Bünyamin Bezci: TARİHİN SONU; YENİ BAŞTAN

TARİHİN SONU; YENİ BAŞTAN
Giriş Tarihi: 24.03.2023 15:03 Son Güncelleme: 24.03.2023 15:03
Artık siyasi akıl toplumsal olana da ekonomik olana da hükmetmektedir. Maalesef daha az demokrasi daha çok devlet tarihin sonunun yeni aklıdır. Yükselen değerler güvenlik, düşman ve popülizmdir.

Doksanların başında Fukuyama liberalizmi yeni bir "tarihin sonu" olarak kodlamıştı. Kastı aslında postmodern küresel neoliberalizmdi. Huntington, çağın bir hegemonya değil çatışma çağı olduğunu söylediğinde tarihin sonundan ziyade yeni ivmelere odaklanılmıştı. Ona göre çatışmanın temeli de kültürel anlamda medeniyetler olacaktı. Her ne kadar medeniyetler, denildiği kadar çatışmasa da medeniyet anlayışının dönüşümü uluslararası çatışma
risklerini azaltmadı artırdı. Huntington, Batı medeniyeti karşında çatışma gücüne sahip iki medeniyete işaret etmekteydi; Çin ve İslam medeniyetleri.

İşin çatışma kısmı bir kenara konursa tarihin sonu zehabını yaratan Batı medeniyeti analiz edilmeye muhtaçtır. Liberalizmin zaferini hazırlayan Avrupa fikri üç farklı aşamadan geçerek gelmişti. İlki Kartezyen düşünceden beslenen aydınlanmacı akıldır ki bizler çoğu zaman Avrupa deyince Voltaire'nin polemiklerine yansıyan bu tarafını biliriz. Aslında aydınlanmacı Avrupa fikrini en iyi temsil eden Kant'ın evrensel barış ilkesi ve insan hakları kavrayışıdır.

İkinci Avrupa fikrinin kaynağın ise romantizmdir. Ulusların büyülü varlıklara dönüşmesi de liberalizmin bireyi de hatta devletin yüce bir varlık olarak aklı temsil etmesi de romantiklerin marifetidir. Üçüncü Avrupa fikri ise 19. yüzyılın sonunda önce sömürgecilik daha sonra da finansal hâkimiyetle
dünyanın ekonomik akışlarını kendine doğru çeviren angloamerikan pragmatizmidir.

Doksanlarda Fukuyama, çok bilinçli olmasa da tarihin sonundan bahsederken aslında bu üç Avrupa fikrinin yeni bir karışımı olarak "postmodern
küresel neoliberalizmden" bahsetmekteydi.

Postmodern parçalanmışlıklar

Yeni dünyanın aklı artık Kant'ın evrensel buyruklarına dayanamayacak kadar karmaşıktı. Aklın ışığında bilimsel gerçeklere dayanan bir toplumsal bütünlük anlayışı 20. yüzyılın iki dünya savaşı ve 68 kuşağının protestoları ile artık mümkün görünmüyordu. Büyük anlatıların rafa kaldırıldığı postmodern dünyada herkes kendi hikâyesini hakikatin yerine koymaya çok istekliydi. Siyasal birlik bağlamında postmodernite kimlikleri de bölmüş ve kültürel olduğu düşünülen kimlikler politik iddialarla ortaya çıkmıştı. Fakat yine bu karmaşayı toparlayacak bir yeni modernite iddiasına ihtiyaç hasıl olmuştu.

Doksanlarda Habermas'ın müzakereci demokrasi anlayışı aydınlanmacı aklın gereklerinden vazgeçmeden bölünmüş toplumun ortak akıl çerçevesinde nasıl toparlanacağını vazediyordu. 21. yüzyılın başında Avrupa toplumunun bütünlük arayışının en önemli tehdidi göçmen Müslümanlar olduğunda aynı Habermas, bu sefer postseküler bir müzakereden bahsetmekten de çekinmedi. Bu sefer dini olanın da aydınlanmacı aklın
kritiğine vurmadan müzakere sürecine alınacağını ama sürecin kendisinin rasyonel olmasından dolayı dini olandan sadece makul olanların toplumun ortak aklına dâhil olacağını söylüyordu. Böylece postmodern parçalanmışlıklarla malul yeni dünyada modern Avrupa fikrini de ayakta tutmaya çalışıyordu.

Avrupa fikrinin romantik ayağı ise küreselleşme ile oldukça tehdit altındaydı. Küreselleşme, bir taraftan ulusal homojenitelere dayanan modern devletleri sınırsal bağlamda zorlamaktaydı, diğer taraftan da romantik bireyin en radikal biçimini beslemekteydi. Bir anlamda küresel piyasalar yeni bir kültür yaratmış ve modern devletlerin egemenliklerini zorlarken bireyleri de küresel kültürlebenzeştirmeye başlamıştı. Tüketim ve sanallık insan odaklı
moderniteyi bitirdi. Bir taraftan yeni bir tüketim biçimi olan teknolojiyle güçlendirilmiş kendi kabiliyetlerini aşan posthümanist insanlar, diğer taraftan da
paralel evrenlerle mutlu olmaya çalışan transhümanist varlıklar küreselleşen dünyanın sınırsızlığının bedeli olarak karşımızdadır.

