelenin fazlasını yapmak ümidiyle…

Hocam 6 Şubat Depremi'nin beşinci gününde "Deprem Kuşağında Müslüman Olmak" üst başlığıyla bir yayın gerçekleştirdiniz ve dünyaya bel bağlamamamız gerektiğinin altını çizerek konuşmanıza başladınız. Ne demek dünyaya bel bağlamamak?

İnsanı ayakta tutan, yani belini bağladığı temel duyguları korku, ümit ve sevgidir. İnsanoğlunun büyük kopuştan sonra dünyada devam ettiği "ayakta kalma" mücadelesinde duyguları ona rehberlik etmiş, nelerden sakınacağını ve kaçınacağını, nelerin ona iyi geleceğini biraz da duygularıyla anlamaya çalışmış. Âcizane kanaatimce dünyaya bel bağlamak bütün korkularımızın dünyalık, bütün ümitlerimizin dünyayla sınırlı ve bütün sevgilerimizin de dünyaya ait olması demek. Geldiği ve gideceği yeri unutup bir mola yerine bağlanan insanlar gibiyiz. Ahreti unutma konusu Rabbimizin bizi Kitap'ta sıkça uyardığı bir konudur. Hatta bütün peygamberlerin gönderiliş amaçları da bu unutkanlıkla mücadele içindir. İnsan bir bütün olarak kendini her şeyiyle hayalleribu dünyaya bağladığında her mahrumiyet dayanılmaz gelir. Tüm bağımlılıklarda olduğu gibi burada da bize düşen o bağımlısı olduğumuz şeyi neyin yerine koyduğumuzu bulmaktır. Seneca'nın çok sevdiğim bir sözü var. Diyor ki, "Sahip olduklarını kalbinin içine yerleştirme ki kader onları senden alacağı zaman söke söke almasın."

Kur'an'da sayısız yerde dünya bir oyun ve eğlenceden ibaret olarak tanımlanır ve bazılarının buna aldanıp dünyayı ahirete tercih ettiklerinden bahsedilir. Bizi korktuklarımızdan emin kılacak, umduklarımıza da ulaştıracak mercinin bu korku ve ümidin bütün sebeplerine hâkim bir güç olması gerekir. O sadece Allah'tır. Allah bizi bu dünyaya imtihan için gönderdiğini açıkça söylüyor. Bu imtihan acılarla olabileceği gibi nimetlerle de olabilir. Varlık da yokluk gibi bir imtihandır. En büyük bela yaşadığımız imtihanın bizi Allah'tan uzaklaştırmasıdır.

Teğâbün Suresi 11. ayette, "Allah'ın izni olmadan hiçbir musibet başa gelmez." diyor Cenab-ı Hak. Deprem Allah'ın silahı mıdır, ilahi bir ikaz mıdır, kader midir, doğa olayı mıdır, nedir hocam, insanın başına neden gelir musibetler?

Âcizane kanaatim ölümün olduğu bir hayatın doğasında musibetler normal olarak vardır. Her gün kim bilir kaç musibetten geçiyoruz bilmeden. Bir acının şiddetini artıran şey bizim acıya bakışımızdır. Yaşadığımız felaket sebebiyle de gördük ki herkes belaya bakışı kadar acı çekiyor. Elbette doğrudan maruz kalmakla bizler gibi nispeten uzak olmak aynı şey değil. Kimsenin acısını küçültmek de doğru değil. Herkesin algısı, duygusallığı, manevi kapasitesi ve kaybettiği kişilerle ilişkisi kendine has. Doğa olaylarının kendi başlarına bir musibet olduğunu düşünmüyorum. Hatta bildiğimiz evrenin oluşumunu bile "big bang" diye niteliyor işin ehli olanlar. Demek ki varlığın oluşumu ve devamı böyle tasarlanmış. Ayrıca yanılmıyorsam hayatın devamı için hareketli bir yerkabuğu da şart. Oluşunu sürdüren bu dünyanın insana zarar vermesi insanın onu yanlış kullanmasıyla ilgili. Elbette bir kuşun kanadını oynatmasından yer kabuğunun şiddetle sarsılmasına kadar hiçbir hareket Allah yaratmadan olmaz. Ve Yüce Allah kendi yaratmasını "sünnetullah" dediği kurallara bağlamıştır. Bunların içinde insanın ahlaki seçimlerinin sonuçlarını daha bu dünyadayken yaşaması da vardır.

