Serkan Akın: KURTULUŞUMUZ GELENEKSEL MİMARİDE

KURTULUŞUMUZ GELENEKSEL MİMARİDE
Giriş Tarihi: 28.03.2023 12:21 Son Güncelleme: 28.03.2023 12:26
Eski filmlerde gördüğümüz geniş avlulu evlerin, büyüklerimizden dinlediğimiz maha lle hikâyelerinin, kitaplardan aşina olduğumuz şehir ve şehre ait mekânların yerini “modern” mimari tarzında inşa edilen ve gittikçe büyüyen yapıların, kentlerin aldığını hepimiz bizzat yaşayar ak gözlemliyoruz. Her yörenin kendi yapısına ve kültürüne has evlerle ve ihtiyaçlara göre inşa edilen yapılarla donatıldığı ufak şehirler giderek hayatımızdan çıkarken artık tümüyle tek-tipleşen kentler de birbirinin aynı binalarla, evlerle, apartmanlarla, caddelerle kuşatılıyoruz. Gittikçe sıkışan bu mekânlarda yaşıyoruz ama yaşadığımız deprem felaketi gibi her afetten sonra da Anadolu’da ideal bir ev ve şehir formunun nasıl olduğunu merak ediyoruz. İklime ve coğrafyaya uygun bir Türk evinin nasıl olduğunu, Türklerin şehirleşme modellerini, Sanayi Devrimi’nden sonra modern dünyanın nasıl kentleşmeye başladığını, ülkemizdeki kentleşme sorunlarını ve bu sorunlara alternatif yaşam modellerini Mimar Serkan Akın ile detaylıca konuştuk.

Mimariye bir meslek haricinde hepimizin gündelik hayatını doğrudan etkileyen bir yaklaşım olarak bakıyorsunuz. Mimari neden bizim için bu kadar önemli?

Allah yeryüzünü güzelleştirme sorumluluğuyla ve imar etme bilgisiyle bizi topraktan yaratmıştır ve biz amaca ulaştığımızda huzurla yaşayacağımızı, bununla ahireti kazanacağımızı biliriz. Dolayısıyla biz eşref-i mahlûkat olan insanın güzel bir şey yapabilme gayesiyle yaşamasının bir tasavvuru olarak anlıyoruz mimarlığı. Bunu yaparken doğal yollardan üretilmiş inşaat malzeme, geleneksel teknik, yöreye uygunluk, iklime uygun, aktarılan ustalık bilgisiyle yapılacak mimarlığın daha kalıcı, insani ve sürdürülebilir olduğuna inandığımız bir yaklaşımımız var. Birilerinin müşteri, birilerinin de bu hizmeti profesyonelce verdiği gibi ayrımları sanayi devrimleri sonrası itibariyle de ayrışmış bir şey olarak görüyoruz. Bir mimara "çok güzel evler tasarla" dediğinde ortaya çıkacak ürün/ tasarım yaklaşım itibariyle çok iyi bir ürün olabilir ama inşa edilen ürünün içindeki 50 kişi birbiriyle dostluk kurmadığında iyi bir mimarlık yapmış olmayız. Bugün bile iyi mimarlık ürünlerinden bahsettiğimizde geleneksel, tarihi yapıları algılarız çünkü yeni bir binayüzde 99 betonarmedir.

İnsanlığın ilk evleri ne zaman inşa edildi, ilk şehirler nasıl kuruldu?

Şehir dediğimiz mekânlar Hz. Âdem'in ve Hz. Havva'nın Allah'ın öğrettiği kavramlarla lazım olan her türlü bilgiye ulaşma metodolojisine sahip bir tavırla yeryüzüne indirilmesiyle başlayan bir süreçtir. Tarihin sıfır noktasında mükemmel bir varlık olarak yeryüzünü imar etme bilgisiyle gelen Hz. Âdem'in mekânsal bir ihtiyaç olan evi inşa etmesiyle bizim yeryüzünde tutunma hikâyemiz başladı. Daha sonra Hz. Âdem çoğalan nesle geçimlerini sağlamak adına öğrettiği meslek bilgisiyle üretilen malları ilk evimiz olan Kâbe'nin etrafına kurdukları pazarda değiş tokuş etmeleriyle geçim hikâyemiz oluştu. Evin, mabedin, imalathanenin, pazarın ve şehrin inşasıyla başlayan süreçte şehirleşmeler yavaş yavaş kurulmaya başladı.

