Post-modern kuramın öncü düşünürlerinden Fransız Jean Baudrillard, bu evrende gerçeklik ilkesinin yok olduğunu, bunun yerine hipergerçeklik ilkesinin egemen olduğu bir düzen yaratıldığını iddia eder. Baudrillard'a göre; modernizmin sonuna gelinmiş, Batı'nın yaratacağı ve ortaya koyabileceği başka bir şey kalmamıştı. Dolayısıyla Batı tükenmişti. Ancak yine Baudrillard'a göre Batı bu tükenmişliği gizlemek için var olan şeyleri tekrar tekrar üretmeye çalışıyor ve bir hiper-gerçeklik yaratıyordu. Bu evrende gerçek ile sanal birbirine karışıyor ve neyin gerçek neyin sanal olduğunun ayrımı artık yapılamaz hale geliyordu.
Baudrillard'in "simülasyon" kuramı, son yıllarda yaşadığımız birçok olayı açıklamak ve anlamak için enfes bir kuram gerçekten de. Malum, günümüzde gerçeğin öneminin kalmadığı, silikleştiği, değersizleştiği gibi aynı zamanda gerçekliğin yerini gerçek olmayan yeni gerçekliklerin aldığını görüyoruz. Zira egemen olanın, iktisadi ve askeri olarak güçlü olanın, hakikatin referansını belirlediği haksız ve adaletten uzak bir çağda yaşıyoruz.
Hakikate ilişkin sorunsal elbette son günlerin popüler kavramı olan "post-truth" ile ya da Baudrillard'ın düşünceleriyle ortaya çıkmadı. Antik Yunan'ın en önemli filozoflarından olan Aristoteles'in şu önermesi de yine duygularımıza tercüman olacak cinsten: "Olan şeye yok ya da olmayan şeye var demek yanlış, olan şeye var ve olmayan şeye yok demek doğrudur."
Sorgulandığı anda çökecek bir maket
İşte mesele bu kadar basitken ve savunulması en kolay şey hakikatken, neden bir anda her şey karmaşıklaştı ve hakikat mücadelesi vermek bu kadar zor hale geldi? Sanırım cevap, Baudrillard'ın en başta aktardığım düşüncelerinde saklı. Bilgi ve algı üretim merkezlerini yüzyıldan fazladır elinde bulunduran Batı; kendi ortaya koyduğunu iddia ettiği ilkeleri taşımakta zorlandığı ve bu değerler reel politik düzlemde, kapitalist faydacı yaklaşımda ayak bağı olduğu için yeni gerçeklikler üretmeyi tercih ediyor. Dünya kamuoyu da güçlü kitle iletişim araçlarını ellerinde bulunduran Batı'nın ürettiği yeni gerçekliği sorgulamaya fırsat bile bulamadan kabulleniyor ve referans gerçek olarak ele alıyor.
Bununla birlikte hakikatin ne olduğunun, hangi bilginin geçerli olduğunun, hangi sebep sonuç ilişkisinden nasıl bir hakikat doğduğunun önemi kalmıyor. Yani özetle hakikatin, hakikat olma serüveni yok oluyor. Sorgulandığı anda çökecek, kâğıttan bir makete dönüşüyor hakikat. Baudrillard'ın, bu bağlamda simülasyon kuramını açıklarken verdiği anlaşılır bir örneği aktarmak yerinde olacak.
Mağaralara çizilen resimler denildiğinde ilk akla gelenlerden biri olan ve Fransa'da bulunan Lascaux mağarası, bundan 17 bin yıl öncesine tarihlenir. Altı yüzden fazla duvar resmi gerçekten de etkileyicidir. Ancak Lascaux mağarası bulunduktan sonra arkeolojik olarak büyük bir değere sahip olduğu ve duvar resimlerinin insan nefesi dolayısıyla zarar gördüğü iddiasıyla ziyarete yasaklanır. Daha sonra mağaranın yakınına bire bir kopyası olan başka bir mağara daha inşa edilir. Artık dünyaca ünlü bir tarihi miras olan Lascaux mağarasını ziyaret eden milyonlarca insan, işte bu inşa edilmiş kopyayı ziyaret etmeye başlar. Baudrillard'a göre böyle bir durum, yani birebir kopya, iki mağarayı da yapaylaştırmış ve gerçeklik yok olmuştur.
