TAŞRALILARA ZORLA SENFONİ DİNLETTİRİLEN O GÜNLER…
1990'lı yıllar… O dönemlerde Büyükada'da yaşıyordum. Büyükada'da tanıdığım onca kalburüstü ve müstesna zat arasında oldukça eski dönemlerden kalmış birkaç müzisyen de vardı. Bunlardan biri de o yıllarda en az 80 yaşında bulunan ve bir dönemler Ankara'da –sanırım Devlet Senfoni Orkestrası'nda- enstrüman çalmış bir beyefendiydi. Davetleri üzerine bir gün evlerine ziyarete mgitmiştim. Bu muhterem yaşlı beyefendi hala bir müzik aşığıydı, klasik müziğe ve 1930'lar-50'ler arasındaki orkestra maceralarına dair bize hayli şey anlatmıştı. Ancak anlattığı hatıralardan biri aklıma kazındı ve orada daima tatsız bir manzara tasviri olarak kaldı. Bu emekli müzisyen beyefendi eskiden devletin klasik müziğe verdiği önemi anlatırken bunun modernleşme yolunda bir ülkü olarak kabul edildiğini ve dolayısıyla halka zorla da olsa tanıtılması için çalışıldığını anlatmıştı bana.
Bu amaç doğrultusunda, o dönem rejimin Batılılaşma (ya da medenileşme) amacıyla klasik Batı müziğini bu tarz müziğe tamamen yabancı halk tabakalarına ulaştırmak için bazen polis, bekçi, jandarma yoluyla kenar mahallelerdeki insanları toplayıp konser salonuna doldurduğu günleri büyük bir özlemle anlatırken gözlerindeki parıltıyı hiç unutamadım. "Polisler-zabıtalar taşralı halkı mahallelerden kadınlı erkekli toplayarak senfoni dinlemeye getiriyor, biz de böylelikle onları klasik müzikle tanıştırmaya çalışıyorduk. Ne güzel günlerdi onlar; halka böylece müzik, sanat ve kültür aşılıyorduk… Şimdi sanata hiç saygı kalmadı azizim." mealindeki sözlerini hatırladıkça hep şöyle düşünmüşümdür: "Bu muhterem, kültürlü, sanat ehli, elit beyefendi klasik müziğe ve onda ifadesini bulduğu zamanın resmi ideolojisine duyduğu saygıyı keşke "çarıklı" halkına da gösterseydi."
O SESİ DUYUNCA DARBE GELİRDİ AKLIMIZA!
1970'leri, 80'leri yaşamış kuşakların nostalji dünyasına hitap eden geniş bir pop ya da "Türkçe sözlü hafif müzik" repertuarı olsa da bu yıllar aynı zamanda askeri müdahale ya da darbe dönemleri olduğu için kahramanlık türküleri söyleyen Hasan Mutlucan ve onun davudî sesinin hafızalara kazandığı özel bir yer bulunur. Hasan Mutlucan esasen opera eğitimi almış, görüş olarak sosyal demokrat bir isim olsa da sesi bu dönemin kuşakları
için darbe ile özdeş hale gelmişti. Siyasi çalkantıların bir türlü dinmediği 70'lerde askeri ve halkı motive etmek adına her fırsatta söylediği türküler çalındıkça onun sesi de bu motivasyonun ayrılmaz bir parçasına dönüştü. Özellikle 12 Eylül cuntası tarafından dönemin radyo ve televizyonunun adeta cıngılı haline getirildiğinden olsa gerek Mutlucan'ın bariton sesinden sık sık duyulan "Yine de şahlanıyor aman kolbaşının kır atı, görünüyor bize sefer yolları" türküsü sık sık "Yeni bir darbe daha mı oldu?" esprilerine yol açardı.
