Hamdi Akyol: BANA İKTİDARI SÖYLE, SANA TÜRKÜSÜNÜ ÇIĞIRAYIM…

BANA İKTİDARI SÖYLE, SANA TÜRKÜSÜNÜ ÇIĞIRAYIM…
Giriş Tarihi: 25.10.2022 15:00 Son Güncelleme: 25.10.2022 15:00

Bundan takriben bin 300 yıl kadar önce, Orta Asya'nın soğuk ve kıraç topraklarında bir hayat mücadelesi yaşanıyordu. Çok hızlı ve etkili bir şekilde büyüyen Türkler, yaşadıkları topraklara sığamaz olmuşlardı. Verim düşüktü, siyasi ve askerî baskılar çoktu. Boy boy, kol kol yavaş yavaş can ve mal emniyetlerinin daha iyi olduğu bölgelere doğru göç başladı. Hayvanını, çadırını, silahını, kopuzunu yüklenenler, Anadolu topraklarına doğru asırlar
süren bir yolculuğa çıktılar. Orta Asya'nın kültürel havzasında şekillenmiş, komşu devletler ve milletlerle karşılıklı etkileşimin ürünü bir müzik dünyası vardı bu insanların. Yaşadıklarını, insanlara önerilerini, acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini ifade etmek için müzik etkili bir araçtı.

Dağlar, ovalar, tepeler, göller, denizler aşıldı. Türkler yavaş yavaş Anadolu'yu yurt edinmeye başlamıştı. Geldikleri topraklar, en az kendileri kadar eski bir hayat sahası idi. Dünya tarihinin en etkileyici imparatorluğu, Roma İmparatorluğu asırlar boyunca bu toprakları idare etmişti. Her çeşit milletten insanlar, bölgenin dört bir yanını kendilerine yurt edinmişlerdi. Aynı anda her zaman dört mevsimin yaşandığı bu toprakları çok sevdi Türkler. Kendileri için hemen vatan bellediler ve neredeyse bin senedir de buradalar.

Orta Asya'nın görece kısır kültürel atmosferinden sonra Roma toprakları âdeta çölde bir vaha misali oldu Türkler için. Yeme-içmeden giyim-kuşama, barınmadan inanç biçimlerine, mimariden tarıma… Her alanda neredeyse her şey çok farklı idi. Ama "töre" kültürü çok baskın olan Türkler, bu devasa yapı içinde benliklerini kaybetmediler. Sadece mevcut kültürlerin zenginliklerini, törelerine uygunluk derecesine göre aldılar, evirdiler, çevirdiler ve yeni bir biçime soktular. Öz kısmı aynı kalmak kaydıyla kabuk epey farklılaştı, zenginleşti. Gündelik hayatlar Orta Asya'daki gibi değildi. Kavurucu sıcaklar, ılıman iklim, bereketli topraklar insanların huylarını da değiştirmişti.

Dilden dile yayılan bir gelenek

Müzikleri de bu değişim ve evrimden nasibini aldı. Türküler Orta Asya kültüründen izler taşısa da farklılaştı. Aradaki farkı anlamak bakımından hâlihazırdaki Orta Asya ile Anadolu coğrafyasındaki ezgi çeşitliliğini mukayese etmek yeterli olacaktır. Göçebe kültürün üretebileceği konu çeşitliliği sınırlıdır, ancak yerleşik düzene geçildiğinde gündelik hayata ait unsurlar çoğalır ve dolayısıyla üzerine yakılacak yeni
türkü konuları ortaya çıkar. Buna Anadolu topraklarının binlerce yıldır sayısız medeniyete beşiklik etmiş, çok zengin müzik geleneği barındıran bir coğrafya olmasını da eklediğimizde sonuç bambaşkadır.

Türkü Müzik, bir ilim sahası olarak değil, insanların kendini ifade ettiği, kimi zaman ağladığı, kimi zaman güldüğü, kimi zaman eğlenme maksatlı bir eylem olarak görülmüştür. Bu nedenle de yazılı, kayıtlı bir kültürden bahsedemeyiz. Herhangi bir türküyü duyan ve beğenen, yaşadığı coğrafyada gittiği beldelerde, köylerde, duyduğunu hatırında kaldığı kadar aktarır. Ondan duyanlar türküyü alır, başka yörelere götürür. Dilden dile, elden ele dolaşır durur türkü. Bir türkünün kat ettiği mesafe bazen günümüz için bile oldukça uzun sayılabilir. Bolu'nun bir köyünde "Dedelerimizden duyduk" diye söylenen türküyü, Torosların yaylasında bir Yörük de okuyabilir. Kimi zaman rüzgâr olup uçmuştur türkü, kimi zamansa anasını babasını yitirmiş küçük bir çocuk gibi yoklara karışmıştır"

Cumhuriyet dönemi, halk müziğinin "sözlü gelenek'ten yazıya aktarıldığı dönemdir. Özellikle Muzaffer Sarısözen ve Nida Tüfekçi başta olmak üzere bir grup hamiyetperver müzik adamı, yüzlerce, hatta binlerce türküyü dinlemiş, notaya dökmüş ve kayıt altına alarak kaybolmasının önüne geçmiştir.