Peki, biz Türklerin ev hikâyesi nasıl başladı? Bildiğimiz kadarıyla Orta Asya'da göçebe yaşayan Türklerin ilk evleri çadırdı.

Maraş depreminde Kazakistan'dan gelen çadırlar hepimizin çok hoşumuza gitti değil mi? Çünkü kültürel ve genetik kodlarımıza, görsel hafızamıza uygunlar. Türklerdeki göçebelik rastlantısal ya da çaresizlikten kaynaklanan bir göçebelik değil; doğaya, coğrafyaya, iklime, yeryüzünün
onlara verdiği nimetlere göre kış ve yaz aylarında kışlıklara ve yazlıklara planlı bir şekilde göç ettikleri bir durumdu. Dolayısıyla Türk evi de Kazakistan'dan gelen "yurt" dedikleri kıl çadırlardır. Her erkek ve kadının yurdu onun otağıdır. Yurt dediğimiz bu oda hücresi, bir ailenin birlikte
yaşayabileceği ve ocak, sedir, kerevet ve sandık gibi evin tüm ihtiyaçlarının yuvarlak bir hücrenin içinde bulunabildiği, yaz ve kış arasında toplanabildiği ve gerektiğinde katlanarak sırtımızda taşıyabildiğimiz bir evdir. Türkler yerleştikleri alanlara hemen şehri inşa ediyorlardı. Bir yere şehir
kurmadan önce oraya kestikleri hayvanın etini asarlardı; en geç bozulan yere inşa ederlerdi. O bölgenin rüzgâr, iklim, güneş kontrolleri yapılırdı. Geleneksel bir yaşam sürdükleri için çöp üretilmezdi. Deri işlenir eyer olur, kıyafet olur. Ağaç işlenir, sedir olur, kaşık olur. Toprak işlenir, testi olur. Dolayısıyla biz insanlık tarihi boyunca evi inşa eden, metal, taş, ağaç, deri, tohum, su ve havayı tanıyarak işlemesini bilen bir geleneğin çocuklarıyız, bu medeniyetin devamıyız.

Anadolu'ya geldikten sonra nasıl devam etti şehirleşme?

İslamiyet'in kabulüyle ve ardından 11. yüzyılda Malazgirt'ten sonra Türkler oba oba, boy boy Anadolu'ya yeniden gelmeye başladı ve yerleşik hayata geçti. Bir akıl tüm boyları kendi içlerinde parçalayarak bu coğrafyaya yerleştirdi. Yani bir oba sadece Kastamonu'ya ya da Aydın'a değil, her oba bir bölgeye üçe dörde bölünerek yayıldı. Biz Anadolu'yu gelişi güzel değil, dünyayı ve yaşadığımız coğrafyayı iyiliğe götürmek için mücadele edecek bir bilinçle planlı bir şekilde yurt edindik. Düşünsenize bugün Anadolu'da belki 100 çeşit köfte var çünkü her Türk eti nasıl işleyeceğini, nasıl saklayacağını ve nasıl değerlendireceğini bilirdi. Her biri bizim o dönemlerden Anadolu'ya yaydığımız kültürdür. İnsanlar yöresel ihtiyaçlara ve
şartlara göre kendi içlerinden farklılaşıyordu fakat hepsi özünde aynı üst vizyona göre yaşıyordu. Bu çerçevede o zamanki iskân politikalarıyla birlikte bilinçli bir şekilde yerleşmeye başladığımızda mevcut yerdeki mevcut yöresel mimari, mevcut ustalar ve inşaat teknikleri atalarımız tarafından öğrenilerek bu sistemlerle evler, sonra da şehirler oluşmaya başladı.

Nasıldı bu evler ve şehirler?

Bizim yurt dediğimiz oba çadırlarının üçer dörder tanesinin sofalarla, avlularla bir araya gelerek Türk evi plan şeması ve şehirleşme mantığı ortaya çıktı. Bu bağlamda Anadolu'daki ev tiplerini ben üçe ayırıyorum. Gürcistan'dan Saraybosna'ya kadar ortalama 3 bin 500 kilometre genişliğindeki bir Doğu- Batı aksında, Samsun'dan Çorum'a, Kastamonu'dan Eskişehir'e ve İstanbul'dan Balkanlara kadar benzer yağmurun ve ormanın hâkim olduğu belli bir ev tipi var. Ahşap karkaslı, çatılı, saçaklı, cumbalı bir plan şemasını alan bu Türk ev tipini Safranbolu'da ve İstanbul'un Süleymaniye'deki Zeyrek evlerinde, Çengelköy, Samatya gibi eski semtlerde görüyoruz.