Batı'nın mabetleri
Batı'nın gerçeklikle ilişkisini koparması ve bunu da tüm dünyaya dayatması şu an elimizde olan tek hakikat gibi görünüyor. Demokrasi, insan hakları, kültürel çeşitlilik, cinsiyet eşitliği gibi modern toplumun sınırlarını belirleyen ve bu ilkelerin merkezinde yer aldığını iddia eden Batı, bu üstünlüğü elinde tutabilmek için BM, AB, NATO, Hollywood vb. kurumlar inşa etti ve bu kurumların modern devletler tarafından tapılan, tek gerçek olarak bilinen ve referans merkezi olarak kabul edilen şaşmaz mabetler olması için çalışıyor. Gelinen noktada, büyük oranda başarılı da oldu gibi.
Ancak Baudrillard'ın dediği gibi artık üretecek yeni bir şeyi olmadığından ve kendini tekrar etmenin dışında bir çıkış üretemediğinden hakikat ile ilişkisini koparmaya başladı. Misal, kendini mülteciler üzerine inşa eden, gerek felsefi yaklaşımını gerekse iktisadi büyümesini bu değer üzerinden konumlandıran Batı, bugün kendisine sığınmak isteyen mülteci botlarını içindeki insanlarla birlikte batırmaktan çekinmiyor, tüm popülerliğini sınırları kaldırmaya borçlu olduğu halde sınırlarına duvar örebiliyor. Ancak bunu yaparken en ufak bir çelişki de hissetmiyor ve hissettirmiyor. Zira bu değerleri taşıma maliyeti, mültecileri kabul etme maliyetinden küçük. Daha az maliyetli olanın, akılcı ve pozitivist Batı için de makbul olduğunu bildiğimize göre, mültecilere karşı olan bu yeni barbar tutumun yeni hakikat olduğunu dünya kamuoyu olarak kabullenmekten başka çaremiz kalmadı.
Benzer bir durumu kendi ülkemizden Türkiye'den de verebiliriz. 1980'lerin sonunda ortaya çıkan ve yaklaşık kırk yıldır Türkiye'nin mücadele ettiği PKK terör örgütünün ürettiği şiddete karşı geliştirilen yeni yaklaşım da tıpkı Batı'nın mültecilere karşı geliştirdikleri yeni gerçekliğe benzer bir durumu ifade ediyor. Kendisini insan hakları kuruluşları olarak konumlandıran ve bu şemsiye altında yıllarca mücadele ettiğini ifade eden sivil yapıların, liberal ya da demokrat paradigmaya sahip olduklarını iddia ederek siyaset yapan siyasi partilerin ve bunlarla birlikte kendisini şiddet karşıtı, insan hakları savunucusu olarak kodlayan sözde aydın, sanatçı, yazar ve gazetecilerin, söz konusu PKK şiddeti olduğunda nasıl yeni bir gerçeklik ürettiklerine hep birlikte şahit oluyoruz.
Nesnel hakikatler önemini kaybetti
Her terör saldırısı sonrasında "Şiddet nereden gelirse gelsin…" diyerek özneyi silikleştiren ve terör örgütünün adını anmayarak gerçeği saklayan bir çaba içerisine girmeleri hakikatin anlamsızlaştığı çağa hızlıca ayak uydurduklarının en bariz göstergesi. Nitekim Türkiye'de mevcut iktidara muhalif olduğunu iddia eden ancak küresel iktidarın parçası olan bu yapılar, egemen küresel güçlerin hakikati anlamsızlaştırıp ortaya koydukları bu sistematik saldırıyı bire bir kopyalayarak bizlere hakikatin önemsiz olduğu bir dünya dayatıyorlar. Söylemlerinde insan hakları, barış ve demokrasi kavramlarını sıklıkla kullanan bu kesimler PKK şiddetine ve terörüne karşı en ufak bir iradi duruş göstermemelerine rağmen büyük bir özgüvenle hakikati belirleyebildiklerini düşünüyorlar.
