Hakkı Öcal: YAHYA KEMAL’İN SANAT ÜZERİNDEKİ SİYASAL ETKİSİ

YAHYA KEMAL’İN SANAT ÜZERİNDEKİ SİYASAL ETKİSİ
Giriş Tarihi: 4.11.2022 10:51 Son Güncelleme: 4.11.2022 10:54
Yahya Kemal’in sanat anlayışı üzerinde ne kadar çok dursak yeridir; bendeniz kendisine sadece bir sanatçı olarak hayranımdır ama burada üstadın sanatından ziyade sanat üzerindeki siyasal etkisini hikâye etme gayretindeyim.

İster genç ol ister yaşlı... Muhafazakâr isen, geçmişe bakıp; dövünürsün. Bazen 100 yıl öncesine bazen 10 yıl öncesine… Ve yine muhafazakârsan, var olan değerlerinin silinip gitmesine bir gün bile tahammül edemezsin.


Ama muhafazakârlığın rüknünü anlatmaya geçmeden önce Yahya Kemal bu işin neresinde? "Ritmin lisan haline gelmesi yani musiki cümlesinin belirmesi" işlemini "şiir yaratmak" sayan insanı neden sevdiğimizi anlatmaya gerek yok ebette. Şiir ve müziği bir arada seven için de Yahya Kemal'in muhafazakâr düşüncenin her yerinde var olduğu da bir gerçek. Ancak üstadın iki katkısı var ki, sadece edebiyatımızın değil, muhafazakârlık açısından müziğimizin de istikbalini etkilemiş, değiştirmiş, özellikle müzik eğitimimizi -tırnak içinde değil, doğrudan yazıyorum- kurtarmıştır. Yazmakla kalmayayım,
TV muhabiri diliyle ifade ederek, altını çizeyim. Hem de kalın çizgiyle.

Neden? Şundan: Eğer Yahya Kemal müdahale etmese ve Mustafa Kemal Atatürk'ün kendisi sevmese bile "aruz" vezni ile yazılan şiirimizin yazılıp-söylenmesine izin vermesini sağlamasaydı, bugün okuyacağımız Türkçe şiir "Gözlerimi tükürdüm ağzımdan yere…" ölçeğinde (Sevgili İsmet Özel; hatırlıyor musun acaba?), müzik de Kafkasya dağlarında açan çiçeklerin İzmir'in olmayan dağlarına, İsveç ormanlarına İsveçli besteci Felix Körling'in güzellemesinin yurdumun bütün dağlarına uyarlanması ve Sinan Çetin'in parodi kısa filmindeki gibi Batı bestecilerinin davulzurna ve bağlama-ut ile icrasına müncer olacaktı. Yahya Kemal ise, Ahmet Agâh adıyla, birkaç gerici dergide yayınlanan birkaç gazel ve bir iki manzumenin şairi olarak unutulup gidecekti.

Ne Jön Türk, ne sembolist oldu


Gerçekten öyle mi olurdu? Bilemem, bilemeyiz. Fatalizm diye bir inanç ve fenomenoloji diye bir ilim var. Beş duyumuzu değil, Aristoteles'ten sonra icat ettiğimiz dört yeni duyumuzu da katarak olayları incelesek de Kant ne diyor: Olmuş bir şeyin başka bir türlü olma ihtimali yokmuş demektir. O halde Yahya Kemal o müdahalede bulunacaktı ve aruz kültürümüzde yaşamaya devam edecek; şiirler beste olacak, bestelenen klasik şarkılarımız radyolarda (ve şimdi televizyonlarda) yayınlanacaktı. Ve bizim de Ahmet Agâh yerine hakkında 40'tan fazla doktora ve yüksek lisans tezi, 100'e yakın kitap bulunan, bir Yahya Kemal'imiz olacaktı.

Agatha Christie romanlarının meşhur cümlesi ile devam edelim: "Her şey bir akşam, Çankaya'daki bir akşam yemeğinde başladı!" Ama tabii öncesi var.


Yahya Kemal'in Atatürk'le tanışması çok daha öncesine 23 Haziran 1923'e gidiyor. Memleketi Üsküp ile babasının göç ettiği Selanik arasında gidip gelirken 1903'te, herkesin Abdülhamit baskısı gerekçesiyle dışarı kaçtığı ortamda Paris'e giden Yahya Kemal, önce Jön Türklerle, sonra da Stéphane Mallarmé'nin şiirleriyle tanıştı. Tam anlamıyla ne Jön Türk, ne "Sembolist" (Simgeci) oldu. Sembolizm, Parnasçılığa tepki olarak ortaya çıkmıştı.

