Yeni bir dünyaya dâhil olma çabası bildik kavramsal çerçevelerle ilerleme gücünü zayıflatıyor. Artık iyice gündelikleşen makulleştirme politikaları sık sık eski dünyanın bittiğine bizi ikna ediyor; şimdinin ve geleceğin önümüze çıkardığı/çıkaracağı gerçekliğe uyum sağlamak için kendimizi biraz daha zorlamamız gerektiğini hatırlatıyor. Öyle ki sahici olanın hangisi olduğu sorusu bile manipülatif sorgulamalar eşliğinde anlamını yitiriyor. Giderek bugünün dünyasını yabancılamayan bir tür aşinalık içinde eldeki günü kurtarmaya yöneliyoruz.
Dünyanın yeni hâlleriyle birlikte fark etmeye başladığımız farklılık ondaki içkinliği moderniteye, kapitalizme ve belki de Aydınlanma'ya kadar götürülebilen kendine has bir tarihsellikten ve kronolojiden besleniyor. "Bildiğimiz dünyanın sonu"na geldiğimiz vurgulanırken "elimizden kaçıp giden dünya"ya karşı hayıflanmalarımız da bizi nostaljiyle yetinmeye zorluyor. Her durumda gelenek ve modernlik bağlamında dikotomik bir gerilim ekseninde ele alınıp tartışılan yeni birtakım yapılarla karşı karşıyız.
Kavramlar öncelikli olarak hayatı karşılamayı kolaylaştırır. Onlar aracılığıyla sadece anlam alanımızı derinleştirip genişletmeyiz, yanı sıra bize epeyce sırlı ve gizemli gelen şeylerin büyüsünü de ortadan kaldırmış oluruz. Kavram üreticileri üzerimize sinmiş yabancılıkları ortadan kaldırır, olan/olagelen her ne varsa bütün bunların bireysel ve toplumsal dünyadaki karşılıklarını çözümleme konusunda bize katkıda bulunur. Böylece tedavüle giren kavramlar sayesinde içinde yaşadığımız dünyanın garabetinden kurtuluruz; artık adı konulmuş şeyler dünyasında yaşamakta ve gezinmekteyizdir.
Teşhire meşruiyet kazandırmak
Gösteri toplumu da bu bağlamda ele alınması gereken açıklayıcı sözcükler arasında yer alır. Bu bağlamda teşhir de görünme arzusu da yeni bir kavramsallaştırma içinde ele alınmayı gerektiren bir farklılık içinde toplumsala dahil olur. Guy Debord'un 70'lerin dünyasında gündeme getirdiği çalışması genelde kehanet olarak görülmeye fırsat veren sıkı öngörüsüyle yetkin bir kavramsallaştırma çabası olarak değerlendirilebilir. O gün bugündür sosyal bilimcilerin yaygın bir ilgi ve cesaretle kullandığı "gösteri toplumu" kavramsallaştırması artık içinde yer aldığımız ve kimseyi dışarıda bırakmaya fırsat vermeyen bir gerçekliği kuşatıyor.
Geleneksel İslam toplumlarında birbirini besleyen ve çoğaltan türlü dinî formlar içinde şekillenen gündelik hayat tasavvurlarından herhangi birini merkeze alarak bugün deneyimlendiği biçim ve hâlleriyle "gösteri" ve "teşhir"e bir meşruiyet kazandırmak mümkün görünüyor. Gerçi sıra dışı durumlar hiç de eksik olmaz, debdebeli hayat tercihleri yabancısı olunmayan tercihler arasındadır. Ancak bu yöndeki ilgiler gündelik hayatın denge ve kıvamını oluşturan referans değerleri nezdinde sıklıkla takbih edilmiştir. Lüks tüketim, gösteriş, ahireti ihmal etme, maddi olana tamahkârlık, sosyal statü arayışında maneviyatı göz ardı etme her zaman azgın bir hakikat ihlali olarak kodlanmış ve ısrarla reddedilmiştir.
Dönemsel ahlak kitaplarında gündelik hayatın akışına ilişkin olarak ortaya konan tasavvurlarda her şeyden önce dindarlık kulla Allah arasındaki ilişkide karar kılması gereken bir düzey farkındalığı olarak öncelenir. Dindarlığın içerik ve biçiminin belirlendiği merci kuşkusuz ondan beklenen ecir ve sevabı da değerlendirecektir. Gelenek içinde dindarlık Allah ile kul arasında özsel bir bağlılıktır ve bittabi O'na dönmek gerekir. "Takva" kavramıyla ifade edilen ve kulluğu Allah'a hasredilmek olarak tayin eden, kurucu tasavvur olarak takdim eden zihniyet yapısında sahteliğin, gösterişin ve ikircikli bir yönelimin karşılığı yoktur.