Biraz güneye gittiğimizde daha kurak ve çorak bir iklime sahip Erzurum, Kars, Sivas, Yozgat bölgesinde kerpicin ana taşıyıcı olduğu, analı kuzulu
örüldüğü, kalın duvarlı, yağmur olmadığı için düz damlı, avluya sahip, ihtiyaca göre büyültüp küçültülebilen, kolaylıkla evdeki herkesin kalıpla döküp
sıvayabildiği, baharda bakımını yapabildiği bir ev tipi karşımıza çıkıyor. Burada da Türk evi plan şemasının yöreye, iklime, coğrafyaya ve yerel malzemeye göre aktarılmış halini görüyoruz. 10 bin yıllık bir inşa bilgisi kerpicin, Hititlerden Lidyalılara, Urartululara kadar Anadolu coğrafyasında kullanılıyor.

Biraz aşağıya indiğimizde Halep'ten başlayan Diyarbakır, Urfa, Mardin, Antakya, Ege'ye doğru devam eden, Kuzey Afrika'ya, Fas'a kadarki bölgede taştan oluşan, avlulu, kalın duvarlı, ufak pencereli, güneşin fazlalığından dolayı geniş iç avlular, avluda kuyunun, ağacın olduğu, yine mahremiyetin gözetildiği birmTürk evi görüyoruz. Bu da yine aynı inanç, aynı akılcılık ve aynı kültür dünyasının alt başlıklara göre tecelli etmiş başka bir
mimari hali. Bugün bir ev yapmak istediğimizde kerpiç mi, ahşap mı, taş mı tartışmaları oluyor. Birinci soru: Evi nerede yapacaksın? Mesela Trabzon
mu? O zaman ahşap. Yozgat ise kerpiç, Diyarbakır ise de taş. Türk evi böyle basit bir şekilde sınıflandırabileceğimiz bir yaklaşımın ürünü aslında.

Bugüne geldiğimizde ise böyle bir sınıflandırma görmeden tüm bölgelerde aynı tip apartman görüyoruz. Bunun nedeni yanlış şehirleşme mi?

Biz buna şehirleşme değil, kentleşme diyoruz. Ev ile apartmanın, mahalle ile sitenin, şehir ile de kentin aynı şey olmadığını bilmemiz gerekiyor. Apartman betornarme ile inşa edilip 15-20 kata kadar çıkabilen tanımadığımız insanlarla kat mülkiyeti üzerinden kurduğumuz zorunlu ortaklıktır. Oradaki finans durumu, rant ve yüksek mühendisliğe dayalı sistem sizi nesne kılar. Ev ise gönülde inşa edilmeye başlanan, geleneksel malzemeyle ve teknikle, yöreye uygun yapılan, müstakil olan şeydir. Dolayısıyla kentlerde insanlar önce evsizleşir. 1930'lu yıllarda bir gazete haberini söyleyeyim; "Halk apartmana rağbet ettiği için evlere ilgi azaldı." Etrafı güvenlik duvarlarıyla çevrili, kameraların, kapıda güvenlik görevlilerin olduğu, misafirlerin telefon ederek eve girebildiği bir sistem ise sitelerdir. Havuz vardır ama herkes havuza girmez, palmiye ağacı vardır ama biber ya da
domates yetiştiremezsiniz, kedi köpek bulunur ama tavuk ya da horoz besleyemezsiniz. Yani site, tasarlanırken sizin hiçbir ihtiyacınızın dikkate alınmadığı ve hiçbir ihtiyacın karşılanmadığı, marka ve reklam değerinin, ticari amaçlarını daha önemli olduğu bir yerleşim şeklidir.

