Ömer Türker: Bizim için kalıcı çözüm Hz. Peygamber'dir

Bizim için kalıcı çözüm Hz. Peygamberdir
Giriş Tarihi: 18.1.2022 17:21 Son Güncelleme: 19.1.2022 15:04

Hakikatin önemini ve değerini yitirdiği bir dönemde yaşadığımız söyleniyor ve bu sorun daha ziyade siyaset, medya, sosyal-medya alanları üzerinden yeni bir şey olarak tartışılıyor, eleştiriliyor. Ancak İslam Felsefesi alanında çalışan ilahiyatçı Prof. Dr. Ömer Türker'e göre bu durum meselenin görünür alana yansımasından başka bir şey değil. Türker'e göre bu sorunu doğuran sürecin arkasında kökü daha eskilere uzanan, çok daha derin v e felsefi bir süreç yatıyor ve yaşadığımız bu kaotik hal dünya düşünce geleneğinde yaşanan kırılmanın sonucundan başka bir şey değil. Post-truth (hakikat sonrası/ötesi) olarak adlandırılan ve günümüz dünyasının gerçeklik algısını doğrudan etkileyen bu kavramı, onu bugünlere getiren düşünsel süreci, felsefi temellerini, hakikat anlayışındaki büyük kırılmayı, akad emik çalışmalara yansımasını ve bunun ardında gizlenen yapıyı Ömer Türker Lacivert'e deşifre etti.

En mantıkdışı ya da ispatsız görüşlerin pervasızca ileri sürüldüğü, sübjektif düşünce ve duyguların nesnel ve objektif verilere tercih edilebildiği, kitlesel yandaş topladığı bir siyaset, iletişim ve sosyal medya ortamındayız. Bu eğilime hakikat sonrası/ötesi, hakikatin değersizleşmesi de deniliyor. Katılıyor musunuz? Sizce dünya bu noktaya nasıl geldi?

Aslında görünen yüzü itibarıyla bu doğru bir tespit... Bu noktaya gelinmesinin birkaç büyük adımı var. İlk adım modern Batı düşüncesinin kuruluşuyla atıldı. Descartes ile başlayan süreçte insanın eskilerin hakiki kabul ettiği niteliklerin önceliklerini kaybederek ikincil niteliklere dönüşmesi ilk adımı teşkil etti. Bu şu demek: Descartes meselelerin hakikatinin matematiksel olduğunu iddia etti, bunun dışındaki niteliklerin de insan idrakine bağlı olarak tahakkuk ettiğini, dolayısıyla bunların dış dünyada mevcut olmayıp insan zihninde olduklarını ileri sürdü. Descartes'tan sonra bir ruhbeden ayrımı ortaya çıktı ve Batı düşüncesinde bu noktada bir çatallaşma oluştu. Yeni gelişen bilimin klasik metafiziğin dayandığı bilimsel zemini yavaş yavaş yerinden oynatması üzerine Batı düşüncesinin önemli filozofları önce özellikle kıta Avrupa'sında yaşayan Spinoza, Leibniz gibi filozoflar klasik metafiziği yeni bilim içinde savunma imkânını oluşturmaya çalıştılar. Sonra ikinci büyük adım olarak; David Hume ve John Locke gibi düşünürler özellikle yeni bilimin verilerinden hareketle kıta Avrupası filozoflarından farklı bir şekilde insanın bilgi imkânını sorunsallaştıran metinler kaleme aldılar.

