İbrahim Halil Üçer: Gerçekliği kaybetmek bir kabustur

Gerçekliği kaybetmek bir kabustur
Giriş Tarihi: 25.1.2022 16:21 Son Güncelleme: 25.1.2022 16:22

İnsanlığın asırlar boyunca oluşturduğu birikimin, değerlerin, gerçeklik algısının sorgulandığı, bazen de alaşağı edildiği bir devirdeyiz. Böyle bir parçalanmışlık içinde gerçekliği yeniden tesis edebilmek mümkün olacak mı? Dünya bu hallere neden ve nasıl düştü? Tutarsızlığın prim yaptığı, gerçeğin gözden düştüğü bu ortamda amacı hakikati aramak olarak tanımlanan felsefe elini taşın altına koyacak mı? Aklın ger çekliği kuran unsurlardan kendisini soyutlaması daha neler getir ecek? Gerçeklik gerçekten zihnin bir kurgusu olabilir mi? Gerçekliğe sahip çıkmamız insanlık için neden önemli? Hakikat konu sunda dünyanın içinde bulunduğu trajik durumdan kaynaklanan bu ve benzeri soruları İstanbul Medeniyet Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi İbrahim Halil Üçer Lacivert için cevaplandırıyor. "Gerçekliği kaybetmek bir kâbustur" diyen Üçer bir de şu uyarıda bulunuy or: "Kâbustan kötü olan kâbus gör düğünün farkında olmamaktır."

Tüm değerlerin sorgulandığı yeni bir dünyada yaşıyoruz. Bu sorgulamanın beraberinde getirdiği parçalanmışlık içinde nasıl bir anlam, hakikat dünyası kurmak mümkün? Sosyal adaleti nasıl inşa edeceğimiz, adil bir toplumu nasıl kurgulayacağımız gibi temel insani problemlerle ilgili, hızla değişen dünya karşısında alternatifler neler? Felsefe bir insiyatif alacak mı?

Felsefe başından beri sofist izafiyetçiliğe karşı bir mücadele içinde kendisini gösterdi, ancak bugün tam aksine sofist izafiyetçiliği meşrulaştırıcı bir tutumu teşvik ediyor. Böyle bir tutumun yüz çevirdiği şey, insanın en temel soruları: Nereden geldim, neredeyim, nereye gidiyorum, burada ne yapmalıyım? Bu sorular etrafında somutlaşan necat problemi, yani ölümle birlikte bize ne olacağı, dolayısıyla hayatın ne anlama geldiği sorusu, akademik felsefe açısından gerçek bir problem olarak görülmüyor. Bu soruna karşı lakaytlığın felsefenin girdiği 200 yıllık bir yolla yakından alakası var. İzafiyetçilik olgusunun arkasında onunla yürüyen bireycilik bulunuyor. Liberal kapitalist toplumlarının inşa edilip ortaya çıkmasını mümkün kılan bireyselcilik; bugün söz konusu toplumların düzenli şekilde işleyişini zora sokan ve onun için tehlike arz eder hadiseye dönüşmüş durumdadır. Bireyselciliği radikalize ettiğimizde insanın kendi emellerini gerçekleştirme, faydasını makisimize etme, arzularını tatmin etme çabasının dışında başkasına karşı sorumluluk duymasını mümkün kılan temelleri kaybettiğimizi görüyoruz. Burada liberal kapitalist toplumların iç çelişkisi bizi karşılıyor. Modern toplum özgürlüklerin teşviki hatta özgürlüğün kendisinin bütün bir gerçekliği üzerinde kurduğumuz nihai temel haline gelecek kadar tebcili ve nihayet bunun bireysel bir yolla gerçekleştirilmesinin temini için yoların açılmasıyla oluştu. Bu minvalde özgürlükçülük liberal kapitalizmle birlikte, bireyin kendisi için zararlı olanı istemeyip onun için iyi olanın peşinde koşacağı düşüncesini vazedip iyiliği de kârın maksimizasyonuyla özdeşleştirince, herkesin böyle davrandığı yerde toplumda total seviyede refahın artacağı yönündeki bir perspektifi ortaya koydu. Bu motivasyon içinde liberal kapitalist toplumlar giderek kompleks siyasi, iktisadi ve toplumsal yapılar oluşturdular. Bu kompleks yapıyı ileriye taşımak için kendi kârını düşünmekten başka sorumluluklarla da yüz yüze geliyor bireyler.

