Dergimizin sayın editörleri, mart sayısının konusunu belirlerken muhtemelen hayatımızın tepetakla olacağını hesap etmediler. "Dünyaya neler oluyor?" sorusunun benim açımdan en olağan cevabı, "Issızlaşıyor" idi ve başımıza çifte deprem afeti gelmemiş muhtemelen bu temayı işler; mesela bir kafede,
pastanede, deniz kenarındaki bir sırada oturmakta olan oğlanla kızın, ana-baba ve 4-5 yaşındaki yavrularının ıssızlığını anlatırdım. Herkesin elinde bir telefon, kafalar önlerinde, çayı ya da kahveyi yakalamak için dahi bakmadan, el yordamı ile geçirilen 45 dakikayı anlatırdım.
Hele o 4-5 yaşındaki yavrunun çaresizliği! Önündeki emanet telefon veya ailesi zengince ise kendisine özel alınmış tablet. Komşu masaları rahatsız eden ama ben veya eşim dışında kimsenin müdahale etmediği vız-vız bir müzik (seyredilmeyen bir videonun veya oyunun sesi kadar müziç bir başka ses var mıdır?) ve gözleri hafif şehla olmaya başlamış bir masum kurban.
Oysa eğitim uzmanları, psikologlar yemek sırasında öğrenmenin akıldan hiç çıkmayan bilgilerin kaynağı olduğunu söylerler hep. Ama o masum şeyler, sürekli el kadar ekrandaki fark edilemezm imgeleri takip edebilme mücadelesi içinde ne yediklerini anlarlar, ne seyrettikleri şeyi. Oysa o videoları, oyunları icat edenler, yani bizim aparttığımız şeylerin asıl sahipleri ya filmin, oyunun başına ya da ekranın bir köşesine sürekli bir uyarı koyarlar: "Ebeveyn rehberliği şarttır!"
Ya, evet! Adamlar ebeveynin ne olduğunu biliyorlar mı ki, "Ebeveyn rehberliği" nedir bilsinler? (Çoğumuz "ebeveyn" kelimesini yeni bir ev alırken veya kirave araçtalarken büyük yatak odasının yanındaki banyo-tuvalet bölümüne verilen isim olarak gördük muhtemelen!)
Issızlık budur
Issızlık budur bence. "Is" eski sözlüklerde "sahip" diye açıklanırdı. "Dünya ıssızlaşıyor" derken, bunu kastederdik: sahibimiz kalmıyor; bize sahip çıkacak kimse yok. Varsa da çok az.
Yandaki masada tabletinde "Winnie the Pooh" izleyen bebeğin sahibi kim, Allah aşkına? Kendi telefonunda dedikodu peşinde koşan anne mi, yoksa karısına gösteremeyeceği şeyler yazmakta veya izlemekte olan baba mı?
Çok mu ağır oldu? Evet, ağır olsun istedim çünkü. O minikleri gördükçe, istikballerini de görüyorum. Bu yemek masasında öğretilemeyen insanlığı öğrensin diye o minik şey, ebeveynin suçluluk duygusuyla daha anaokulundan itibaren seçme okullara gönderilecek, üniversite sınavlarına hazırlık eğitiminden geçirilecek ve doğruyu bilmeyi değil doğruyu bulmayı öğrenecek ve bir gün "Puanım burayı tuttu hocam" diye gelip karşınıza oturacak…
Ahmet Hamdi Tanpınar veya Oğuz Atay'dan "Şu parçanın ana fikri ne?" diye sorduğunuz zaman size bir kelimeyle, tek kelimeyle cevap verecek. Bu sahipsiz nesli o kadar çok görüyorum ki, bu meseleyi daha "hafif" yazmak benim için imkânsız olurdu.
"Olurdu" diyorum, çünkü dünyaya öyle bir şey oldu ki, hem dünyamız, hem de benim sahipsizlik kuramım yerle bir oldu. Hem son 500 yıldır oynayıp yanındaki levhaya çarpması beklenen tektonik levha yerinden oynadı; hem de biraz ötesindeki diğer iki levhanın çarpışmasına sebep oldu. Yani bir fay bölgesindeki deprem, bu kadar kısa bir süre içinde (sadece 9 saatte) bir diğer büyük depreme yol açtı.
Bu çifte depremler, yer itibarıyla de yığma toprak, yani bir zamanlar bir nehir vadisinde veya deltasında akan derelerin bıraktığı, verimli toprak üreten birikintileri ile kaplı arazide olunca, 11 ilde yüz binlerce bina, milyonlarca bağımsız birim (ev ve dükkân) ya kum yığını gibi çöktü, ya oyuncak Lego evler gibi yan yattı, ya da yassı kadayıf gibi birbirinin üzerine yığılıp, yere gömüldü.