1980 darbesini takip eden yılların vazgeçilmez sesine dönüşen Mutlucan'a bu yüzden "darbelerin sesi" lakabı bile verildi. Hatta milletvekilliği dahi teklif edildi. O ise "darbelerin sesi" yakıştırmasına içerleyerek kendi köşesine çekildi. 12 Eylül döneminin devamında rejim milli ve vatansever duyguları teşvik etmek için bu sefer de öne bir kadın sesini sürecekti. Bu defa "Türkiyem Türkiyem cennetim, benim eşsiz milleti" sözleriyle hafızalara kazınan Müşerref Akay darbenin değil ama darbe sonrası rejimin sembol ismine dönüştürülecekti.
POST-MODERN SÜRECİN SEKÜLER DUALARI: MARŞLAR
Müziğin sağı solu, politiği apolitiği olur mu? İnsan yaptıktan sonra her türlüsü olur aslında. Beni asıl endişelendiren rejimin, özellikle cuntacıların ya da onlara öykünenlerin, müziği halkın bir kesimini ötekileştirip diğer kesimini ona karşı infiale getirmek adına bir toplum mühendisliği sinyali olarak kullanması. Ülkemizde bu durum defalarca yaşandı. Ama müziğin, tüm milleti kuşatması gereken marşların bu ülkenin öz halkına karşı alarm zili haline getirilmesinin başat örneği 28 Şubat süreci oldu. Ne yazık ki tüm milleti birleştirmesi gereken "10. Yıl Marşı" bu dönemde Atatürkçü Düşünce Derneği toplantılarından pop konserlerine kadar "gerici, yobaz, örümcek kafalı, ikinci sınıf" olarak addedilen mütedeyyin veya muhafazakâr vatandaşlara yönelik toplum mühendisliğini teşvik için kullanıldı.
Dini hassasiyetli vatandaşları kısıtlamak isteyen 28 Şubat sürecinde ünlü pop yıldızlarının da el vermesiyle neredeyse 70 sene unutulan"10. Yıl Marşı" bir anda parlatıldı ve daha da ötesi her fırsatta bu süreci destekleyenlerin dilinden düşürmediği seküler bir nefret duasına dönüştürüldü. Bu "dua"nın kabul edilmeyip 28 Şubatçı kafaların beklentilerinin tam tersine sonuçlanmasıyla buna ikinci bir seküler tepki duası daha eklendi: "İzmir Marşı". Bu defa da maçlarda, konserlerde, etkinliklerde İzmir Marşı'nın nefretin eşlik ettiği bir şevkle topluca okunup çalındığını gördük. Ne var ki bu sefer marşın hedefi işgalci Yunanlılar değil, "işgalci" olarak görülen kendi vatandaşlarımızdı.
60'LAR, 70'LER - SAVAŞA, SİSTEME, PÜRİTEN AHLAKA KAFA TUTAN BÜYÜK SESLER
Gençlik hareketlerinin ortalığı kasıp kavurduğu 1960'larda ve sonrasında 70'lerde dünyada güçlü bir müzik hareketi vardı.Bu müziğin protest ve politik yönü de hayli güçlüydü. Bob Dylan,Joan Baez, Woody Guthry, Pete Seeger, Steppenwolf, Barrty McGuire, Pink Floyd ve hatta bir yuppi gençlik idolüyken kısa sürede politik bir figüre dönüşen John Lennon gibi pek çok şarkıcı ve grup ortaya çıkmıştı. Bunlar gibi pek çok grup başta ABD olmak üzere kendi Batılı ülkelerinin haksız savaş ve işgallerine kafa tutuyor, sosyal adaletsizlikleri etkin bir şekilde dile getiriyor, büyük bir gençlik kitlesini savaş ve sistem karşıtlığına karşı motive ederek devletleri, istihbarat teşkilatlarını ve sistemden nemalanan yapıları endişelendiriyorlardı.