İnsanları içten gelecek şekilde bu sorumlulukları üstlenmeye yöneltecek olan ahlaki şuuru, başta temin edememişken şimdi nasıl temin edecek özgürlükçülük? Bu sorumluluklarla ilgili bir felsefe bir insiyatif alacak mı diyorsunuz?

Bireyin başka bireylere, topluma ve tabiata karşı sorumluluğu bulunduğu fikri ahlaki bir şuuru gerektirir. Bununla birlikte Aydınlanma ahlaki şuura ve ondan doğan değerler setine hayranlık duyduğu halde kendisine karşı talepkâr olduğu ahlaki değerler dizgesini temellendirme imkânından kendisini mahrum bulmuştur. Bu mahrumiyet dolayısıyla bireyin sahip olmasını arzu ettiğimiz kendi dışına taşan sorumluluklarını rasyonel şekilde vazedemediği için giderek bu sorumluluk alanlarının da içi boşaltıldı. Felsefenin birey için ahlaki sorumluluk vaz edememesinin ve kendisinin de bu türden ahlaki sorumluluklar alanını üstlenecek bir iktidarsızlık içerisine düşmesinin bir sebebi bizatihi o sorumlulukları rasyonel bir yolla temellendirme iktidarını kendisinin kaybetmiş olmasıdır. Ahlaki şuurdan kaynaklandığını tahayyül ettiğimiz değerler dizgesini koruyor gibi görünürken aslında içini boşaltıyor. Boşaltırken de fark edemeyeceğimiz her türlü eylemi bireyselcilik, duyguculuk zemininde yeniden tanımlamaya başlıyor. Geldiğimiz noktada böyle bir felsefe yapma biçiminin bahsettiğiniz türden bir sorumlulukla tasvir edilmesi bir yana o sorumluluğa sahip olmadığı için itham edilmesi bile ironiktir.

Nasıl kaybetti bu iktidarı felsefe? Ne demek felsefenin sorumluluklarını yerine getiremeyecek şekilde iktidarını kaybetmesi?

18. yüzyıl, insanlık tarihi açısından kritik bir dönem. Bu dönem boyunca toplumu ve gerçekliği insan zihni ve iradesinin kurabileceği yönünde bir eğilimin söz konusu olduğu ortak bir felsefe var. Bu eğilim içinde batı düşüncesinin gerçekliği kesin bir yolla izah etme çabasında gerçekliği elinden kaçırmasıyla neticelenen sürecin henüz başına şahitlik ediyoruz. Kant'ta zirvesine çıkan bu perspektif gerçekliği kuran tanrı, tabiat gibi özneleri insani irade içerisinde massederek insanı gerçekliğin kurucu öznesi haline getirdi. Kant Saf Aklın Tenkidi'nin önsözünde yaptığı bu şeyi Kopernik Devrimi'ne benzetiyor. Kopernik nasıl ki dünya merkezli sistemden güneş merkezli sisteme geçip merkezlerin yerini değiştirdiyse ben de eskiden merkezde bulunan harici gerçekliği ve tabiatı merkezden alarak yerine insan zihnini merkeze koyuyorum diyor. Bu aşamada dış gerçeklik bir muma ve insan zihni ona biçim veren asli özneye dönüşüyor. Aristoteles'in De Anima'da zihni bir muma, harici gerçekliği onu kendi şekline sokan özneye benzettiği idrak sürecinin tersine çevrilmiş biçimini ifade ediyor bu. Yeni durumda zihin gerçekliği kurarak kendisini özne olarak göstermeye başlıyor. Kant diyor ki; insan zihni artık öğretmendir tabiat onun karşısında öğrenci gibidir. Zihin gerçekliği kuran asli bir konum elde ediyor. Kant'a şunu soruyoruz: Her şeyin kendisinde kurulduğu zihin acaba nerede kuruluyor? Bu soru Kant felsefesinin yumuşak karınlarında birisi. Bu soruya Kant'ın verebileceği iki cevabı var. Ya bir tür psikolojizmden bize bahsedecek ve gerçekliğe ilişkin idrakin tamamen insan zihninin iç işleyiş süreçlerine dair analizden çıkartılabileceğini söyleyecek. Bu zihnin dışla tüm irtibatını koparmak anlamına gelir. Kant'ın karşı karşıya bulunduğu ikinci alternatif Korelasyonizm dediğimiz İlişkiselciliktir. Bu fikre göre zihin ve dış dünyayı onlardan her hangi birine atıf yapmaksızın kavrayamayız. Böyle bir bakış açısı dâhilinde iki unsurun sadece bilgisine değil, varlığına ilişkin bir temelden bile mahrum hale geliyoruz. Batı düşünce geleneği bu çatal üzerinden ilerliyor.

