Felsefe tarihinde metafizik düşünce kadar ahlakın da öncüsü kabul edilen Sokrates'in ardından düşünmek ile geleneklerle yaşamak arasındaki karşıtlık mağarada şeylerin gölgelerini izlemek ile mağara dışına çıkarak ışık altında algımızdan bağımsız gerçek nesneleri görmek tezadıyla kurulur. Belki bütün felsefe tarihinin en iyi örneklerinden biri kabul edebileceğimiz bu mağara ve mağara dışı tezadı, mağaradan çıkabilen birinin varlığıyla mümkün olabilmiş, gelenekleri kırarak dışlanma tehlikesi karşısında zihni koruma cesareti gösterebilen kişi geri kalanlar için öyle bir tabir kullanabilmiştir.
İnsanlar alışkanlık ve geleneklerin etkisiyle, nesnelerin gölgeleriyle -ki bu tabirin sembolik muhtevası ne kadar derin, insana dair ne kadar sahici tespitler içerir- yetinirken, düşünmek gölgeleri aşarak nesneleri gerçek yüzleriyle bulabilme iradesi diye tanımlanır. Bunun için hikmeti veya bilgiyi kelimenin hakiki anlamıyla sevmek, öncesinde ise sevmeyi tanımak gerekir. Felsefe tabirinin (philo-sophie) bileşik bir kavram olarak içerdiği derin ve paradoksal durum tam olarak bunu gösterir: Bir şeyi o kadar sever ki insan, onun uğruna toplum ile ters düşebilecek cesareti gösterir, bilgi uğruna her şeyi bırakarak mağaranın dışına çıkabilir, en nihayetinde tamamen bir birey olarak kalabilir. Felsefe yani hikmeti sevmek-aramak, bu itibarla, insan müdrikesinin bir övgüsü şeklinde ortaya çıkar.
Sokrates ile birlikte düşünme böyle bir istikamet takip ederek geleneklerle hesaplaşmak, insanın çeşitli saiklerle mecbur kaldığı uzlaşmaya karşı sürekli bir mücadele ve uyakta duruş haline geldi, insanı huysuz ve geçimsiz, müşkülpesent ve rahatsız bir varlık haline getirdi. Hikmeti sevmek, insanın rahatı terk etmesini iktiza eder, bunda tereddüt yoktur. Burada ahlak bize aynı zamanda kesinlik sağlar. Daha doğrusu böyle sevdiğimiz hikmet bilgisine göre yaşamak ancak ahlakın kesin önermelere dayanmasıyla amacına ulaşabilir. Çünkü "mağaranın" dışına çıkma cesareti veren şey, gerçeklik hakkındaki kesinlik umudumuzdur; insan ancak öyle bir bilgi için "mağaradan" çıkabilir, ancak kesinlik nedeniyle dışarı çıkmayanları "mağarada" kalmakla itham edebilir.
Kesin ve sabit bir zemin bulmadan
Haddizatında felsefede kesinlik arayışı ahlak üzerinden ortaya çıkar, sofistlerin "görece" dedikleri şey en çok ahlak ve siyaset alanındaki etkileri sebebiyle her insanı ilgilendirir hale gelir. Söz gelişi sofist düşünürler görecelikten söz ettiklerinde insanlar sabit ve kesin bir adalet elde edemiyor, adaletin herkese ve her zamana göre değişiklik arz eden belirsiz bir şey olduğunu söylüyorlardı. Buna iyilik, güzellik gibi temel estetik ve ahlaki önermeler kadar hemen her insanın hayatında bir karşılığı olan sevmek, dost olmak gibi kavramları eklediğimizde işin mahiyeti daha derin fark edilebilir.
Sofistler insanın sevmesinin ancak görece mümkün olabileceğini, gerçekte kimsenin ötekini sevmeyeceğini söylerken bütün insanları derin kuşkulara düşürmüşlerdi. Öyle ki Platon'un eserlerinde gördüğümüz üzere bu tartışma bir annenin-babanın çocuğunu sevmediği iddiasına veya yakın dostlukların kuşku ile karşılanması gereken bir ticaret olduğu noktasına kadar vardı. Bu durumda Sokrates ile neticelenen daha doğrusu yeni bir evreye ulaşan felsefi süreç, ahlak araştırmasına dayanır, belki de ondan neşet eder. Ahlak önermeleri için kesin ve sabit bir zemin bulmadan ahlaklı olmak gereklilik şeklinde görülemeyeceği gibi bizi mağaranın dışına çıkartabilecek hikmet sevgisinin zemini de gösterilemez.
Başka bir anlatımla insanın hemen her işine mutlak bir görecelik hâkim ise o zaman mağarada olmak, mağarada gölgelerle oyalanmak gibi tabirler kullanmaya gerek olmadığı gibi buradan çıkarak büyük tehlikelere atılmanın da anlamı yoktur. Nitekim Sokrates bu mücadelenin ardından dinsizlikle suçlanır, eleştirilir, en sonunda yargılanarak idama mahkum edilir. Sokrates çevresindeki insanların ısrarlı tavsiyelerine rağmen kaçmak veya itiraz etmek yolunu seçmez, "yaşamamıza yardım eden yasalar ölümümüze hükmettiğinde onlara karşı çıkamayız" gibi tarih boyunca başkaldırı ve itaatin sınırları ekseninde tartışılan bir yaklaşımla idama gider. O zaman böyle bir tutumun ancak kesinlik ve sabit değeri kabul etmekle mümkün olabileceğini söylemek gerekir.