Aslında insanın neyi bilebileceğini sorunsallaştıran bir deneyci-duyumcu felsefe oluşturdular. Bu felsefe Kant ile birlikte yeni bir ivme kazandı. Kant insan idrakinin kendisi dışına çıkmasının mümkün olmadığını, bütün verilerin duyulardan geldiğini ve bunların insanın zihni melekeleri çerçevesinde işlenerek bilgiye dönüştürüldüğünü iddia etti. Kant ile birlikte zirveye ulaşan bu süreçte, ahlak ile metafizik yavaş yavaş bilimsel olanın dışına çıkmaya başladı. Böylece ahlak ve metafiziğin sanata benzer bir şekilde bir tür duyumsama olarak farz edilmesi, insanın bu dünyada varoluşu için gerekli görüldüğü ölçüde dikkate alınır olması, hayatı oluşturan unsurların ve insan zihninin asli bir parçası olarak görülmemesi gibi bir sürece geldik. Kant'ın düşüncesi tam olarak böyle değildi ama felsefesi böyle bir sonucun ortaya çıkmasına yol açtı. Alman romantikleri denen grup Kant'ı aşmaya teşebbüs etti ve bu teşebbüs Hegel ile birlikte zirveye ulaştı. Her halükarda modern bilimin ve teknolojinin baş döndürücü gelişimi 1900'lerin başlarından itibaren demokrasiyle de desteklendi.

Peki, bu düşünsel süreç nasıl gelişti? Demokrasi buna nasıl bir ivme kazandırdı?

Bu birkaç yönlü bir süreç: Bir yandan dış dünyayı nasıl idrak ettiğimize dair teorik mülahazalar değişti, bir yandan bu mülahazalara koşut olarak gelişen ve eski dünyanın temel kabullerinden radikal bir şekilde kopuş ifade eden modern bilim ortaya çıktı. Aslında bu gelişmelerin tamamı krallıklar ve imparatorluklar devrinde olmuştu. Bütün bunlara geçen yüzyılda rejim olarak bir de demokrasi eklendi. Bütün bu gelişmeler her şeye rağmen aslında insanlığın temel mülahazalarını sürdürmeye imkân verebilirdi ancak demokrasiyle birlikte bu gidişat iyiden iyiye ivme kazandı. Demokrasiye geldiğimizde Batı medeniyeti doğal dünyayla ilgili idrakte, onun algılanışı ve yorumlanışında bir devrim gerçekleştirdi. Demokrasi bir rejim olarak yönetilenlerin arzularının yönetilende ve yönetimde karşılık bulması demek…

Bu süreç demokrasiyle de desteklenince herkesin kendi arzusunu dile getirme ve modern teknolojinin imkânlarını kullanarak gerçekleştirme fırsatı sundu. Modern teknoloji çok büyük ivme kazandığı için doğadan sonra insanı şekillendirmeye doğru evrildi. Özellikle farklı görüşlerin ortaya çıkıp hakikate ilişkin idrakimizin temellendirilmesiyle ilgili mülahazaların güçlenmesi ve ardından da klasik değerlerin alaşağı edilmesiyle böyle bir ortam doğdu. Kısacası şöyle dediler: Biz doğadaki devrimi gerçekleştirdik şimdi sıra insandaki devrime geldi. Bu devriminse bağlı bulunduğu negatif bir metafizik var ve bu hakikati idrak etme çabası anlamında bir metafizik değil. Bunun sonucunda hakikat bilgisini reddeden, hakikat bilgisine uygun bir yaşam şeklinin olmadığı, dolayısıyla kitlelerin rahatlıkla yönetilebileceği bir siyasi ve kültürel ortam, kolay yönetilebilir bir güruh oluşturuldu. Arzuların merkeze alındığı, arzuları gerçekleştirmenin hedef olduğu, dolayısıyla insanın en zayıf yerinden yakalanabildiği devasa bir kitlesi ortaya çıktı. Özetle günümüzdeki sürece böyle gelindi.

Bu sürecin sonucunda ortaya çıkan günümüz toplumu "bilgi toplumu" olarak nitelendiriliyor ancak bir yandan da "posttruth" (hakikat sonrası/ötesi) çağ olarak da nitelendiriliyor. Bu bir yandan da bir çelişkiye işaret etmiyor mu sizce?