Korelasyonalizm ya da Psikolojizm tehlikesinden kaçacak şekilde zihni kuracak asli fail nedene, tanrısal fail nedene atıfta bulunamaz mıyız?

Bu soru Batı felsefesinin Kant'ın açtığı yol itibarıyla gidemeyeceği bir yol. Böyle bir yol Kant felsefesi tarafından kapatılmış durumdadır. Her şey zihinde kurulduğu halde zihnin kendinde nasıl kurulduğu sorusu Kant açısından yukarıdaki çatala mahkûm edilince, dile dönüş linguistic turn dediğimiz akım gündeme geliyor. Bu seviyede her şey zihinde değil, dilde kuruluyor, zihnin kendisi bile. Artık burada dile ve dilde kendisini gösteren yapıya tanrısal bir cihet atfediliyor. Bu kez aynı soruyu yapısalcılara soruyoruz: Zihin dilde kuruluyor peki dil nerede kurulur? Post-yapısalcılar, Foucault gibi Derrida gibi, bu soruya cevap verirler. Bu yapı gerçekten de tanrısallığını korumaya devam eder, ama onun kuruluşunu izah etmek üzere insan iradesine, iktidar arzusuna ve iradesinin tahakkukunu teşvik eden iktidar ilişkilerine müracaat ederiz. Gerçekliği zihin kuruyordu, sonra dilin kurucu cihetine atıf gördük, şimdi ise nüfuz edici, gözlemlenemez iktidar teknolojileri gerçekliği inşa ediyor.

Küresel bir ağ içinde hep birlikte bir süreç yaşadık. Artık evrenselin mitos olduğunu, bilginin nesnelliğinin bulunmadığını, her şeyin algıya bağlı olduğunu savunabilir miyiz?

Kimseye hesap vermeksizin, özgürce, hoşumuza nasıl gidiyorsa öyle irademizi tesis etmemiz gerektiği, kendimizi gerçekleştirmenin asıl yolunun da bu olduğu yönündeki bir düşünce büyük bir yaygınlık kazanmış durumda. Bunu yaparken duygularımızı, özgür irademizi, yönelimlerimizi tayin iddiasında bulunan her türden etkiye de bir tür isyan içinde kendimizi gerçekleştirdiğimizi tahayyül ediyoruz. Diğer taraftan kendimizi bu yolla gerçekleştirme çabamızın başkaları üzerinde nasıl neticeler doğurduğunu hesaba katmamız bizden istenmez. Bunu, ancak hukuk ve siyaset hesaba katabilir, birey için böyle bir içsel sorumluluk seviyesinin temeli çoktan kaybolmuş durumdadır. İkinci olarak, biz özgürce eyleme iktidarıyla tanımlanıp yetkinliğimizi bu şekilde elde edeceğimize ikna edildikten sonra, özgürce eylemeyi de herhangi bir harici merci ve ilkeden bağımsız şekilde sadece içimizden geldiği gibi tayin etmekle mükellef tutuluyoruz. İçimiz dediğimiz şey nedir peki? Böyle bir seviyede eylemlerimiz duygusal motivasyonlar ve duygusal taleplerle şekillenmeye başlıyor. İyiyi tercih hoşa gidene yönelme, kötüden kaçınma hoşa gitmeyenden uzaklaşma anlamına gelmeye başlıyor. Eylemlerimiz I like it - I dislike it ikilemi içerisinde kurulur hale gelmiş durumda. Bu ortamda Facebook iletilerine gösterdiğimiz tepki tarzı neredeyse bütün bir eylemlerimizi yönetecek tepki tarzına dönüştü. Bu manzara içinde algıyı, tecrübeyi, nesneyi, nesnelliği yeniden düşünmemiz gerekiyor. Kuşkusuz harici gerçekliğin algıda kurulan bir tarafı var, fakat harici gerçekliğin algının şu ya da bu şekilde kuruluşunu tayin eden kendine ait bir ciheti de bulunuyor. Bu cihet ve onun kuruluşu üzerine düşünmek, bizatihi insanın da içinde bulunduğu gerçekliğe ilişkin bütüncül ve gerçek manada özgürleştirici bir tasavvuru mümkün kılacak.