"Bilgi mümkün, hakikat sabit"
Ahlak için aranan bu kesinlik önce doğa araştırmalarına yön verir, doğada kesinliğin zemini araştırılır. Bilim tarihinde doğa araştırmalarının amacı kesin ve değişmez gerçeklik üzerinde tabiatı tanımak, onun değişken görünen yüzünün ardına geçerek sabit ve kesin ilkeleri bulmaktı. Bunu, çokluğun ardındaki birliği keşfetmek diye anlatmak da mümkündür. Platon'un düşüncesinde idealar fikrinin ortaya çıkmasının ana nedeni budur. Bu yönüyle Platon felsefesi dünyayı temellendirebilmek ve bir kesinlik bulabilmek için dünyanın dışına çıkmak gayesi güder. Bir kere idealar ile dünyanın dışına çıkabilen filozof daha sonra görünen-duyumsanan nesnelerin ardındaki nihai gerçekliği fark eder, bize onu takip edebileceğimiz yöntem gösterir. O halde doğa araştırmaları veya dil ve düşünce ilişkisi üzerinde odaklanan mantık araştırmaları, ölçü ve hesap üzerindeki matematik ve gök bilimi araştırmaları, kesinlik ve sabit değer araştırmalarıydı.
Grek mirasındaki bu tutum daha sonra Helenistik sürecin ardından Müslüman topluma ulaşır, onlar da hemen her bahiste sabit değerleri ve kesinliği aradılar. Öyle ki uzun asırlar boyu kesinliği kabul edenler sanki tek bir cemaat gibi kendilerine açık bir rakip hatta düşman belleyerek bilginin nesnelliğini reddedenlerle mücadeleyi düşüncenin selameti ve zihnin korunmasının yolu saydılar. Bu kesinlik taraftarı cemaat için nesnelliği savunmak, kesin ve değişmez önermelerle varlık telakkilerini ortaya koymak, aklın sıhhatinin bir gereği olduğu kadar yaşama bilgeliğinin amacıydı.
Hemen her metafizik gelenek "sofist" denilen bu kuşkuculara atıf yapar, kuşkucuların "bilgi mümkün değildir'" şeklindeki itirazlarını reddederek bilim ve düşünce üretmeyi prensip haline getirir. "Bilgi mümkündür, hakikat sabittir" şeklinde çevirebileceğimiz bir cümlenin ardından "sofistlerin iddia ettiğinin aksine" denilerek karşılaştırmanın zemini kurulur: Gerçek düşünmek sofist olmamak, nihai kuşkuları reddetmektir. Düşünme sürecinde kuşku yolun bir bölümünde, o da gerçek sanılan şeylerin aşılmasında bize yardım edebilir. Bunun ötesinde bütün düşünce sürecine yön verebilecek kuşkular, en sonunda agnostik veya septik bir tercihle sonuçlanabilecek düşünme faaliyeti gerçek bir zihinsel ameliye değildir.
Müslüman filozofların yaklaşımı
Müslüman düşünce ve bilim geleneklerinin bu ilkeyi müdafaaları ise daha farklı amaçlarla şekillendi. Bu meyanda Müslüman filozofların konuya yaklaşımı özgün ve yeni bir tutum değildi. Haddizatında onlar Grek mirasının takipçisi oldukları ölçüde bu sabit ilkeleri kabul ettiler, kendilerine rakip olarak sofistler kadar bazen bu kesinliği tezyif edebilecek bazı dini cemaatleri belirlediler. Mesela İbn Sina metafizikçinin cedelci ve safsatacılarca taklit edilebileceğini söyleyerek metafiziği bu iki sanata karşı korumak ister. Kast edilenler kelamcılar ile bir ölçüde dini cemaat içinde vaaz yolunu seçen sufilerin bir grubu ile öteki zümrelerdir.
Bunun akabinde kelamcılar ve fıkıhçılar gibi normatif bilimler de kesinlik peşindeydiler. Onların kitaplarındakilere benzer cümleler yazıyor, kesin bilginin ve nesnel hakikatin rakibi olanları reddetmek üzere düşünceler ortaya atıyorlardı. Müslümanların buradaki amaçları bellidir: Din bize kesin bilgi getirirken aynı zamanda dinin rakipleri de kesin bilgiye dayanarak eleştirilebilir. İslam'ın evrensel bir din olduğu inancı Müslüman cemaatin bütün disiplinler içinde kesinlik fikrini savunmasını istilzam etmişti. Halihazırda Müslüman toplum bu kesinlik fikrinin savunulmasının yollarını bulmak, bunun üzerinden bilgi ve değer üretmek zorunda hissetmelidir kendisini. Aksi takdirde dinin değerlerinin yerelliği kadar vahiy bilgisinin bizimle irtibat kurmasının zemini olmayacaktır.