Başta Vietnam Savaşı olmak üzere en etkili savaş karşıtı parçalar, Woodstock gibi dev konser zincirleri hep bu dönemde oldu. Bugünden bakılınca sadece gençlik eğlencesi ve hevesi gibi görünen oysa önceleri Beat Kuşağı, 68 Kuşağı ve Hippi hareketiyle beslenerek müziğin kitlelerin bastırılan sesini haykırdığı, ulusal ve uluslararası politikalarda ağırlığını koyduğu bir dönemdi. Belli grup ve şarkıcılarının dünyadaki gençlik hareketinden aldıkları güçle politikaları üretenleri fena halde tedirgin ettikleri bir dönemdi. 70'lerin sonuna doğru bu evrim bir anda yön değiştirdi. Nasıl mı? Yine müzik endüstrisi sayesinde. Gençliği apolitize edecek disco gibi müzik türlerinin, dikkatleri dış görünüşe ve cinselliğe çekecek "boys band" ve "girls band"ların pompalanmasıyla müzikteki bu hareket ani bir manevrayla sisteme karşı etkisiz hale getirildi. Sonrasında ana akım müzik günümüze varana dek küresel sisteme yani kapitalizme entegre olmaktan başka bir derdi olmayan bir şeye evrildi.
1970'LER TÜRKİYE'Sİ VE SOLUN POPU
O yılların dünyada yaygın siyasi eğilimleri Türkiye'ye ve dolayısıyla popüler müziğimize de yansımıştı. Sağ-sol ya da sınıfsal mücadele, kapitalizm ile toplumculuğun güreşi müzik alanında hızlı bir politikleşmeyi de beraberinde getirdi. Popüler müziğin daha önce görülmedik bir yaygınlıkla politik bir araca dönüştüğü yıllardı. 60'larda politik müzikte ağırlıklı eğilim aşık İhsani ve Mahsuni Şerif gibi halk ozanlarının bağlama eşliğinde eleştirel bir biçimde icra ettikleri halk müziğiydi. Bu, 70'lerde Batı tarzından etkilenen popüler türlere de kaydı. Cem Karaca, Edip Akbayram, Selda, Moğollar, Dadaşlar, Edip Akbayram, gibi ünlü popüler müzik şarkıcıları ile Moğollar, Dadaşlar, Apaşlar, Kardaşlar, Melike Demirağ, Şanar Yurdatapan gibi yorumcu ve gruplar hızla çoğalıp popülerleşmeye başladılar.
Anadolu rock ve Anadolu pop akımıyla bir yandan Pir Sultan Abdal gibi kadim ozanlardan, öte yandan Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin gibi dönemin politik şairlerinden beslenen oldukça protest ve sol eğilimli bir siyasi popüler müzik ortaya çıktı. Nazım Hikmet başta olmak üzere bu şairlerin 80'ler ve 90'larda devam edecek şekilde adeta sol görüşlü şarkıcı ve grupların kadrolu söz yazarına dönüştüğünü söylemek aslında hiç de insafsız olmaz. Aslında yüzlerce yıl oldukça güçlü bir politik itiraz ve isyan damarı ile birlikte günümüze gelen Alevi müzik geleneği bile bu dönemde resmen sosyalist ve komünist bir vasfa büründü, hatta komünizmle özdeşleştiği bile söylenebilir.
Aslında 60'lar ve 70'lerin dünyasında kapitalizm ve emperyalizme karşı duran yabancı grupların benzerini yaptılar ve kendi halk ozanlarının şiir ve doğuşlarıyla Anadolu tarzı emperyalizm karşıtı bir rock ve pop ile protest bir müzik geliştirdiler. Tabi bu politik müziğin Bülent Ortaçgil ve Fikret Kızılok gibi daha farklı tarzda hareket eden temsilcileri de vardı. 80'ler ve 90'larda siyasi duruş sergileyen bu müziğin başlıca temsilcileri Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya, Grup Yorum, Grup Kızılırmak, Bulutsuzluk Özlemi ve daha sonrasında kardeş Türkler olarak öne çıkacaktı.