Parnas dergisinde şekillenen Fransız şiiri duygulara, izlenimlere önem vermiyor; sadece gerçek ve onun hakkındaki düşüncelerimiz önemliydi.
Sembolistler bu anlayışa karşı çıkıyor, duygusallığa, insanın iç dünyasına yöneliyor ve somut varlıkları sadece dış dünya ile insanın duyuları arasında köprü kurmaya yarayan birer simge sayıyorlardı. Onlara göre, dış gerçek insanın algılayışından ibaretti; insan gerçeği nasıl algılıyorsa öyle değerlendiriyordu. Çevrenin üzerimizdeki etkilerini, izlenimlerimizi ancak simgelerle anlatabilirdik.

Şiirde müzik, oryantalizm ve Yahya Kemal


Yahya Kemal'in sanat anlayışı üzerinde ne kadar çok dursak yeridir; bendeniz kendisine sadece (devşirme de olsa) Yozgat milletvekili olduğu için değil, ama bir sanatçı olarak hayranımdır; ama burada üstadın sanatından ziyade sanat üzerindeki siyasal etkisini hikâye etme gayretindeyim. Ama yeri gelmişken, arzu edeni daha başka kaynaklara götürecek ve kendileri de çok değerli kaynak olan iki yazıya işaret edeyim:

Sevim Güldürmez'in İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı'nda yüksek lisans tezi olarak kaleme aldığı ama bir doktora tezi değerindeki "Yahya Kemal'in şiirinde Türk Musikisi ve Türk musikisinde Yahya Kemal" incelemesi ile Refika Altıkulaç Demirağ'ın, Çukurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmaları Dergisi'nde yayınlanan "Şiirde Müzik, Oryantalizm ve Yahya Kemal'in Şiirlerindeki Gizli Müziğin Kimliği" makalesinden yola çıkılabilir. Benim gibi Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi sevgisini bir kalpte birleştirenler için, Dergâh Yayınları'nın geçen yıl yeniden bastığı Tanpınar'ın Yahya Kemal isimli kitabı, bir el kitabıdır. (Elinizden düşüremezsiniz anlamına!),

Konuyu dağıttık! Yahya Kemal'in Atatürk'ü tanıması, 23 Haziran 1923'ten çok önce, Çanakkale Savunması sırasında, Anafartalar Cephesi'ndeki direniş ve 6 Ağustos 1915 tarihinde müttefiklerin çıkartmasını engelleme zaferinin haberleri İstanbul'a gelince olmuştur. Paris'ten dönen ve çeşitli gazetelerde makaleler yazan genç edebiyat müderrisi için Mustafa Kemal ulusal kurtuluş için hazırlanan planı uygulamak üzere seçilen bir "milli timsal" idi:

"Mustafa Kemal'i bir şahıs zannedenler aldanıyorlar. Evet, Efzunlar İzmir'e çıktığı günden evvel Mustafa Kemal bir fertti. Ama o günden sonra artık bir fert değil, bir timsaldir. Onun asıl dehası Samsun'a çıktığı günden itibaren Türk Milletinin istiklâl iddiasında olduğunu sezişindedir."

Mustafa Kemal ve Yahya Kemal


Çanakkale sonrası ve Samsun öncesi kısa döneme, Mustafa Kemal Paşa iki ordu ve bir cephe komutanlığı ve bir gazete yayıncılığı (Minber gazetesi) sıkıştırabilmiştir; ama, Kemal Agâh ve Yahya Kemal adıyla yazılar yazan Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) müderrisi Ahmet Agâh ile tanışmamıştı. Mustafa Kemal o sırada Tevfik Fikret ve Mehmet Akif hayranıdır. Ancak, İslam takviminde yılbaşı günü başlayan Büyük Taarruz'un zaferi için "1 Muharrem 1341" (26 Ağustos 1922) başlığı ile çıkan şu şiirinde Allah'a yalvarmaktadır: "Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yarabbi!/Senin uğrunda ölen ordu budur Yarabbi!/Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyet nâmın,/ Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâmın."

Bu şiirin çıktığı gazetenin kupürü, daha sonra Atatürk'ün sakladığı belgeler arasından çıkmıştı. Büyük Taarruz'un zaferle sonuçlanması ve Yunan işgalinin sona ermesi bütün ülkede kutlanırken, Yahya Kemal, Edebiyat Fakültesi kuruluna, Gazi Mustafa Kemal'i kutlamak üzere fahri profesörlük verilmesini önerir. Öneri kabul edilir ve Gazi'ye bir telgrafla payesi duyurulur (19 Eylül 1922). Gazi teşekkür eder; ortalık biraz sakinleşince, 23 Haziran 1923'te, üniversite adına üç kişilik heyet Ankara'ya giderek profesörlük beratını Atatürk'e sunar.