Mahalle ise sağında ve solunda birbirini tanıyan 40 ev olarak adlandırılan, demografik ve sosyolojik örgüyü daha insani erdemle kurduğunuz bir alandır. Birileri mahalle baskısı derken biz mahalle dayanışması deriz. Yaşam örgüsünün biyolojiye, ihtiyaçlara, coğrafyaya, krizlere,
ibadetlere göre hazırlanan ve hep birlikte yönetebildiğimiz bir formdur mahalle. Kimsenin bir diğerinin güneşini, ışığını, yolunu kesmediği bir barış hukukunun mekansal karşılığıdır. Bu mahallelerin yıldız kümeler halinde bir araya geldiği, merkezde ulu bir caminin, çarşının ve üretimin yer aldığı, yeşilliklerin evlerin bahçelerinde yetiştiği, ezan sesiyle toplanılıp mescitte topluca namazın kılındığı yerdir şehirler. Şehirlerde sokakta kalan, dilenen olmaz. Daha zenginlerin yaşadığı mahalleler vardır fakat toplumsal çatışma yaşanmaz. Şehirlerde çarşıdan evin yürüme mesafesi kadar olması vurgulanır çünkü şehir, sınırlandırılan yerdir. Büyüklüğü sınırlandırılmadığı anda orası kentleşmeye başlar.

Bugün biz kentleşme sistemi içerisinde mi yaşıyoruz o zaman?

Öncelikle Türk tarihindeki köy-kentten bahsetmediğimizi söyleyeyim. Bizim konumuz sanayi devrimleri sonrası oluşan kentler. Peki, kentler oluşurken
neler değişti? Önce anlam dünyamız ve kavramlarımız, üretim şekillerimiz ve sonuç olarak düşüncelerimiz değişti. Geleneksel teknikle, çarşıdaki zanaat bilgisiyle ve insani ölçekle üretilen, markanın değil kalitenin önemli olduğu, depolama ve lojistik maliyetinin vatandaşa aktarılmadığını, ahlaklı ve erdemli bir şekilde ticaretinin yapıldığı şehirler dönüşüme uğradı.

1850'lerden itibaren ilk sanayi devrimiyle birlikte Paris'in, Londra'nın ve Avrupa'nın birçok kentinde binlerce insana bir odada birden fazla ailenin yaşadığı, hiçbir insani ihtiyacın karşılanmadığı mevcut şehir stokunun içinde apartman ödül olarak sunuldu. Fabrikalardan üretilen, öznenin makine olduğu, ustalık bilgisinin işçiliğe döndüğü, tek elde toplanan üretimin insanları da tek bir yere toplandığı, sonuç olarak da çok katlı apartmanların inşa edildiği, insanların üst üste gettolar halinde yaşadığı bir kent formu ortaya çıktı. Kapitalist dünyada paranın, kârın ve teknolojik atılımların mutlaklaştırıldığı ve bunlar arttıkça insanlığın gelişmediği, sadece buna sahip olanların amaçlarına biraz daha yaklaştığı bir dünyada
kentler ontolojik olarak hiçbir probleminin çözülememesi üzerine kurgulanmaya başladı.

Bir diğer yandan Suudi Arabistan'da, BAE'de, Çin'de ve dünyanın belli yerlerinden "smart kentler" inşa edilmeye başlandı. Mesela şu an Çin'de inşaatı bitmiş bomboş fantastik şehirler var. Smart kentler, dijital medeniyete hiçbir itirazı olmayan, aile, din, milliyet gibi insani ölçekteki hiçbir
değeri kabul etmeyen, mega kentlere göre çok az insanların yaşayacağı bir projedir. Gelecek öngörülerinde bir ütopya olarak bu kentleri görebiliriz.

Kentleşme politikaları bizde nasıl başladı peki?

Kentleşme politikalarını Tanzimat ile birlikte Mithat Paşaların Osmanlı'da payitahtta bulvarlar açmaya ve tarihi binaları yıkmaya yönelik imar faaliyetlerinden başlatabiliriz. Diğer yandan 1900'lü yıllardan önce insanlar evlerini geleneksel teknikle yapabilirken beton hayatımıza hızlıca girdi. 1903'te Paris'te bir betonarme teknolojisi ürünü olan apartmandan birkaç yıl sonra İstanbul'a da betonarme uygulamaları başladı. "İstanbul nasıl Paris'e benzer?" hikâyesi üzerinden İstanbul'un kentleşme politikası başlamış oldu. İstanbul'da yaşayan "İstanbullu" Beyaz Türkler ise paşa dedelerinden kalan konakları ve ahşap İstanbul evlerini betonarme apartmanlar inşa etmeleri için kat karşılığında müteahhite vermeye başladı. Tek
bir ailenin yaşadığı bu Türk evleri 10-20 daireli apartmanlara dönüşürken kendileri Bağdat Caddesi, Suadiye tarafındaki yazlık köşklere ve konaklara
taşındılar. 1960'lardan sonra yeni imarlarla birlikte köşklerin bahçelerine lüks apartmanlar yapılmaya başlandı. 2000'lerden sonra 10 katlı olan apartmanların, 20 kata çıkması için mücadele verildi.