Müslümanların "sofistleri"
Müslüman toplumun kendine mahsus "sofistleri" de vardı: Mesela Hint kaynaklı ilhamı savunarak nesnel bilgiyi reddeden akımlar genellikle sufiler ile karıştırılsa bile dini düşüncenin rakipleriydi. Öte yandan bireysel sorumluluk fikrinin zeminini tezyif eden yeniden bedenlenme fikrini savunanlar, tenasüh inançları veya varlığı mutlak bir yanılsama gibi düşünen akımlar, Müslüman düşüncenin kesinlik arayışındaki güçlü rakiplerdi. Bütün bu gelenekler kesinliği reddeden, göreceliğin sağlayacağı bir toleransı arayan kimselerdi. Bu nedenle Müslüman düşünce kadar metafizik düşünce gelenekleri de kesinlik ve sabit değer ilkesi üzerine odaklanarak bilgi anlayışını şekillendirdi.
Burada başka bir tehlikenin ortaya çıktığını fark etmemiz gerekir: O da kesinlik fikrinin ve sabit değer arayışının içinden çıkılan mağaranın yeni bir tarzını üretebilmiş olma ihtimalidir. Galiba çağımızda kesinlik fikrinin bu kadar açık ve sistematik şekilde eleştirilebiliyor olmasının nedenlerinden biri geçmişte yapılan bu hatadır. Bilgide ve değerlerde kesinliği savunanlar ve büyük bir cesaretle mağaradan çıktıklarını düşünenler, zaman içinde hakikat bilgisinin metinlere ve kelimelere yerleşmesiyle yeni bir mağara ürettiklerini düşünmediler.
Halbuki durumun böyle olduğunu düşünmemiz için birçok neden ve tarihsel tecrübe ortadadır. Bir düşünce dile aktarılınca, o dil içinde kelimeler ve kavramlar üretmeye başlayınca, hepsinden önemlisi kurucu şahsın veya neslin ardından metinler üzerinden takip edilmeye başlayınca düşüncenin "mağara" dönemi başlamış demektir. Bunu aynı zamanda metafiziğin tarihselleşmesi veya gelenek haline gelmesi şeklinde de okuyabiliriz.
Doğrusu hemen bütün Müslüman bilimlerinde olduğu kadar bizzat felsefenin de en ciddi sorunlarından biri gelenekselleşme ve mağara içinde tedris edilen bir felsefe haline gelerek gerçeklikle bağının kopmasıdır. Düşünce varlık ve hakikat ile ilişki kurmak yerine, onu temsil eden kelimelerle ilişki kurmaya başladığında istikamet değiştirmiş, varlığa bakmak yerine onun suretine yönelmeye başlamış, kelimeden varlığı çıkartmaya çalışmış demektir.
İnsanın en büyük mağarası
İşin felsefe tarafını bir yana bırakırsak, Müslüman bilimlerde bu gerileme tam olarak yaşandı, yeni ve daha sofistike mağaraların ortaya çıkmasıyla birlikte düşünce hayatında büyük gerilemelere yol açtı. Müslüman cemaatte bu gerilemenin farkına en iyi varanlar ise ilk nesiller arasında kalemle kitapla en az ilişki kurmuş olan sufilerdi.
Sufiler kendi yöntemlerini anlatmak üzere mağaradan çıkmak gibi bir tabir kullanmamış olsalar bile, adet ve alışkanlıkların insan nefsi üzerindeki etkileriyle ilgili eleştirilerinde mağarayı anlatmış oldular. Öte yandan onlar adını koymadan insanın en büyük mağarasının dil ve metin olabileceğini de kavramış olan kimselerdir. Bu nedenle dikkatlerini olduğu kadar bütün eleştirilerini de dilde kendini gösteren zihne ve insan benliğine vererek dilin dışına çıkmanın düşünmenin başlangıcı olduğunu düşünmüşlerdi. Bilhassa ilk zahitler arasında ortaya çıkan hemen bütün kurumları ve yaşama tarzıyla birlikte şehri terk etmek iradesi, insanın özne olarak bulunduğu dili ve onun sınırlayıcılığını bırakması demektir. Şehri terk etmek dili unutmak, çöle çıkmak ise yeni bir dille varlıkla ilişki kurmanın yoluydu.
O halde günümüzdeki tartışmalarda kesinlik ve sabitliğin neredeyse büsbütün ortadan kaldırıldığını göz ardı etmemek gerekir. Bu meyanda düşünmenin tabiatını savunmak, şu veya bu şekilde bir kesinlik peşine gitmek demektir. Aksi halde düşünmenin gayesi oluşmayacak, mağaradan çıkma amacımızda bizi yönlendirecek bir arzu gerçekleşmeyecektir. Öte yandan insanın en çok farkına varması gereken şey ise mağara oluşturma kabiliyetidir. İnsan mağara kurmadan yaşamaz: Bir mağarayı terk etmek ise yeni bir mağaraya girmek için yapılan geçici bir eylemdir. Belki en tehlikeli mağara ise mağara reddi şeklinde ortaya çıkan kesinlik mağarasıdır.