Sınırsızlığı sadece ulus devletlerin sınırları olarak anlayanlar insanın etik sınırlar olmadan teknolojiyle neler yaptığını görünce dehşete düşmüş müdür bilinmez. Ama küreselleşme yeni dünyanın aklı olarak her sınırı kaldırdı. Bugün küresel aklın cinsler, türler, uluslar, inançlar arasındaki sınırları kaldırmasıyla ahlaki olanı zorlayan bir evrensel etik yarattığı söylenebilir.

Kapitalizmin yeni formatı

Avrupa fikrinin üçüncü boyutunu oluşturan sömürgecilik ve finansal hâkimiyetin de neoliberalizm kılıfıyla yeniden formatlandığı söylenebilir. Neoliberalizm, devletlerin sınırlandığı sermayenin ve sivil toplumun güçlendiği bir çağ yarattı. Ekonomik aklın siyasal akla hâkimiyeti demek
olan devletlerin sınırlanması küresel finansal akışların serbestliği için vazgeçilmezdi. Yeni sömürgecilik bir taraftan gelişmiş ülkelerdeki işgücüne dayalı üretimleri dertleriyle birlikte dışsallaştırmakta diğer taraftan da içerdeki işgücünü de göçmenlerle beslemekteydi. Her ne kadar finansın genişlemesi ve kolaylaşması ekonomik akışları gelişmekte olan ülkelere doğru biraz yöneltmiş olsa da 2008 krizine kadar kontrol altından çıkan bir durum söz konusu değildi.

21. yüzyılın başındaki, kapitalizmin üçüncü büyük kriziydi. Daha 1929'da üretimin rasyonelleşmesinin yarattığı krizi tüketimi artırarak aşan kapitalizm bu fazladan harcamayı da devletlerin sırtına yüklemişti. Refah devleti diyerek yüceltilen fazladan tüketimi finanse eden devlet de yetmişlerde artık yüklendiği görevleri başaramaz hale gelmişti. Bu nedenle kapitalizmin yeni formatı devleti sınırlamak ve piyasayı güçlendirmek şeklinde olmuştu.

Bu arada toplum da biraz kendi kendine yardım etmeyi öğrenmeliydi. Sivil toplum örgütlerinin kurtarıcı gibi karşılanması bundandı. Gerçekten de devletin gücünün yetmediği yerlerde sivil toplum zevahiri kurtarmayı başarıyordu. Yeni kriz ise bu sefer devletin finansal krizi değil milletin borçluluk kriziydi. Milleti kendi çıkarlarına motive olan piyasanın kurtarması beklenemezdi. Devlet yeniden kurtarıcı olarak hem piyasadaki oynaklığı hem de
toplumun karmaşasını stabilize etti.

Aydınlanmacı aklın hikâyeleri

İşte bu aşamada sonuna geldiğimiz tarih yeni baştan hareketlilik kazandı. Kapitalizm yeni bir forma büründü. Liberalizmin zaferi aslında onun
sonunu da hazırladı. Öncelikle liberalizmin aydınlanmacı aklı iki faklı krizle yüz yüze kaldı. İlki aydınlanmacı aklın dünyaya yaydığı evrenselci iddialar
kriz karşısında içe kapanan Batılı devlet ve toplumlar karşısında hayal kırıklıkları yarattı. İkinci olarak liberal aklın Batılı toplumları getirdiği sınırsızlık kendi içinde mutluluk ve umut yaratamadığı gibi Batı dışı toplumlar tarafından ahlaki olarak da sorgulanmaya başlandı.

İnsanın kendi onurundan kaynaklanan hakları göçmenler için çok da geçerli olmadı. Hatta Batı dışı toplumlardaki insanların hakları olduğu, demokrasi bahanesiyle terör ve şiddet getirenler tarafından çok da ciddiye alınmadığı görüldü. Bu nedenle aşırı sağ ya da popülist Batılı politikalar açıkça aydınlanmacı değerlerin sadece kendileri için geçerli olabileceğini ötekilerin bu değerler sistemini anlayamayacağını ve içselleştiremeyeceğini iddia edebildi.

Diğer taraftan aydınlanmacı akıl öylesine hakikatler yarattı ki Batılı toplum içindeki hiç kimse, kendileri de bir hikâyeye dayanan bu hakikatleri sorgulayamaz oldu. Örneğin insanoğlu sadece iki cinsten oluşur dediğinizde pekâlâ homofobik bir suç işlemiş olabiliyorsunuz. Düşünmeye
cesaret etmeyi bayraklaştıran aydınlanma kendi diyalektiğini kaybederek karşı çıkılamaz bir inanca dönüştü. Büyülü dünyanın hurafelerini yok eden akıl onların yerine Marksizm'in seküler komünist cennetinden ya da kapitalizmin tüketim arzusundan başka "umut" yaratabilecek yeni bir anlayış koyamadı.