HER ŞEYİ TARUMAR EDEN 12 EYLÜL DARBESİ
Nasıl ki Hippi hareketi ve 68 Kuşağı'nın kendi tahtını salladığını ve kralın çıplak taraflarını gösterdiğini gören kapitalizm ve emperyalizm bu akımları hem içeriden dejenere ederek hem de yerlerine piyasaya alternatifler sürerek alt ettiyse Türkiye'nin sol eğilimli politik müziği de benzer bir akıbete, üstelik daha şiddetli şekilde maruz kalacaktı. Bugün artık herkesin bildiği üzere Amerika ve Batı'nın bir tezgâhı olan 12 Eylül Darbesi'nde askerlerin postalları sanatın tüm alanlarıyla birlikte müziği bir eylem aracı olarak kullanan –başta sol görüşlüler olmak üzeretüm müzisyenleri ve enstrümanlarını çiğneyecekti.
Hatta politik müzik açısından bu darbe bir milat ve dönüm noktasın teşkil edecekti.Senaryonun bir ayağında tutuklanan, yasaklanan, hapse atılan, vatan hainliği suçlamalarına maruz kalan ve bir kısmı yurt dışına kaçan şarkıcılar bulunuyordu. 12 Eylül rejimi tarafından yıllarca mağdur edilen Almanya'da yaşamak zorunda kalan Cem Karaca'yı bunların başında sayabiliriz. Başka pek çok sanatçı gibi Şanar Yurdatapan ve Melike Demirağ da kurtuluşu Avrupa'da bulan "vatan hainleri" olarak damgalanacaktı. Bazıları tartışmaya açık olsa bile şurası açık ki yurt dışında buram buram vatan hasreti çeken Cem Karaca'nın ne terörle, ne bölücülükle, ne de vatan hainliğiyle bir alakası olmadığı pekâlâ açıktı. Ama ne var ki "suçu saz çalmaktı". 12 Eylül'ün Türkiye'de ideolojik ve protest müziği ve müzisyenleri alaşağı etmesinin bir diğer ayağı da tıpkı dünyada olduğu gibi etliye sütlüye karışmayan, Batılı yaşam tarzına öykünen müzik türlerinin ve ses sanatçılarının yolunu açmaktı.
28 ŞUBAT KARŞISINDA DİK DURAN GERÇEK SANATÇI HASAN SAĞINDIK
Darbelerin politik ve protest müzik sahasında cezalandırdığı daha çok solcu, alevi kimlikli ses sanatçıları olmakla beraber canı yanan müzisyenler bu kadarla kalmadı tabii ki. Protest müzisyenler çoğunlukla 12 Eylül darbesiyle mağdur edilen kendi cenahlarından insanların, daha ziyade solcuların hikâyelerini anlattılar belki ama aynı darbenin mağdurları arasında bir hayli ülkücü de vardı. Onlara hapishanelerde reva görülen muameleleri anlatan şarkıcılarsa pek azdı. Ama yine de yok değildi. Mesela ülkücü ve milliyetçilerin 12 Eylül sonrası cezaevlerindeki mağduriyetlerini ilk anlatan
Hasan Sağındık oldu. 1990'da çıkardığı albümü Yusuf Yüzlüler'deki şarkılarıyla işkenceler gören milliyetçi ve mukaddesatçıların hallerine tercüman oldu. Belki onun bu albümü olmasa 12 Eylül'ün hapse tıkıp, işkence ve idam ettiklerinin sadece solcular olduğunu zannetmeye devam edecekti kitleler.
Daha da ötesi Sağındık 12 Eylül'ü sadece milliyetçi değil, İslami bir bakışla da eleştirdi. Sağındık'ın protest politik müziği sadece 12 Eylül ile sınırlı kalmadı. 28 Şubat 1997 yılında başlayan ve bir sınıfın toplumun büyük bir kesimini hedef haline getirerek demokrasiye müdahalede bulunduğu o süreçte pek çok müzisyen konserlerindeki 10. Yıl marşlarıyla ve bazen de alenen konuşmalarıyla sürecin propagandasına soyunurken, post-modern darbeye karşı en sıkı ve dik duran sanatçıların başında yine Hasan Sağındık geliyordu. 28 Şubat darbe ve sürecine karşı oldukça sert bir çıkış yaptığı Adamlar albümü o dönem hayli ses getirdi ve pek çok ses sanatçısına cesaret kaynağı oldu.