Her şeyin öznel ve göreli olduğu pompalanıyordu, Covid-19 Postmodernizmin iddialarını eritti. Yerelin, kültürlerin, inançların, medyanın sunduğunun ötesinde bir gerçek var ve bu gerçek bizi kökten etkiliyor değil mi? Tavrımızı neye göre alacağız?

Şuurumuzun birkaç katmanından bahsedebiliriz. Bunlardan biri Bergson'un vurguladığı manada saf şuur katmanıdır. Saf şuur katmanı dıştan gelen etkilere daha kapalıdır ve kendine mahsus bir içsel akışa sahiptir. Bunun yanında bir de kabuk şuur katmanından bahsedebiliriz. Burası infialler, edilgiler katmanıdır. Dıştan gelen etkiler zemininde teşekkül eder bu katman. O nedenle bu katmanda ortaya çıkan psikolojik durumlar, Arapçada keyfiyât-ı infiâliyye, yani edilgisel psikolojik nitelikler olarak adlandırılır, Grekçe pathos veya Latince passio, bugün passion aynı şekilde edilgi manasını içerir. Bu katmandaki algılarımız, onlarla ortaya çıkan duygular, tahayyül ve tevehhümler, tabiatı itibarıyla edilgiseldir, dışa açıklıkla temsil edilir. Bu edilgileri bütün irademizi yönlendiren asli ilke katına yükselttiğimizde, aslında ilkesi dışarıda olan bir şeyi ilke katına yükseltmiş oluyoruz. Tehlike şu: Bize bütün irademizi hoşlanma, tiksinme vs. gibi algıların yönlendirebileceğini söyleyenler, şunu saklamak suretiyle bu teşviki cazip hale getiriyor: Algılarınızı da biz yönlendiririz. İradenizi edilgiler katmanına emanet ettiğinizde, onları etkilemek suretiyle kendi iktidarlarını temin eden kuvvetlerin manipülasyonuna açık hale getirir ve bir nevi kendi iradenizi, gizlenmiş kompleks bir iradeye teslim etmiş oluyoruz. Akşam ne yiyeceğime, ne giyeceğime, ne okuyacağıma bir internet reklamı karar versin, tamam bunlarla ilgili lakayt olabiliriz. Peki, hangi partiye oy vereceğimiz, hangi protestoya katılacağımız ya da kimle evleneceğimize aynı şekilde bu tür etkiler dolayımında karar verelim ister miyiz? Burada bir özgürlük ve irade alanı mevcut değilse, bize vaat edilen özgürlüğün ne olduğuna yeniden bakmamız, özgürlükle kimin ne kastettiğini yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Her şeyden önce, bize tercih özgürlüğünü temin edecek şey arzu ve iktidar talepleri içinde temellendirilemez. Onu temellendirmek için, özgürlüğü arzu nesneleriyle düşüncesiz bir temas değil, onlar önünde düşünceli bir bekleyiş olarak tasavvur etmemiz gerekiyor. Bu bekleyiş ufkunda neye yönelip yönelmeyeceğimiz, yöneldiklerimize nasıl yöneleceğimiz soruları ahlaki tedebbürü davet eder, onu anlamlı kılan şey ise ahlaki tedebbürün zemini olarak öz-bilincin kuruluşuna ilişkin metafizik kavrayıştır. Aydınlanmanın öne sürdüğü akılcılık, taakkulün ve ahlaki tedebbürün zeminini ihmal ve ilga ederek, insanlığı tam olarak burada yüz üstü bıraktı. Objektif tasavvur edilen rasyonalite daha güçlülerin elinde irademizi manipüle etmek üzere kullanılan araçsal bir ikna aracına dönüştü.