Aslında ediyor ama gerçekte bunların bilgi toplumu dedikleri şey enformasyonun yani malumatın hızlı yayılması. Yani modern teknolojik imkânların herhangi bir konudaki malumatı hatta zaman zaman akademik üretimi de dünyanın her yerine hızlı bir şekilde yayabilmesi. "Bilgi toplumu" dedikleri aslında bilgilenmiş toplum değil; ortada bilgilenen bir toplum yok, ortada malumata hızlı ulaşabilen ama bilgi bakımından kirlenmiş bir toplum var. Çok hızlı ulaşılıyor ama malumat ya da bilgi bir metaya döndü; hayatı inşa eden, insanın umutlarını besleyen ya da sahip olduğu hakikat inancına uygun yaşamasını mümkün kılan bir idrak değil artık. Tüketilecek, lazım olduğu zaman kullanılacak, olmadığı zaman bir kenara bırakılacak bir metaya dönüştü bilgi. Teknolojik araçların her türlü enformasyonu her tarafa yayabilmesi söz konusu… Ancak bu, bir bilinen var da, o bilinenin bir hakikati var ve biz o hakikati kullanarak bir idrake ulaşıyoruz anlamında bir bilgi değil maalesef. Anadolu tabiriyle daha hakikatli bir toplum ortaya çıkmadı.

Bu durumda epistemolojik bir zehirlenmeden mi bahsetmek gerekir?

Aslında Kant sonrası süreç Avrupa'da resmi söylemin tam anlamıyla epistemolojik olarak zehirlenmesini doğurdu. Bu da kendiliğinden bir hakikat varsa bile bizim bunu bilme imkânımızın bulunmadığı söylemi anlamına geliyor. Bu ise eski Yunan sofistlerine dönüş demek aslında. Yunan sofistleri bir hakikatin olmadığını, olsa bile bilemeyeceğimizi, buna dair bir nesnellik iddiasında bulunamayacağımızı söylüyorlardı. Modern dönem de tam olarak bu noktaya vardı.

Peki, günümüzde "hakikat sonrası/ötesi" dedikleri şey ne anlama geliyor, buna ne şekillerde maruz kalıyoruz? Bunun altında yatan başka sebepler var mı?

Biz daha ziyade bilgiyle, epistemolojiyle temellendirildiği için o noktadan yürüdük ama post-truth dönem aslında insanın hakikate ilişkin umutlarının anlamsız olduğu iddiasını dile getirir. Yani "bir hakikat vardır, biz bu hakikati bilebilir ve ona uygun yaşarız" söyleminin çıkmaz sokak olduğunu, böyle bir umutla hayatımızı düzenlememizin yanlış olduğunu dile getirir.

Dikkat edin klasik anlamda ahlaki değerlerin neredeyse tamamı bu süreçte değerini kaybetti ve meslek ahlakı ilkelerine ya da hukuka dönüştü. İnsana ilişkin belli başlı tanımlamalar – başta en kritik konu cinsiyet olmak üzere – yerlerini başka tanımlamalara bıraktı. Şu anda böylesi bir sürecin başarılı olabilmesi için yapılması gereken en önemli şeyin dilde devrim olduğunu düşündükleri için dili değiştirmeye çalışıyorlar. Bütün toplumların kullandığı dili revize etmeye ve bu yeni yaklaşıma uygun şekilde yeniden inşa etmeye çalışıyorlar. Bu anlayışın vurmak istediği birkaç temel hedef var: Klasik aile kavramını değiştirmek; içinde bulunduğumuz ilişkiler ağından bağımsız aşkın bir ahlak anlayışının terkedilmesini sağlamak; insanı mutlu eden şeylerin sadece arzularla ele alınmasını temin etmek; tıbbı tamamen bu doğrultuda seferber etmek; nihayet siyasi ve hukuki düzeni böyle bir sistemi sürdürmek üzere tanzim etmek. Bu düşünceyi benimseyen Batılı demokrasiler dünyanın geri kalanına da bunu telkin etmek için sürekli müeyyideler uyguluyorlar.