Yaşadığımız felaket çerçevesinde konuşacak olursak karşılaştığımız durumun her kademedeki insanda çeşitli düzeylerde görülen açgözlülük, hırs, doyumsuzluk, ihmal, zulüm, kuralları önemsizleştirme, bilinçsizce inat, kibir gibi ahlaki eksikliklerle ilişkisi yok mudur? Daha basit örnekler verelim. Mesela bir insan kendi bedenini ve yaşam tarzını tanıyıp ona göre beslenmesi gerekirken bu konuda kontrolsüz davranıp azgınlık ederse sonuçta karşılaşacağı sorunlar yalnızca kader midir? Ya da bencil ve kibirli biri çevresindekiler tarafından sevilmemesini sadece ilahi yazgıya bağlayabilir
mi? Yaşadığımız imtihanlar, eğer onlardan ders alabilirsek bizim için ikaz olur, alamazsak ceza. Başımıza gelenlerin nasıl sonuçlanacağı biraz da bizim onlara vereceğimiz tepkiye bağlıdır. Doğduğumuz zaman, mekân, coğrafya, cinsiyet, ırk gibi pür kader olan verilerin bizim tercihlerimizle kesinleşecek yüzlerce seçenek barındıran çok boyutlu senaryolar olduğunu düşünüyorum. Evet, ilahi kalem hikâyemizi başlatıyor, ana çerçeveyi de çiziyor ama bu öyle bir hikâye ki her dönemeçte aldığımız karara göre sonunun nasıl olacağına dair tüm değişkenler en baştan mümkün halde içine yerleştirilmiş. Benim kader ve sorumluluk konusuna bakışım budur. Kısaca bir şeyden ahirette hesap vereceksem o benim seçimlerimle ilgilidir. Onu Allah'a havale edip işin içinden çıkamam.

Tam bu noktada Yüce Allah'ın silaha filan ihtiyacı yoktur, diye düşünüyorum. O'nun, fıtrat dediğimiz yaratılış kuralları vardır. Bunlara uyan, bunları dikkate alan o yaratılışla uyum içinde yaşar. Bunları küçümseyen, üstünden atlayabileceğini zanneden de hayat boyu geometrik olarak çoğalan çelişkilerle baş etmek zorunda kalır. Son derece uyumlu ve asude bir hayat yaşasanız da buradaki hayatınız bir gün sona erecektir. Bu dünyada
olması en kesin olan tek şey ölümdür. Diğer bütün hayallerimiz bir ihtimalden ibarettir. Bu nedenle de kesin olan ölümden sonrasını hiç hesaba katmadan ihtimaller arkasından koşarak ömür tüketmek büyük bir yanılgıdır. Aynı zamanda bizdeki mevcut hırsı, doyumsuzluğu, yarışmacılığı artıracağı için de büyük bir tehlikedir.

Milletimiz belki de tarihinin en ağır imtihanlarından birini veriyor. Şimdiye kadar 43 binin üzerinde kişinin öldüğü açıklandı resmi makamlarca. Yakınlarını, evlerini barklarını kaybeden milyonlarca insan var. Peki bir Müslümanın yası nasıl olmalı?

Duygularımız coştuğunda kontrolümüzü kaybetmek kolaylaşır. Bu noktada başta Efendimiz olmak üzere Kur'an'da anlatılan peygamber kıssalarının rehberliğinin eşsiz değerde olduğunu düşünüyorum. Üzüntü, korku, endişe, acı, sevinç gibi hisler bizi işgal ettiğinde dürtüselliğe kapılmadan ilkelere göre hareket edebilmek ve bunu aklımızı öne geçirerek yapabilmek sıradan insan için hiç kolay değil. İşte bu noktada devreye Allah'ın bizler için seçtiği rol modeller giriyor. Üzüntüyü Hz. Yakub gibi, korku ve endişeyi Hz. Musa gibi, acıyı Hz. Eyyub gibi, sevinç ve başarıyı Hz. Süleyman gibi karşılamayı öğreniyor ve taşkınlığa kapılmadan onlardan birinin adımlarını izleyerek imtihanların içinden selametle geçebiliyoruz. Efendimizin oğlunun vefatı sırasında söylediği üç cümle bizim için yasımızı nasıl tutacağımızın reçetesidir: "Göz yaşarır, kalp hüzünlenir, dil isyan etmez." İnancımız, bütün duygu ve düşüncelerimizi üzerine dizdiğimiz tesbihin ipidir. O ip sağlamsa her badireden çıkılır. İnsanların sebep olduğu felaketler söz konusuysa o zaman da sorumlular bedelini öder. Toplum vicdanı birtakım zalimlerin aklanma yeri değildir.