Akla yönelik vurgu nerede başarısız oldu da hakiki manada özgürlüğü temin edemeyip bizi algılarımızı manipüle etme gücüne sahip olanların kölesi haline getirdi.

Bütün bir gerçekliğin aslında akılda kurulduğunu iddia edip aklı gerçekliğin kendisinden ve gerçekliği kuran diğer unsurlardan kopardığınızda akıl kendini inkâr etti aslında.

Son kuşak için bu sorular da hakikatin, gerçekliğin kendisi de çoktan önemini yitirdi. Sizce de böyle mi, değersizleşmedi mi duygu ve akıl?

Buraya doğru gittiği aşikâr bunun. Hakikatin, gerçekliğin ne olduğunu sorma, bunun ıstırabını duyma imkânı ortadan kalkmış durumda. Hakikat bir hakikatin bulunabileceğini tasavvur eden kişi için önemli. Truman Show filminde kahraman Burbank, hayal küresi dışında bir gerçekliğe ilişkin hiçbir tasavvura sahip olmadığı için bizzat bu hayal küresine ilişkin soru sorma imkânından da mahrum değil mi? Gerçeğe uyanmak için kâbusta olduğunuza ilişkin bir tasavvura sahip olmanız gerekiyor. Kâbus kötüdür, ama daha kötü olan bir kâbusta olduğunuz halde bu idrakten yoksun olmaktır.

Kuşkusuz gerçeklik değersizleşti, çünkü görüntüler gerçeklik katına yükseldi. Görüntüler dünyasında yaşadığımız, bizatihi görüntülerin kendisini gerçek olarak taktim ettiği dönemde yaşadığımız aşikâr. Görüntünün görüntü olduğunu biliyor muyuz? Şayet bir şeyin görüntü olduğunu bilirseniz onun aslını, ardını, sırını merak eder önemsersiniz. Oysa görüntüler kendini asıl gibi takdim ederse o zaman asla ilişkin bir meraktan yoksun olursunuz. Dediğim gibi, gerçekliği kaybetmek bir kâbustur. İnsanlar kâbus görmüyor, keşke kâbus görse, çünkü kâbus görenler uyanmaya çalışır. Kâbustan kötü olan kâbus gördüğünün farkında olmamaktır. Görüntülerle baş başa olmaktan daha kötü şey görüntüler içinde kaldığını bilmemektir.

Tam bu dönem çok iyi bir kitabı Gerçekliğe Yeni Bir Çağrı'yı yayına hazırladınız. Kitapta modern dünyayı kuran anlayışın gerçekliği hurafelerden arınmış bir şekilde gösterme amacıyla çıktığı yolda gerçekliğin kendisini bir hurafe haline getirmiş olmasının altı çiziliyor, açar mısınız burayı?