Siyasi anlamda nesnel hakikatlerin önemini kaybettiğini, kamuoyu oluşumunda kişisel duygu ve düşüncelerin daha belirleyici olduğu durumu ifade eden "posttruth" da işte bu noktada çok kullanışlı bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Modern zamanların en barbar kamplarından biri olarak bilinen Guantanamo kampına sahip ve Afganistan, Irak gibi ülkeleri işgal ederek milyonlarca insanı katleden ABD'nin, ülkeler için insan hakları raporları yayınlaması ve bunu diğer devletlere karşı bir sopa olarak kullanması, mülteci haklarını yazan ve uluslararası alanda bunu savunan AB ülkelerinin mülteci botları batırması… Ya da sınırların kaldırılmasıyla küreselleşme çağını ilan eden Avrupa'nın sınırlara duvar örmesi, kendisini demokrat, insan hakları savunucu ve sivil olarak konumlandıran siyasetçi ve aydınların PKK terör örgütünün saldırılarını ve katliamlarını meşrulaştırarak insan hakları ve barış söylemlerini dillendirmesi tam da post truth döneminin yani hakikatin önemsizleştiği, yerini yeni hakikatlerin almaya çalıştığı bu dönemi çok iyi anlatıyor maalesef.
Post-truth dönemin siyaseti
Post-truth dönemini ve simülasyon kuramını en iyi kavratan siyasi olaylardan biri, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın her yıl insan hakları raporu yayınlamasıdır kuşkusuz. Vietnam, Afganistan, Irak, Suriye ve birçok bölgede yaygın ve sistematik insan hakları ihlalleri uygulayan, ülkeleri fiziki olarak işgal eden, milyonlarca sivilin ölümünden sorumlu olan bir devletin hiçbir ahlaki meşruiyete sahip olmamasına rağmen başka ülkeler için her yıl insan hakları karnesi yayınlaması Baudrillard'ın simülasyon kuramına çok iyi bir örnek.
Kendisine içkin olan hakikati yıkıp yerine kopya bir gerçeklik inşa eden ABD, böylelikle meşruiyet zeminini kendi tanımladığı bu yeni gerçeklik üzerine kurdu. Elindeki kitle iletişim araçları, bilgi ve algı üretim merkezleri sayesinde yeni kurulan bu meşru olmayan gerçeklik ise dünya kamuoyu tarafından sorgulanmadan kabul edilerek verili bir gerçek olarak algılandı. Bu yeni gerçeklikte, ABD'nin devletler hakkında insan hakları karneleri yayınlaması yadırganmıyor, meşru kabul ediliyor ve bununla birlikte söz konusu karnelere karşı devletler, kendilerini savunarak bu yeni gerçekliğin meşrulaşmasına yardımcı oluyor. Böylelikle yeni gerçeklik yeniden defalarca üretiliyor ve yerini sağlamlaştırıyor.
Post-truth olarak verilebilecek bir başka örnek ise uluslararası alana da yayılan 15 Temmuz sonrası darbecilerin kötü muameleye maruz kaldıkları yalanı. Söz konusu yalanın serüveni post-truth sürecini çok iyi özetliyor. 15 Temmuz darbe ve işgal girişiminden hemen sonra Uluslararası Af Örgütü'nün ilk açıklaması 16 Temmuz'da geldi. Açıklamanın başlığı: "Türkiye: Başarısız darbe girişimi sonrasında haklar korunmalı" şeklindeydi.
Ardından 19 Temmuz'da bir açıklama daha yaptı Uluslararası Af Örgütü. Bu açıklamanın başlığı da şöyleydi: "Darbe girişimi ve sonrasındaki baskının ardından insan hakları ağır tehlike altında." 25 Temmuz'da ise İngiltere'nin uluslararası alandaki "saygın" medya organı BBC şu başlıkla bir haber geçti. "Af Örgütü'nden Türkiye'ye 'dayak, işkence ve tecavüz suçlaması."