Türkülerde sansürün acı tadı
Cumhuriyetin ilk devirlerinde taş plaklara, sonrasında LP'lere, manyetik bantlara kaydedilerek yayılan türküler, geniş kitlelere de TRT sayesinde ulaşmıştır. Halk müziğimizin geleneksel unsurları ile hâlâ icra ediliyor olmasını bu kuruma borçluyuz. Ancak gerek Kültür Bakanlığı, gerekse TRT'nin devlet kurumu olması ve her ikisinin de soğuk savaş döneminin karakteristik siyasi atmosferinin refleksleriyle hareket etmesi, ülkenin kültür politikalarında birçok kafa karışıklığına da neden olmuştur.

Sağ ve sol siyasi yelpaze, neredeyse sırayla iktidara geçer, üstelik 10 yılda bir ülkede askerî darbeler olmaktadır. İşte bu siyasi karmaşa, kültür politikalarında sürekli gelgitler yaşanmasına neden olmuştur. Bilim geleneğinden dile, inanç biçimlerinden giyim kuşama ve elbette müzik alanına kadar uzanan bir çalkantıdan söz edilebilir. İşte türküler, bu sosyal ve siyasi çalkantıdan en çok nasiplenen unsurlardan biridir. Sansür, "herhangi bir şeyi örtme", "gizleme", "gerçeğini değiştirme", "eksiltme" demektir. Halkın ürettiği, halkın eseri olan türküler de sansürün acı tadına maruz kalır. İktidar soldaysa tavır başka, sağdaysa başkadır. Halkın bilip söylediği biçimler, sözler, repertuar kurullarına geldiğinde muhtelif gerekçelerle ya değiştirilir veya sakıncalı görülen kısım, sözlerden çıkarılır. Sansür uygulanırken alınan kriterler genellikle "politik mesaj içermesi, müstehcenlik, laikliğe aykırılık,
kamu düzenini bozucu, devleti ve kurumlarını zedeler nitelikte olması, anarşiye teşvik, toplum düzenini sarsıcı yaklaşım..." gibi gerekçelerdir.

Sansüre en fazla takılan halk ozanı, kuşkusuz Pir Sultan Abdal'dır. Türküleri politik mesaj içerdiği veya bölücülüğü teşvik ettiği gerekçesiyle ya sansürlenmiş ya da TRT repertuarına hiç alınmamıştır. Örneğin "Gine Dertli Dertli İnliyorsun" adlı türkünün aslında bulunan "Pir Sultan Abdal'ım geldi geçti ne fayda" kısmı, "Karac'oğlan geldi geçti..." yapılmıştır. Aynı türküde "Kurban ola'm kalem tutan ellere / Kâtip arzuhâlim yaz Şah'a böyle" kısmındaki 'şah,' 'yâr' olarak değiştirilmiştir.

Etnik unsur kurbanı olan türküler


Osmanlı coğrafyasında kendi devletleri yerine aynı mezhebe bağlı oldukları İran'ı öven ve destekleyen ozan sayısı bir hayli fazladır. Buradaki örnekte Pir Sultan kendine muhatap olarak padişah yerine İran Şahı'nı alır. Bu durum "zihinlerde kafa karışıklığına neden olabilir" denilerek 'şah,' 'yâr' olmuştur. Ancak ortaya abes bir durum çıkar. Çünkü hiç kimse sevdiği insana dilekçe yazmaz; dilekçe devlet mercilerine verilir.

Maraş-Elbistan yöresine ait olan "Çamdan Sakız Akıyor" adlı türkü, 12 Eylül döneminde sakıncalı bulunarak radyo ve televizyonda icradan men edilmiştir. Aslında bir sevda türküsü olarak politik bir yanı bulunmamasına rağmen, "O yana dönder beni / Bu yana dönder beni / Sağ yanımda yaram var / Sol yana dönder beni" kısmındaki sağ-sol kelimeleri, "kamu düzenini tehdit edici" olarak görülmüş ve türkü bir dönem çalınıp söylenmemiştir.

Herkesin "Türkmen Gelini" diye bildiği türkünün aslı "Kürd'ün Gelini"dir. Bu türkü de "Türk dışında bir etnik unsur propagandası" yaptığı gerekçesiyle
sözleri değiştirilerek repertuara alınmıştır. Türkülerde geçen Türk dışındaki etnik kökenlere ait mesafeli duruş sadece Kürtleri kapsamaz. Çerkes, Pomak, Patriyot, Zaza, Boşnak, Arnavut gibi unsurlardan bahseden her türkü sözü, sansürden nasiplenir.