Felsefe tarihi böyle ironilerle dolu. Kant'ın eleştirel felsefesi 18. yüzyılda gerçekleşen Lizbon depremiyle yakından ilişkili. Kant bu gerçek hadiseyi kendisini kendi içindeki sebeplere müracaat ederek kesin bir şekilde açıklama çabası içerisine giriyor. Amaç gerçekliğin kendisini onun sınırları içerisinde kalarak izah etmek ve onu kavrama yolunda önümüze çıkabilecek her türden engeli izale ederek, bu sınırlar içinde daha ileri araştırmaları ve sınırsız bir merakı teşvik etmek. Bu gerçekliği kesin bir yolla izah ederek kavrama çabasını ifade ediyor. Fakat geldiğimiz nokta zihnimizin dışındaki gerçekliğe temas etme imkânının elimizden alındığı bir yerle baş başa kalmış durumdayız. Gerçekliği açıklamak için çıktığımız yolda gerçeklik zihnimizin kurgusu haline geldi. Elimizden kaybettiğimiz şey inançlarımız, eğilimlerimiz, eylemlerimiz için kendisine yaslanacağımız objektif bir tutamak noktası olacak, yani bizi her türlü manipülasyondan ve yönlendirmeden muhafaza edecek gerçekliğin kendisidir. Bu temelden mahrumiyet, sadece gerçekliğin içini boşaltmıyor; aynı gerçeklik evrenine ait insanı da içi boşaltılmış korkuluklar haline getiriyor. Bu boşluğu kim dolduruyor, bu korkulukları ayakta kendi başlarına durduklarına kim ikna ediyor peki? Sadece ironik değil, aynı zamanda trajik bir durumla yüz yüzeyiz: Özgürlüğü elde etmek üzere çıktığımız yolda, kendi özgürlüğümüzü, özgürce (!) daha özgür olanlara teslim ettiğimiz bir durum…

İslam düşünce geleneği karşı karşıya bulunduğumuz bu krizle ilgili bize ne söyler?

Direnmeyi salık verir. Konuştuklarımızla ilgili derin farkındalığın bizatihi özgürlüğümüzü bize vaat ederken diğer taraftan onu elimizden alarak bizi nesneler arasına, görüntüler arasına hapseden iktidar odaklarına karşı direnmenin somut ve pratik manada çıkış yolu olabileceğini düşünüyorum. Diyeceksiniz ki kâbusu fark etmemiz için bir sese, bir söze ihtiyacımız var, böyle bir ortamda bu mümkün mü? Elbette mümkün, ama nasıl sorusu başka bir sohbeti gerektiriyor. Yine de şu kadarını söyleyeyim: Görüntülerden başka gerçeklik yok diyen sesi dikkatle dinlediğimizde aslında bu sesin kendi içinde kendisiyle çelişen bir ses olduğunu fark edeceğiz. Bu ses, tahtına oturduğu aklı taklit eden vehmin sesi. Görüntülerin ötesinde bir şey yok deniyor bize burada. Oysa öte hakkında yargıda bulunurken aslında zaten görüntünün ötesine geçeriz. Görüntüler içindeyken görüntünün ötesi hakkında yargıda bulunamayız. Kaderi görüntüler içerisine hapsolmakla tayin edilmiş ve kendi gerçekliği bizatihi görüntü olmakla belirlenmiş bir şey görüntünün sınırı hakkında konuşamaz.

DOÇ. DR. İBRAHİM HALİL ÜÇER KİMDİR?
Lisans eğitimini 2004 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde tamamladı. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Felsefesi Bilim Dalında hazırladığı "Ebû Hayyân et-Tevhîdî ve Felsefî Kişiliği" başlıklı teziyle 2007 senesinde yüksek lisansını savundu. 2010-2011 eğitim yılında McGill Üniversitesi Institute of Islamic Studies'te misafir araştırmacı olarak bulundu. 2014 senesinde "İbn Sînâ Felsefesinde Suret Anlayışı" başlıklı teziyle İslam felsefesi doktoru oldu. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapan Üçer'in yayımlanan çalışmaları arasında İbn Sînâ Felsefesinde Suret, Cevher ve Varlık, İslam Düşünce Atlası, İnsan Nedir? İslam Düşüncesinde İnsan Tasavvurları, Taşköprülüzade'de Bilgi, Bilim ve Varlık, Taşköprülüzade'de Dil, Ahlak ve Siyaset gibi eserler bulunmaktadır. Hâlihazırda İslam düşünce geleneğinde fiziksel teori modelleri, İbn Sînâ epistemolojisi, İslam düşünce tarihi yazımında dönemlendirme sorunu ve arayışlar dönemi İslam düşüncesi gibi konular üzerinde çalışmaktadır.

BİZE ULAŞIN