Hiç yayınlanmayan "güvenilir kanıtlar"
Haberin içeriğinde şu ifadeler yer alıyordu. "Af Örgütü, Türkiye'de 15 Temmuz'daki darbe girişimi sonrası gözaltına alınanların bazılarının dövülüp işkenceye maruz kaldığı yolunda güvenilir kanıtlar olduğunu bildirdi." Elbette sadece BBC değil, gerek ulusal gerekse de uluslararası medya bir anda konuyu bu şekliyle ele aldı. Zira, yüz milyonlarca dolar bütçesiyle ve yıllara sair kurumsal güvenirliğiyle Uluslararası Af Örgütü bir şey demişse bu, yeterliydi onlara göre.
Ancak o günden bugüne Uluslararası Af Örgütü elimde var dediği "güvenilir kanıtlar"ı hiçbir zaman açıklamadı ve bu konuyla ilgili tek bir delil, fotoğraf, ses kaydı, karşı ifade, tutukluların şikâyeti, doktor raporu, görgü tanığı ortaya koymadı. "Güvenilir kanıt" kavramı dünya kamuoyu için yeterince güvenilir oldu çünkü. Zaten Af Örgütü'nün post-truth çağda bu somut kanıtlara da ihtiyacı yoktu. Zira Af Örgütü söylediyse doğru kabul edilmeliydi. Merkezi Londra'da bulunan ve yüz milyonlarca dolar bütçeye sahip olan Af Örgütü de simülasyonun bir parçası ve sistemin sigortası olarak işlev görmekteydi.
Bu arada Af Örgütü ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında geçen tartışmayı da yeri gelmişken netleştirelim. Cumhurbaşkanı Erdoğan 2016 ağustos ayında Baro Başkanları'na yaptığı konuşmada, Af Örgütü'nün darbeciler için endişelenmesini eleştirdi. Af Örgütü de "biz ilk önce darbeyi kınadık" minvalinde açıklama yapmıştı. Ancak yukarıda da alıntıladığım üzere ilk açıklamaları 16 Temmuz'da oldu ve darbeyi kınamak bir yana darbecilerin mesnetsiz işkence iddialarıyla endişe duydular. Dolayısıyla gerçek olmadığı halde Af Örgütü etkin küresel kamuoyu etkileme gücü dolayısıyla, 15 Temmuz'u kınamış bir insan hakları kuruluşu olarak kayıtlara geçti. Bu da çok açık bir post-truth örneğidir.
Don Kişot misali bir mücadele
Dolayısıyla Uluslararası Af Örgütü'nün Türkiye'deki iktidarı sıkıştırmak için ortaya koyduğu "darbecilere kötü muamele oldu" algısı post-truth süreçte uluslararası medyada kendine geniş yer buldu. Daha sonra bu konu, Af Örgütü'nün bu yalan söyleminden ve "saygın" BBC gibi kurumların haberlerinden alıntı yapılarak uluslararası insan hakları raporlarına girdi.
Ancak gerçek olmayan bu bilginin posttruth serüveni burada da bitmedi. Zira Af Örgütü'nün hiçbir somut delili ve gerçekliği olmayan bu yalanıyla hazırlanan uluslararası raporları okuyan gazeteciler, araştırmacılar bu gerçek olmayan bilgiyle birçok makale, köşe yazısı, akademik tez, düşünce kuruluşları için rapor, haber ve sosyal medya paylaşımı yapmaya başladılar.
Hakikatin yok edilmesi süreci burada da bitmedi elbette. Af Örgütü'nün gerçek olmayan açıklamalarını referans alarak hazırlanan raporu okuyan ve köşe yazısı yazan gazetecinin okurların da zihni post-truth sürecinden geçti. Daha sonra bu zincir böyle devam etti maalesef. Bilginin ilk çıkış noktasına geri dönmek epey zahmetli bir uğraş olduğundan ve post-truth döneminde yaşadığımızdan gerçek uluslararası alanda Af Örgütü'nün kurduğu şekliyle algılandı.
Modern toplumların en büyük sorunsalı kuşkusuz neyin doğru neyi algı, neyin yeniden üretilen gerçek neyin esas gerçek olduğu ile ilgili. Ne yazık ki bu sorun, insanlık tarihi kadar eski olmasına ve insanlığın her alanda gelişmesine rağmen sürekli derinleşiyor ve bizi yaralıyor. Hakikat için verilen mücadele, bir kısım azınlık tarafından Don Kişot misali sürdürülüyor. Türkiye de bugün bu işin merkezinde yer alıyor.