Dünyamız başımıza geçti
Bu bizim dünyamıza olan şeyler. Başkalarının dünyalarında artık 7,8'lik depremler apartmanları yere gömmüyor. Mesela Japonlar 7 hatta 8'lik depremlerde, oturdukları sandalyeye, koltuğa sıkıca tutunup, ne zaman bitecek diye bekliyorlar; sonra laflarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Onları 9,1'lik deprem, hatta o depremin yer sarsıntısından çok, okyanusta yarattığı dev dalgalar (tsunami) sarmıştı. Şimdi ona da çare buluyorlar!
Dünyamızın başımıza geçmesinin sebebi sadece yer tabakalarının çarpışmasının şiddeti, bu çarpışmanın çok uzun bir hat boyunca ve yeryüzüne yakın olması değildi. Bunlar başlangıç sebebiydi belki. Ama bunlara ek olarak daha birçok başka sebep vardı ki, dünyamız başımıza geçti.
Örneğin, şu alüvyonlu birikim üzerinde tarım yapmak yerine inşaat yapıyor olmak! Sonra, bu inşaatları, her depremden sonra daha mükemmel hale getirdiğimiz yönetmeliklere uygun yapmamak. Sonra, işi ahbap-çavuş kirave rüşvet ilişkisinden kurtarmak için en modern sistemlerle denetlemenin adeta kitabını yazdığımız halde, bu denetimleri dahi ahbap-çavuş ilişkisine çevirme maharetimiz. Hepsinin üstüne bir de yapılan hataların giderilmesi şartıyla hatalı iş yapanların cezasını affetme geleneğimizi eklerseniz, dünyamızın başımıza çökmemesi için sebep yoktu demek daha doğru olacaktır.
Şimdi bu ifadeye bakarak bizim her şeyi hatalı yaptığımızı da sanmamak lazım. Çevrenize baktığınızda, nasıl ki yemeğini tabletiyle paylaşan çocuk sayısı anneciğiyle babacığıyla mutlu- mesut yemek yemekte olan çocuk sayısından çok çok az ise, elinize bir Kahramanmaraş veya Hatay fotoğrafı aldığınızda neredeyse tümüyle çöken binaların yer aldığı mahalle, şehrin sadece bir kesiminde bulunuyor.
Diğer kesimlerde, özellikle 11 kentin ve ilçelerinin yeni mahallelerinde çöken, devrilen, yamulan, eli yüzü dökülen, bir iki katı çökmüş ama diğer katları sağlam kalmış binaların daha çok olduğunun farkındayız. Ama bu bizim dünyamızın başımıza çökmesi halini değiştirmiyor.
Evet, 15 milyon 200 bin kişi oturuyordu bu binalarda; ama can kaybımız sıfır değil. Sıfır virgül 2! (Ben bu yazıyı kaleme aldığımda su oranın artmasından, hem de ciddi artmasından korkuluyordu). Dünyamızı karartan en büyük unsur can kaybımız olmakla birlikte enkaz kaldırma, temizlik, tam yıkılmayanları yıkma ve yıkılanları yeniden yapmanın da bir külfeti var.
İğneyle kuyu kazarak
Trafik kazaları için söylenen acı bir tespit vardır. İnsan araçtakilerin yarasız beresiz sağ kurtulduklarını görünce, hemen araçtaki ki hasara dikkat edermiş. Neyse, bu konuya çok girmeyelim.
Çünkü bu enkaz meselesi, bize dünyamıza sanıldığı kadar kötü şeyler olmadığını da gördüğümüz nokta.
Enkazın altında sağ kalan canlarımızı kurtarma meselesi! Eğer rakamlar doğru ise, 74 ülkeden 7 bin 98 yabancı ve 253 bin kendi insanımız, afet tıbbının 72 saat, 90 bilmen kaç saat kuramlarını altüst ederek, 12 gün ışık görmeden, ses duymadan, yemek yemeden, su içmeden devrilmiş kolonların, çökmüş kirişlerin, yıkılmış duvarların arasından binlerce kişiyi, iğneyle kuyu kazarak çıkardılar.
Bu kuyulardan çıkan betonu, tuğlayı, sıvayı elden ele kovalarla dışarı çıkartıp, açtıkları dehlizlere çökmesin diye (neler öğrendik 10 günde, Yarabbi!) "Domuz damı" kurarak, bazen o dehlizin içinde serum takarak, oksijen bağlayarak ve bu arada mizahı da unutmayarak, insanları kurtaranlarm var o noktada. Sadece insanları kurtarmadılar, insanlığı da kurtardılar. Dünyanın ıssızlaşmadığını, dünyanın hâlâ insanlarla dolu olduğunu kanıtladılar.
7 bin 98 kişiye yabancı mı dedim? Affedin rakamları aldığım kaynakta öyle denildiği için olacak. O insanlar yabancı olur mu? Onların hepsi kardeşimiz, dünya-ahiret kardeşimiz.
Evet, etrafa baktığınızda anaları- babaları kendi telefonlarına kapanmış bebeleri, arkadaşları ile geldiği kafede onlarla tek kelime etmeden sosyal medyasına gömülmüş gençleri görmeye devam ediyoruz hâlâ. Ama bu bana artık etrafın çok ıssızlaştığını da söylemiyor. Hâlâ bir yerlerde insanlar var.