Yapılan yanlışlardan geri dönmemiz için çözüm önerilerimiz var mı?

Geleceğe dair alternatif yaşam modeli olarak şunu söyleyebilirim ki büyük kent yaşamından vazgeçmek, kentlerimizi ufaltarak bu mekânları şehre çevirmek, üretim sistemlerini olabildiğince geleneksele döndürerek bağımlılıktan kurtulmayı sağlamak gerekiyor. Bugün betonarme teknolojisi öldüren
bir bağımlılık haline geldi. Teknoloji geliştikçe insanlığın gelişmediğini, yalnızca teknoloji üretenlerin amaçlarına biraz daha yaklaştıkları görüyoruz. Bizim kendi ayaklarımız üzerinde durmamız gerek. Bundan 250 yıl önce başlattıkları Sanayi Devrimi ile birlikte dünyanın hanedanlıklarını yıkan ve ulus devletlerini inşa eden küresel güç şimdi ulus devletlerini yıkmaya çalışıyor. Büyük kaosların ulus-devletlerin mevcut yönetim anlayışıyla yönetilmesi mümkün değil. Mesela Konya'da kilometrekare başına 50-55 kişi yaşarken İstanbul'da bu sayı 2 bin 600. İstanbul'da deprem olsa Konya'nın tamamı gelse bize yardım edemez. Bu yönetilebilir değil çünkü. Kentin ontolojisi itibarıyla hiçbir problemini çözemez ve yönetilemez derken tam da bundan bahsediyoruz.

Kentler nasıl küçültülür peki?

Öncelikle bizim ev inşa etme konusunu finansal ve teknolojik yaklaşımdan uzaklaştırmamız gerekiyor. Evin kolayca inşa edildiği, herkesin olabildiğince müstakil bir yaşama sahip olabileceği bir forma ihtiyacımız var. Bunları karşılığında bize kalan tarihi kentler ve kırsal alanlar. Bizim bu yapılara kültür varlığı olarak bakıp onlara yakın olmamız gerekir. Toplumların geleceği geleneksel düşünce, geleneksel teknik ve geleneksel mimaridir.

Siz bunu gerçekleştirdiniz zaten değil mi?

Ben İznik'te ahşap taşıyıcılı kerpiç tuğlalı kireç badanalı geleneksel bir Türk evini tamamıyla sıfırdan inşa ettim. Ülkemizde geleneksel teknikle ev inşa etmek mevzuata uygundur. Ruhsat ve iskân alınabilir. Arsa problemi yoktur. Geleneksel teknikle bir ev inşa etmek betonarme bir ev inşa etmekten pahalı değildir. Böyle bir öneride bulunduğunuzda yeterince usta ve malzeme vardır. İstanbul'da böyle bir ev yapmaktan bahsetmiyoruz. Bu kırsal alanlarda ufak şehirlerde yapılabilecek bir şey.

SERKAN AKIN KİMDİR?

Kdz. Ereğli'de dünyaya gelen Serkan Akın, Kabataş Erkek Lisesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nü bitirdi. Mezun olup bir yıl bir inşaat firmasında çalıştıktan sonra 1994-98 arası İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde çalıştı ve 1998'de Konak Mimarlık ve Sanat Hizmetleri Şirketini kurdu. 2013-18 arası İZÜ Mimarlık Fakültesi'nde MimariMProje dersleri verdi, 2017-20 arası İstanbul 5., İstanbul 1. ve
Hatay Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu üyeliği yaptı ve 2019-22 arasında İTİCÜ Mimarlık ve Tasarım Fakültesi'nde Türk İslam Mimarisi dersleri verdi. İstanbul'da ve Türkiye'nin muhtelif yerlerinde pek çok yapının mimari projeleriyle eski eser yapıların restorasyon projelerini hazırlayan Akın, bir yandan da restorasyon, inşaat, dekorasyon ve müşavirlik işleri yapıyor, mimarlık, kent ve geleneksel yapılar konularında konferanslar veriyor ve halen Balıkesir Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu üyesi olarak görev yapıyor.

BİZE ULAŞIN