6 Şubat'tan bu yana tecrübe ettiğimiz şeylerden biri de sosyal medyadaki acımasız dezenformasyonlar oldu. Elbette her şart ve durumda ama özellikle de böylesi afet ve kriz anlarında Müslümanın sosyal medya kullanımı nasıl olmalı?

Sosyal medya kullanıcısı da bir insan. Yalan, iftira, şaşırtma, tuzak gibi davranışlar insanoğlunun ezeli kusurları. Sosyal medyainsanın iyi ve kötü yanlarının kristal bir aynaya tutulmuş gibi çoğalmasına neden oldu. Ne yazık ki yalanı hakikat gibi göstermenin ötesine geçip hakikati yalana dönüştürmeyi de başardı. Özellikle bu son yaşadığımız olayda bazılarımız evinden çıkmadan, sahaya gitmeden, bir işin ucundan tutmadan, oturduğu yerden gelen mesajları (insanların o mesajları doğru dürüst okuduğundan da emin değilim) alelacele aktarmakla insanlık görevini yerine getirdiğini düşündü. Oysa böylesine bilgi kirliliği ve karmaşanın olduğu yerde en büyük zararı gerçeğin kendisi görüyor. Artık hiçbir mesaja inanamıyoruz ve güven duygusu yerle bir oluyor. Sıradan zamanlarda duyduğumuz haberlere nasıl yaklaşacağımız Hucurat Suresi 6. ayette açıklanmıştır (Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın.) Bu ayeti çoğu Müslüman bilir. Ama yine de bir yığın zayıf ve uydurma rivayeti, dedikodu düzeyini geçmeyen güya bilimsel yazıları ve azıcık düşünse saçmalığını anlayacağı safsataları forward edip durur. Tam bir zihinsel bulanıklık durumu yani. Olağanüstü durumlarda aldığımız haberleri ne yapacağımız ise Nisa Suresi 83. ayette açıklanmıştır. (Kendilerine güven veya korku veren bir haber geldiğinde onu yayıyorlar. Hâlbuki onu Resûlullah'a ve aralarından yetki sahibi kimselere götürselerdi, içlerinden haberin mana ve maksadını çıkarabilenler şüphesiz onu anlarlardı. Size
Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.) Çoğu kişi bu konuya yabancıdır. Bir hocamızın deyişiyle "söylemeyiz, söyleniriz." Oysa bir haber aldığımızda onu yetkili ve sorumlu kişilere aktardığımız zaman nasıl hızla çözüldüğüne şahsen defalarca şahitlik ettim. Ahlaki duruşumuzun net, davranışlarımızın ilkesel ve kontrollü olması gerekiyor. Yoksa sosyal medya bir linç aracına da dönüşebiliyor kolayca.

Depremin toplumsal dayanışma pratiklerini oldukça artırdığını gözlemliyoruz. Diğer yandan Allah'a yönelme noktasında da bir artış var sanki. Namaza başladım, artık namazlarımı aksatmayacağım şeklinde paylaşım yapan yüzlerce kişiye denk geldim. Dara düşünce insan fıtri olarak mı Yaradan'ına sığınıyor yoksa hakikaten musibetten ders mi alıyor?

Bu konu psikolojimizin nasıl işlediğiyle alakalı sanırım. Çünkü tam tersi de var. Kur'an'da bu iki ters durumu haber veren ayetler var. Mesela Zümer Suresi 8. ayette bildirildiğine göre bazıları başlarına bir bela gelince gece önceden hiç anmadıkları yaratıcıya gündüz yalvarmaya başlarlar. Diğer bazılarının ise Enam Suresi 43. ayette belirtildiği üzere kalpleri katılaşır, kendilerini sorgulamayı ve hataları için af dilemeyi bırakın tam tersine kendilerinden emin ve nasihate kapalı bir tutum içine girerler. Âcizane kanaatim ben bunun kişinin manevi kapasitesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Aynı olay birinin imanını artırırken diğerinin inkârına sebep olabiliyor. Zaten eğer yaşadığımız bir hadise bizi imana icbar etse ve inkârı imkânsız hale getirseydi o saatten sonra inanmanın da bir değeri olmazdı. Nitekim kıyamet koptuğunda yapılacak tövbenin bir değeri yoktur.

BİZE ULAŞIN