Batı umut olmaktan çıktı

Tarihinin yeni sonunda Avrupa fikri bir değerler sistemi olarak inandırıcılığını yitirdi. Batı içine kapanarak sadece dünya için umut olmaktan çıkmadı kendi toplumları için de mutluluk yaratma kapasitesi sorgulanır oldu. Çıkarları söz konusu olduğunda değerlerini unutan Batı, halen kendi toplumunun
refahını korumayı başarıyor olsa da geleceğe umutla bakamamaktadır.

Pandemiyle birlikte yeniden sarsılan Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte şiddeti ensesinde hisseden Avrupa'nın kaybettiği aşikâr olsa da Anglo-Amerikan pragmatizmi halen gücünü korumaktadır. Batı toplumlarında kaybetme eğilimine girildiğini öteleyen güç devletin korumacılığıdır. Sınırlarını
yeniden inşa eden devletler, çıkar odaklı bir Hobbesyen doğal durumu uluslararası ilişkilerin yeni tasarımı olarak kabullenmiştir. Özellikle pandemi sonrasında ulusüstü kurumların ilkelerine artık kimse güven duymamaktadır. Rusya'nın maksimalist arzularına dur diyebilecek bir uluslararası mekanizma olmadığı gibi yeni çatışmaları önleyebilecek bir hegemon güç de yoktur.

Tarihin sonunda devletlerin küresel tedarik zincirlerini kendi çıkarları uğruna kırdığı bir dönem başladı. Piyasanın küreselleşmesi ve ekonomik aklın siyasal aklın önünde yer alması dönemi artık sona ermiştir. Her devlet öncelikle kendi çıkarlarını korumaya çalışmakta ve toplumunu yeniden formatlamaktadır. Bireyciliğin yerini popülist kitleselleşme almıştır. Yabancı olana düşman, çok kültürlü demokrasilerin yerini asimilasyona zorlamanın
aldığı kontrol altında tutulan yeni bir toplumsallık yaratılmaya çalışılmaktadır.

Eritme potası olmakla öğünen Amerikan toplumu bile kapasitesinin sonuna geldiğini ve güneye büyük bir duvar örerek içerdekileri korumayı düşünebilmektedir. Bir taraftan da artan şiddet, fakirlik ve beklenen iklim değişiklikleriyle sınırlanamayan bir uluslararası göç baskısı bulunmaktadır. Güneyden kuzeye, doğudan batıya doğru yönelen göçlerin toplumsal bütünlük iddialarını zorladığı, aydınlanmacı ilkeleri ise darmaduman ettiği görülmektedir.

Yükselen yeni küresel değerler

Tarihin sonunda koruyucu refah devletinin ortaya çıkması gibi kontrolcü güvenlik devletinin de yeniden güç kazandığı görülmektedir. Devletler içerdekileri korumaya dışarda kalanlara karşı da güvenlik duvarlarını yükseltmeye başlamıştır. Göçmenlerin de içerdeki düşmanlar olarak görüleceği zamanlar çok uzak durmamaktadır. Devletler için politik çıkarları artık ekonomik çıkarlarının da önünde gelmektedir. Geleceği barıştan ziyade çatışmaların belirleyeceği beklentisi ekonomik olanın yerine siyasal olanı geçirmiştir. Teknolojik transferleri ve üretim gücünün dışsallaştırılmasını kazanç olarak gören ebedi barış beklentisinin yerini şirketlerini yurda geri çağıran ve teknolojik inivasyonlar için yatırım teşvikleri veren gelişmiş
ülkeler almıştır.

Her ne kadar küresel piyasaların ve evrensel ilkelerin dünyasına geri dönülmesini savunanlar halen olsa da tarihin sonundaki dönüşüm bir yapısal dönüşümdür ve aktörlerin değişimi ile geri çevrilebilir değildir. Örneğin Biden dönemi üçüncü Trumpizm dönemi gibidir. İlk Trumpizm dönemi de zaten kriz sonrası koruyucu devletin yeniden anlam kazandığı Obama'nın ikinci dönemiydi. Artık siyasi akıl toplumsal olana da ekonomik olana da hükmetmektedir. Maalesef daha az demokrasi daha çok devlet tarihin sonunun yeni aklıdır. Yükselen değerler güvenlik, düşman, kitlesel mobilizasyon olarak popülizmdir. İnsan hakları, özgürlük ve refah gibi hususlar sadece sınırlar içinde geçerlidir, evrensel değerler değildir.

Fakat bu kontrolcü ve korumacı halin içerdeki paylaşımlarda da sorun yaratacağı ortadadır. Pandemi eşitlikçi paylaşımın ne kadar sorunlu olacağının testiydi. Ukrayna savaşı ile birlikte şiddeti tekrar içinde gören Avrupa için zaten dışarısı da kalmadı. Çin'in ve Amerika'nın içerisini ne kadar koruyabileceği de tartışmalıdır. Ülkelerin yeni Monroe Doktrinleri oluşturmasının artık zenginliği değil izolasyonu ve fakirliği getireceği ortadadır. Fakat herkes de herkesin kurdudur.

BİZE ULAŞIN