Geniş kitleler tarafından bilinen ünlü "Çökertme" türküsü buna güzel bir örnektir. Türkünün aslında "Güvertede gezer iken aman kunduram kaydı / Çakır da gözlü Gülsüm'ümü Çerkes kaymakam aldı" diye geçen sözler, hem farklı bir etnik unsur içermesi, hem de "devletin resmî görevlisi"ni"kız kaçırmak" gibi adi bir suçla zan altında bırakması nedeniyle değiştirilir ve "Çerkes kaymakam" olur "eşkıya." Kimi sözlerde aynı yer 'kolcular' olarak da geçmektedir. Aynı türküde geçen "Gidelim gidelim Halil'im / Çökertme'ye varalım / Kolcular gelirse Halil'im / Aman nere kaçalım / Teslim olmayalım
Halil'im / Aman kurşun saçalım" kısmı, halkı isyana ve devlete karşı koymaya teşvik ettiği gerekçesiyle, özellikle darbe dönemlerinde türküden çıkarılmış ve söylenmemiştir.

"Laiklik" hassasiyetinin değiştirdikleri


Özelikle sol iktidarlar döneminde "laiklik" hassasiyeti, türkü sözlerinin makbul görülüp görülmemesinde önemli bir kriter olarak karşımıza çıkar. Halk arasında "Misket" olarak bilinen "Güvercin Uçuverdi" adlı türkü, laiklik hassasiyetinin gadrine uğrayan eserlerden biridir. Türkü sözlerine bakıldığında dindar ve sofu bir erkeğe âşık olmuş bir kız tarafından yakıldığı anlaşılır. "A benim hacı yârim / Başımın tacı yârim / Eller bana acımaz / Sen bari acı yârim" kısmı, sevdalanılan erkek hakkında bize fikir verir. Sözlerin devamında "Deniz susuz olur mu / Dibi kumsuz olur mu / Ben müftüye danıştım / Yiğit yârsız olur mu" denilerek, sofu erkek tavlanılmaya çalışılmaktadır.

"Misket" türküsünü yakan, muhatabını ikna etmek için konuyu müftü ile konuştuğundan bahsetmektedir. Ancak bu kısım, "laiklik ilkesine aykırı" bulunarak değiştirilmiş ve türkünün o kısmı bir süre "ben hâkime danıştım" şeklinde söylenmiştir. Sözlerin abesliği bir tarafa, bu söyleniş
biçimi günümüzde bile bilinçli veya bilinçsiz olarak bazı sanatçılar tarafından tercih edilmektedir.

Türkülere ideolojik zaviyeden bakma alışkanlığı elbette her türden ideoloji taraftarlarınca tatbik edilmiştir. "Vardar Ovası" adlı ünlü Rumeli türküsü, bu bakışın mağdurlarındandır. Türkünün sözlerinin aslı "Vardar Ovası Vardar Ovası / Kazanamadım rakı parası" olduğu halde, 'rakı' kısmı sakıncalı bulunmuş ve 'sıla' olarak değiştirilmiştir. Bu türküyü icra eden sanatçıların bir kısmı asıl hâlini, bir kısmı da değiştirilmiş hâlini okumaya devam etmektedir. "Rakı içmek" dağlarda yaşayan eşkıyaların bir âdetidir ve bu yüzden zaman zaman sözlerde karşımıza çıkar.

Soğuk Savaş'ın etkilediği ezgiler


Muhtemelen aynı dönemde benzer bir sansüre tâbi olan bir diğer ünlü türkü de, Giresun yöremize ait olan "Mican" adlı türküdür. Repertuara "Kahve
koydum fincana / Hele de bakın Mican'a" diye geçtiği hâlde, aslı "Rakı koydum fincana..."dır. Keza aynı türkünün sözlerinin bir başka kısmı, farklı bir nedenle tamamen çıkarılmıştır. "Martiniminkolları / Gece kesti yolları / Aslan Mican geliyor / Saymaz karakolları" kısmı, asayişsizliği ve devlete isyanı teşvik edici nitelikte bulunmuş ve bu kısmın radyo ve televizyonlarda söylenmesi yasaklanmıştır.

"Kız türküleri" olarak adlandırılan, kadınların düğünlerde kendi aralarında söylediği kimi türküler, "müstehcen" oldukları gerekçesiyle çoğunlukla repertuara alınmamıştır. "Iğdır'ın Al Alması" olarak bilinen türkünün aslı, "Kuba'nın Al Alması"dır. Ancak Soğuk Savaş döneminde siyasi bir krize sebebiyet vermemesi için sözleri değiştirilmiştir.

Türküler, yakıldıkları dönemin sosyal ve siyasi atmosferinin meyveleridir. Ancak toplumlar zaman içinde evrilip değiştikçe bir zamanlar yakılmış türküler, günün anlayışıyla bariz çelişir sözler içerebiliyor. Bazı türkülerin artık söylenmemesi, tarihin tozlu sayfalarında kalması gerektiğini söyleyenlerin sesleri giderek yükseliyor.

Hatasıyla sevabıyla türküler bizim geçmişimiz, kültürümüz. Ancak 1900'lü yılların başında yakılmış bir türküdeki "Mavi kırep başında / Kalem oynar
kaşında / Benim bir sevdiğim var / 13-14 yaşında…" gibi sözleri günümüz şartlarında söyleyen birinin kendini mahkeme salonunda "pedofili" suçlamasıyla yargılanırken bulacağını; en kötü ihtimalle sosyal medyada linç edileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

BİZE ULAŞIN