Anladığım kadarıyla günümüz hâkim medeniyetinin ontolojik bir sorunu olduğu gibi bir yandan da çok daha büyük epistemolojik bir problemi de var görünüyor.

Tabii. Burada ontoloji, varlık ve âlem tasavvuruna dair hakikatten büyük bir dönüşüm ve kopuş var. İnsanoğlunun çok uzun asırlar boyunca inşa ettiği, geliştirdiği büyük düşünceden ciddi anlamda bir kopuş var ve bu kopuş da bilgi teorisinin temel sorunlarıyla destekleniyor. Tuhaftır ki Batı bütün gücünü doğaya ilişkin incelemelerin doğayla ilgili başka iddiaları önemsizleştirmesinden, klasik dünyada insana ilişkin tahlilleri önemsizleştirmesinden almasına rağmen doğa ve insana dair hiçbir şey bilemeyeceğimizi iddia ederek yeni oluşturduğu toplumsal düzenin değerlerini kendisi dışındaki toplumlara dayatıyor. Bu çelişki üzerine inşa edilen bir arzuları tatmin dünyası var.

Post-truth kavramına başvuranlar siyasette, medyada, sosyal medyada yalanın çoğalması, olağanlaşması, gerçekleşmesi gibi daha pratik olgulara dayanıyorlar ama demek ki bunun ardında daha derin, daha medeniyetsel birtakım sebepler var sanırım. Bu o kadar basit olmasa gerek?

Bu (post-truth) öyle üç-beş insanın, yeni yetme delikanlının gençlik heveslerini tatmin etmesi kabilinden bir hareket değil; bu Batı medeniyetinin geldiği noktadır. Batı medeniyeti bunu üç büyük şeyle destekliyor: Birincisi artı değeri önceleyen muazzam bir iktisadi düzen ki bunun en güçlü ifadesi kapitalizmdir. İkincisi buna entegre olmuş ve dünyanın geri kalanını da kendisine bağımlı hale getirmiş büyük bir siyasi yapı. Üçüncüsü de bunun ardında çalışan ve işçiliğini yürüten bir bilim adamları ordusu. Bu hareketin ardında devasa bir ar-ge faaliyeti mevcut. Üstelik bu ar-geyi yürüten insanların siyasi ve ahlaki anlamda böyle düşünmeleri gerekmiyor. Dolayısıyla bu bilinçli bir tercih ve bu tercihin bize yansıyan en önemli neticesi metafizikten kopuş, değerlerin tahribi ve sömürgeciliğe açık hale gelmek, kolay yönetilebilir olmak. Dünyada İslam'dan, Müslümanlıktan başka buna karşı durabilen bir zihin de yok. İslam medeniyetinin kendi dinamiklerinin dışında bu düzenin karşısında durup alternatif söz söyleyebilecek birikime zihne ve özgüvene sahip başka bir yapı yok şu an.

O halde hakikat sonrası/ötesi dediğimiz bu durumun siyaset ya da medya üzerinden tartışılması bunun ancak avami yansımalarından ya da neticelerinden ibaret.

Bunlar arka plandaki yapının basit yansımaları, sonuçları. Sosyal medya vs. üzerinden yapılan tartışma bunun ele ayağa düşmüş hali, yani tam bir curcuna. Her türlü insanın, her türlü ahlaki yönelimin olduğu kalabalık bir meydanı düşünün; bunların sanallaşması. Sosyal medya, medya vs. bu işin sadece görünen yüzü; bu işin (hakikat ötesinin) daha derin bir arka planı, daha derinde bir sahibi, derin bir zihni var. Bu zihin aynı zamanda klasik dünyanın iddialarıyla hesaplaşarak, onları reddederek bu noktaya geldi. Geldiği noktadan da öylesine bir artı değer üretiyor ki bundan kolay kolay vazgeçemez. Bilimde, siyasette, iktisatta inanılmaz derecede artı değer üretiyor ve bu onlar açısından basitçe vazgeçilebilir bir şey değil. Hayat bizim tercihlerimizle şekillendiği için belki hakikati hayatın inşasında dışarıda bırakabilir, yok sayabiliriz fakat hakikati yok sayarak düşünmek mümkün değildir.