Yahya Kemal için Ankara devri başlamıştır. Sık sık Ankara'ya giderek Atatürk'ün sofrasına misafir olur; bu arada bilgi yarışmalarının vazgeçilmez sorusu sorulur. Atatürk, İstanbullu misafirlerine sürekli Ankara reklamı yapmaktadır ve bir gün sırayla herkese "Ankara'nın en çok nesini seviyorsun?" diye sorar. Kimi Ankara'nın balını, kimi üzümünü (ve tabii şarabını!) sevmektedir. Yahya Kemal'in cevabı ise ulusal belleğimizde durmaktadır: "Paşam ben Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum."

Ne var ki Ankara üstadı sevmektedir; şiir zevki, şiirlerindeki müzik ve tarih sohbetleri ve hele içki üzerine muhabbeti! "Ne Şam semasını yalel'le dolduran şarkı,/ Ne Zahle'nin üzümünden çekilmiş eski rakı,/Felekten özlediğim zevki verdiler, heyhat!/Bu hali, yaşta değil, başta farzeden bir zat/Diyordu: "İnsana çarmıhta haz verir iman!"/Dedim ki: "Hazreti İsâ da genç imiş o zaman."

Ne harâbî, ne harâbâtî


Ne var ki Yahya Kemal, hemen hemen bütün "Ehl-i Cem" veya "Ehl-i Cemşid" temalı şiirlerin şairleri gibi bu imgelerin doğrudan içki, içmek ve içki masası çağrışımları değil, tasavvuf yoluyla, bir hayat felsefesi çağrışımı yapmak üzere kullanıldığını söyleyecektir. Öğrencisi Ahmet Hamdi Tanpınar, bunu kanıtlamak için 210 sayfalık kitap bile yazmıştır.

İmge veya değil, Cemşid'in Masası veya Mustafa Kemal'in Sofrası fark etmez, Yahya Kemal kendisi için Vala Nurettin'e ithaf ettiği bir "gazel"de kendisi için "Bir gün göçerse sahn-ı harâbâtdan Kemâl/Rıtl-ı girânı devreden evlâd olun dedi" diyecek ve bu yaftayı silmesi epey zaman alacaktı. Burada "sahn-ı harâbât" dünya sahnesi demektir; ancak "harâbât" yıkıkdökük, harap meyhaneyi çağrıştırmaktadır ve Yahya Kemal, bu sahneden göçtüğü, yani öldüğü zaman Cemşid'in vasiyetine sahip çıkarak, "Evlatlarım olarak ağır kadehi elden ele devretmeye devam edin!" demektedir.

Bu şiirin sonucu Yahya Kemal, "harâbî" (içkici) ve "harâbâtî" (meyhaneci) diye damgalanmıştır. Her ne kadar kendisini, "Ben ne harâbî, ne harâbâtîyim,/ Kökü mazide olan âtiyim" diye savunmuşsa da, o tarihte onun gibi Fransızca bilen yok denecek kadar az olduğu için, genç Türkiye'yi Lozan'da katip olarak temsil etmiş olan Yahya Kemal, üç yıl sonra, 1926'da önce Varşova'ya elçi, sonra Madrid'e büyükelçi olarak gönderilmiştir. Madrid'de iken Lizbon'da da ülkeyi temsil eden Yahya Kemal, Fransızca şiirler okuyarak, tarih sohbetleri ile Kral XII. Alfonso'yu kendisine hayran bırakır.

1930 yılında misafir ettiği Vala Nureddin, kültür elçiliği vazifesini başarıyla yerine getiren ev sahibi Yahya Kemal hakkında şunları yazıyor: "Gayet iyi tarih bilen Yahya Kemal, İspanya tarihinde de derinleşmişti. Beni tarihi menkıbelerin havası içinde yaşatarak -Tuleytule ve Escurial Şatosu dahil- İspanya'nın birçok yerlerinde gezdirdi."

Yahya Kemal ve Türk musikisine yasak


"Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı.../Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı..." bütün İspanya'yı bir İspanyol gibi tanıyıp sevmeden yazılabilir miydi? Ama İspanya o sıralarda isyan başlangıcındaydı ve Kral Alfonso çareyi kaçmakta bulunca, büyük bir öfkeye (ve depresyona) kapılan Yahya Kemal "Ankara'ya sormadan" görev yerini terk eder ve Paris'e gider. Ankara'da durum parlak değildir. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, durumu abartmış, Madrid'de ne içki sofraları kalmıştır kurdurtmadığı ne Lizbonlar kalmıştır Yahya Kemal'in semtine uğramadığı. Atatürk çok kızmıştır bu "Sarhoş herife!"