Aynı mahut sürece başkaldırışıyla o dönem kendini kendinden farklı düşünen kesimlere de sevdiren bir başka ses sanatçısı daha vardı: Ahmet Kaya. "Sistemler ve koşullar ne olursa olsun, benim annemin kafasındaki türbanı kimse çıkartamaz" diyerek post-modern darbeye karşı direnişini göstermekten çekinmeyen Ahmet Kaya bunun karşılığında bir linç hareketinin hedefi oldu, yargılandı ve yurdu terk etmek zorunda kaldı.
MÜZİK ÜZERİNDEN LGBT DAYATMASI
Bugün endüstriyel piyasa müziği ideolojiden politikadan itirazdan uzak salt eğlence ve zevki önceliyor gibi görünüyor. Oysa bu müziğin ve ona eşlik eden gösterinin ardında yoğun bir politizasyon söz konusu. Günümüzde müzik piyasası yoğun ve örtülü bir kapitalizm ideolojisi pompalıyor. Bunun yanı sıra ise müzik yoluyla önce homoseksüelliği ve biseksüelliği normalleştirme şimdi ise LGBT dayatma politikası enjekte etme gayretlerine şahit oluyoruz. Örneğin K-Pop grupları üzerinden ciddi bir cinsiyetsizlik ya da alternatif cinsiyet propagandası yapılıyor. Ve bu akım son dönemler endüstriyel popun ana politik stratejilerinden birini teşkil ediyor. Bunun ülkemizdeki son dönem temsilcilerinden biri de popçu Gülşen. Aslında şarkılarından çok tercih ettiği göze batanmüstehcen kıyafetleriyle siyasi bir yönü bulunmayan Gülşen, konserlerinde LGBT bayrağı açarak kendisini şimdiden bu örtülü politik akımın siyasi figürlerinden biri haline getirmeyi başardı. Başardığı bir diğer şey ise bunun ekmeğini yemesi oldu. Akılda kalan popüler olmayı başaran pek fazla parça yapamasa da artık bu LGBT destekçisi imajı ona fazlasıyla yetecek gibi görünüyor.
POPÇULARI POLİTİZE EDEN YA DA OLMAYA ZORLAYAN BİR SÜREÇ
Ülkemizde pop açısından sıra dışı bir dönem yaşıyoruz. Aslında politik ve protest müzik yapanlar yok değil ancak bunların halk nezdinde popülerliklerinin hayli düşük olduğu bir gerçek. Ama bununla beraber bugüne dek siyasi ya da ideolojik açıdan kayda değer herhangi bir tavrı ya da tepkisi olmayan ünlü şarkıcıları siyasi bir figüre dönüştürmeye yönelik, politik temalı tepki parçaları yapmaya zorlayan bir süreç içindeyiz. Bunun belli başlı örneği popçu Tarkan oldu. Kendisi açıklamalarıyla arkasında durmasa da "Geççek" adlı parçası ısrarla Türkiye'deki siyasi muhalefetin sloganına dönüştürülmeye çalışıldı ya da mevcut süreç onu imalı politik mesajlar veren böyle bir parça yapmaya zorladı. Popçu Gülşen'in bir konserinde imam-hatiplileri aşağılayan sözleri üzerine gözaltına alınması da yine politik polemiklere konu oldu. Ultra-apolitik müziğine rağmen Gülşen bir kez daha muhalif bir simgeye dönüştürülmeye çalışıldı. Keza bazı festivallerde konserleri iptal edilen ses sanatçıları üzerinden müzik yine politik bir muhalefet aracı olarak kullanılmaya çalışıldı. İzmir'in düşman işgalinden kurtuluşu için düzenlenen konser ve etkinliklerde bu tavır açıkça kendini gösterdi. Açıkçası politika ya da muhalif tavırla pek de alakası olmayan ünlü isimlerin bile ısrarla politize edilmesi gibi garip süreç içindeyiz. Bu yeni süreçte tıpkı 28 Şubat'ın "10. Yıl Marşı"na yaptığı gibi "İzmir Marşı"nın da siyasi amaçlarla kullanılışına şahit oluyoruz.