Düşünmek deyince; günümüzde post-truth döneme geçildiği iddiasının günümüzdeki ilmi, fikri ve akademik alanlara yansıması da söz konusu mu? Ya da hakikat-ötesi bu alanlara nasıl yansıyor?

"Post-truth"un akademik alana yansıması Batı'da çok daha önceleri gerçekleşti. 1980'lerden itibaren sosyal bilimler sistemli bir şekilde bu süreci destekleyen bir misyon görmeye başladılar. Sosyal bilimler özellikle son dönemde yetişen kıta Avrupası düşünürlerinin çabalarıyla böylesi bir süreci desteklemek için malzeme ve zemin haline getirildi ve 1980'lerden sonra sosyal bilimler araştırmaları özellikle bu yönde yöneltildi. Dolayısıyla bu bilimler aslında günümüzde sosyal medya vs. aracılığıyla yaygınlaşan bu tavrın zeminini daha önceden oluşturdular. Posttruth'un en baştaki zemini öncesinde felsefedeydi, literatürdeydi, oradan sosyal bilimlere intikal etti. Sosyal bilimler 19. yüzyılda bir ahlak olarak çıkmış olmasına rağmen 1950'lerden itibaren peyderpey ahlakın paranteze alındığı, egemen güçlerin sömürgesinin sürdürülmesi için aynı zamanda materyal üreten ve Batı'nın ürettiği yeni değerlerin dünyanın geri kalanına transferini sağlayan bir işlev görmeye başladılar. Dolayısıyla akademik alana yansıması medya, sosyal medya, siyaset gibi görünür alanlardan daha önce oldu.

Samimi olarak sormak istiyorum; sosyal bilimler başta olmak üzere ilmi-fikri-akademik alanda hakikat veya gerçek ve bunları aramak artık gerçekten bir anlam ifade ediyor mu, araştırmalar açısından bir hedef teşkil ediyor mu?

Bu çalışmaların klasik anlamıyla bir hakikat gayesi kalmadı. Özellikle 1950 sonrasında yapılan çalışmalar metafizik geleneklerdeki anlamıyla hakikati dışarıda bıraktılar, hakikat hedefi kalmadı. Bunların şu anda ulaşmaya çalıştıkları hakikat her ne hakkında çözümleme yapıyorlarsa sadece onun belli bir perspektiften izahını ifade ediyor. Eski felsefe geleneklerinde hakikat aşağı düzeyde bilimlerin nesnelerinin mahiyetleri ve yükseldikçe tümelleşen, küllileşen ve nihayet Tanrı'da birliğe ulaşan, Tanrı bilgisi olarak ifade edilen şeydi. Ancak bu Batı düşüncesinin seyrinde peyderpey devreden çıktı. Dolayısıyla öğrenilecek bir mahiyet olup olmadığı tartışmalı hale geldi oysa eskiler mahiyetlerin sabit olduğunu, ezelden ebede devam ettiğini düşünüyorlardı. Özün olmadığı kanaatine varıldı, hakikat fikri reddedildi. Sadece metafizik Tanrı bilgisi anlamında değil, incelenen herhangi bir konuda sabit bir öz anlamında hakikati reddetmeye başladılar. Nihayet disiplinlerin incelemeleri sabit bir mahiyeti bilmekten ziyade mevcut şartlarda ulaşılabilir olanın, daha doğrusu insan idrakine görünür olanın tespit edilmesinden ibaret bir çalışmaya dönüştü. Dolayısıyla artık ulaşıldığı zaman insanı kemale erdirecek olan bir hakikat anlayışı kalmadı. Peki, bu durumda yapılan nedir? Biz bu dünyada hayatı yaşanabilir ve kullanılabilir hale getirmek amacıyla içinde yaşadığımız şartları ve doğal dünyayı inceliyoruz. Bunun için de araç geliştiriyoruz.