Ankara, onun ülke dışında olduğu nerede ise on yıl boyunca başka bir şeye sahne olmuş; "devrimler" yapılmıştır. Hem de ne devrimler! Yahya Kemal'in şiirlerinden yapılan şarkılar artık radyoda çalınmamaktadır. Oysa onun için şiir "mükemmeli ve güzeli arar ve bulduğunu musiki ile bir araya getirerek bir bütün halinde" sunar. Nitekim (sadece biri hece vezninde, dördü serbest vezinde olan) 10 bine yakın aruzla yazılmış gazel, manzume, destan, rubai ve diğer biçimlerdeki eserlerinin çoğu, daha yayınlandığı günün gecesinde şarkıya çevrilen şiirleri ("Mızrâb-ı tab'ımız sözü kalbetti besteye") artık radyolarda dinlenmemektedir.

Neden? Çünkü Mustafa Kemal, bir gazinoda, bir kadın şarkıcıyı dinlemiş; şarkıcının tarzını sevmemiş ve "Bunun hocası kim, bunu kim eğitmiş?" diye
sormuş. Verilen bilgi üzerine "Bu eğitim ile öğrenilen müzik, Türk kültürünü temsil edemez!" demiş ve çevresindeki zevat bunun Türk Müziği Konservatuarı'nı (Darülelhan) kapatma talimatı olduğu tarzında yorumlamış… Bu hikâyenin aslı aynı, ama faslı farklı versiyonlarını kolayca okumak mümkün. Devamında, "Yahu okulunu kapattığımız şeyi radyoda çalıyorsunuz. Gazi duymasın!" kısmı da var ki, üç-dört yıl o zamanki tek ulusal
haberleşme imkânı olan Türkiye Radyoları'nda ne türkü ne şarkı bir tek Türkçe kelimeli müzik duyulmamasına mal oluyor.

Üstat ile beraber Türk müziğinin dönüşü


"Harâbî" ve "harâbâtî" Yahya Kemal Paris'te sıkılır; arkadaşları kuyusunu kazan Tevfik Rüştü Aras'ın da gözden düşmesinden istifade ile onu ülkeye çağırırlar. Hem Atatürk'ün hem de Yahya Kemal'in dostu olan Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile sözleşir ve bir gece sofrada "Ah, Yahya Kemal de olsaydı..." muhabbeti başlatırlar. Falih Rıfkı, Fazıl Ahmet, Hasan Ali Yücel ve genç şair Behçet Kemal Çağlar da masadadırlar ve Gazi Paşa, bu eski dostu affeder. Üstat Ankara'dadır ve az sonra sofraya bir sandalye daha ilave edilir.

Ve inanılmaz bir şey olur: sanki hiçbir şey olmamış gibi, "Gazeller" okunur, tarih sohbetleri yapılır ve Yahya Kemal, Ankara'nın en güzel tarafını, İstanbul'a dönüşlerini yeniden yaşamaya başlar.


Sonuç? Aruza izin çıkar. Türk müziğine izin çıkar. Türk Müziği Konservatuvarı açılması biraz daha bekleyecek, bir Turgut Özal gerekecektir ama Batı müziği şubesinde de olsa, yeniden klasik Türk Müziği veya "Türk Sanat Müziği" icrası için hocalar derslere başlarlar.

Ha, bu arada Yahya Kemal, Yozgat milletvekili olur. Türk filozofu Sakallı Celal'in (Celal Yalınız) asistanı iken üniversiteden atılan ve lise öğretmenliğini tercih ederek, Yozgat Lisesi'ne gelen İbrahim Ahit Öztokat bir vesile ile Türkiye'mizde kültürel reformculuğun nasıl başlayıp nasıl bittiğine örnek olarak bir Yozgat milletvekilinin çabası olarak Yahya Kemal'i anlatır… Gerisi işte bu anı!


Muhafazakârlığın eskiye özlem rüknünü anlatmaya geçemedik ama İbrahim Ahit hocanın milletlere Yahya Kemallerin lazım olduğunu anlatan bir sözünü hatırlıyorum. Onu aktarayım eskiye özlem yerine:

"Cevvi hevada tohm-u efkâr mı biter?"

BİZE ULAŞIN