Güncel hayatta son devirlerde maruz kaldığımız bu hakikatsizliğe, gerçeklik yitimine ne çare olabilir?

Aslında bu sorunun en kısa cevabı nübüvvettir. Yani peygamberlik dediğimiz şeyi bizim modern dönemde olduğundan daha fazla ciddiye alıp, iman ve imana uygun salih amel kavramını her birimizi ilgilendirecek en genel şekilde incelememiz gerekiyor. Bunun reçetesi budur. Bir peygamber aslında insanlar için neyin hayır, neyin şer olduğu ve hangi mertebeye yöneldiğinde insan insanlığını bulabilir sorusunun cevabını verir; nübüvvetin asıl işlevi budur. İslam medeniyeti bu anlamda bizim için özellikle metafizik ve ahlak alanında her çağda kendisini yeniden ifade edebilecek, insan idrakini yeniden yeşertebilecek, içinde bulunduğumuz topluma karşı devrimci bir duruş sergileyebilecek imkân barındırıyor. İslam düşüncesi medeniyeti dediğimizde insanlar buradan muhafazakâr bir kavram anlıyorlar; oysa hayır, böyle değil. İslam düşüncesiyle, genel olarak dinle irtibat muhafazakâr bir tavır değildir aslında. Dinle ve dinin ortaya çıkardığı nazari idrak ile irtibat önce kişinin kendisinde, sonra genişleyerek çevresinde devrimci bir tavır gerektirir. Allah resulüne ittibamızı ciddiye almamız gerekiyor. Biz dini vaaza döndürdük ve bu yanlıştır. Biz inançları vaaza dönüştürdük, kulluk kavramı dilimizde vaaza dönüştü; bu yanlış. Biz bunun üzerine konuşmayı bu hakikate uygun yaşamaktan üstün saydığımız sürece Müslümanlık yeşermeyecek bizim kalbimizde. Hakikat bilgisi demir bir leblebidir, orta malı değildir, kafasını uzatan herkesin ağzına düşmez. Hakikat bilgisi hakikate uygun bir kalp ister ve hakikate uygun bir yaşam talep eder. Bu deveranda bizim için kalıcı olan çözüm nedir sorusunun cevabı Hz. Peygamber'dir.

PROF. DR. ÖMER TÜRKER KİMDİR?
1975'te Kırıkkale Keskin'de dünyaya geldi. 1997'de Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1999'da Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde "Mukâtil bin Süleyman'ın Kur'ân'ı Te'vîl Yöntemi" başlıklı teziyle yüksek lisansını, 2006'da Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde "Seyyid Şerîf el-Cürcânî'nin Te'vil Anlayışı: Yorumun Metafizik, Mantıkî ve Dilbilimsel Temelleri" başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. 2012 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yardımcı doçent doktor unvanıyla göreve başladı. 2012'de doçent, 2017'de profesör unvanını aldı. Halen aynı üniversitenin İslam Felsefesi Ana Bilim Dalında görev yapmaktadır. Zor Zamanda Siyaset, Ahlak-Yeni Bir Yaklaşım, İslam Düşünce Gelenekleri, Ahlakiliğin Doğası, İslam Dilbilim Geleneğinde Anlam Teorileri, Varlık Nedir, İslam'da Metafizik Düşünce, Anlamı Tamamlamak, İbn Sina Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkânı Sorunu adlı kitapların yanı sıra çok sayıda makaleye ve tercümeye imza attı.

BİZE ULAŞIN