Sınır tanımaz bir sulta karşısında dindarlık
Erken dönem Müslüman tahayyülünde dünyayla kurulan ilişkinin biçimlendirilmesine yönelik tercihlerde tasavvufun önemli bir geçit noktası olarak değerlendirmeye alınması oldukça önemlidir. Hâlbuki bugünün dünyasında sufiyane tavırların bile gösterişe tahvil edildiğinin kolaylıkla gözlemlenebildiğini söylemek gerekir. Oysa başlangıç itibariyle tasavvufa meyletmenin önemli nedenleri arasında ilk dönem yönetici-sultanlarında açıkça ve sıkça görülen şatafatın, dünya malına düşkünlüğün ve sahip olunan saltanatın yaslandığı zemini maneviyattan koparacak ilgilere yönelik tamahkârlıkların tiksinti uyarıcı şirretliğinin yer aldığını biliyoruz.
Dinin asli boyutlarını ihmal etmeyi gündelik hayat müfredatına pek çok noktada dâhil etmeyi başaran sınır tanımaz bir sulta karşısında hayatın anlamını, zamanın sıradan gerekliliklerini dini referans dünyasının mirası üzerinden sorgulayarak aşmaya çalışan pek çok sufi takva sahibi olarak hayatı devam ettirebilmenin çaresini otoriteye ve onun tebcil ettiği hayata uzak durmakta bulmuş olmalıdırlar. Tasavvufun dini Allah'a hasretmek söz konusu olduğunda geleneksel dini hassasiyet zincirinin önemli halkaları arasında yer aldığının hatırlanması yerinde olacaktır.
Klasik Müslüman toplumu Şeriat hükümleri içinde yaşayarak hayatını estetize etmeyi başarır. Ulema dinle hayat arasındaki olası gerilim noktalarını içtihat aracılığıyla aşmaya çalışır. İçtihat yapabilme yetkisi sahibine onlarca yeterliliğin yanı sıra takvayı da zorunlu kılar. Hayatın akışını eş zamanlı bir şekilde takip eden tipik bir âlimden hem kendi kişisel dindarlığında tutarlı bir yol tutturması hem de Müslüman cemaate örneklik ve rehberlik etmesi için gerekli bir temsile sahip olması beklenir. Hiç kuşkusuz burada itikat, ibadet, ahlak ve sosyal hayatta tutulacak istikameti belirlemeyi sağlamak üzere oldukça geniş bir muhayyile içinde ancak değerlendirilebilecek fıkıh kavramını dikkate almak gerekecektir.
Değişimden nasibini alan din tasavvuru
Müslüman tasavvuru da başka diğer gelenekli formlar gibi modern dünyanın değişim konseptinden nasibini aldı.
Dünyanın gidişatını kavrama ve ona gerektiğinde müdahil olma ihtiyatlılığından çoktan vazgeçildiği söylenebilir. "Din her şeyin üzerindedir" ifadesi bugün bir aforizma cümlesi olarak baş tacı ediliyor ancak bu hâkim üstenliğin uygulamada güncel ve sürdürülebilir bir karşılığına tanık olmak giderek zorlaşıyor. Hayatın, insanın ve evrenin anlamına ilişkin anlatılar artık dönüşüme maruz kalıyor, yeniden inşa ediliyor, kuşatıcı ve besleyici paradigmatik modeller ancak bir araştırma nesnesi ya da sermaye oluşturmaya imkân veren bir meta olarak gündeme gelebiliyor.
Zihniyet yapılarındaki alt üst oluşları gerekçelendirmek zor değildir. Değişim en başta zihinde gerçekleşmekte, dünün ahlaki ya(p)tırımları bugün bir başka zaviyeden okunmaya başlanıyor. İmrenme, taklit, peşine takılma ve içselleştirme genel ikna edişlerle birlikte hayatın akışını yeni bir gramere tabi kılıyor. "Dünyayı nasıl karşılamak gerekir" sorusu ona layığı veçhile uymak ve hatta onu bilfiil tüketmek şeklinde cevaplandırılmaya başlandı.
İşin ilginç tarafı bu cevabı verenler arasında hatırı sayılır düzeyde dinî söylem gruplarının da yer aldığı görülüyor. Gerçekten de dün gerek din gerekse ahlaki çerçeveler içinde reddedilen, en azından yadırganan davranışların çoğu şimdilerde kabul gören bir teslimiyete dönüşüyor. Gösteriş artık yadırganmıyor, geçmişte riyakârlık olarak tescillenen davranışlar şimdilerde görünürlüğün belli başlı mecraları arasında yer alıyor.
"Salih amel"i sahtesinden ayırmak
Din olarak İslam en başta sadeliği, mütevazılığı ve meşru olanı değerli kılmasıyla başka diğer dinlerle arasına esaslı bir fark koyar. Sağlam ve istikamet sahibi bir dindarlığın sadece topluma değil Allah'a da hesap vermesi gerekir. İnsandan sadece kendine değil toplumsal ilişkilerine ve dini hayatına da çeki düzen vermesi beklenir. Bu düzenlemede asıl olan niyettir ve çok kere "salih amel"i sahtesinden ayırma noktasında yaşanan gerilimi aşmanın bir yolu olarak işin doğrusunu Allah'a havale etmek tercih edilir. Gerçekten de insanların hangi işi hangi niyetle yaptıkları konusunda bir değerlendirmede karar kılmak kolay değildir, cesaret ister.
Bununla birlikte toplumsal normlar, adet ve itiyatlar sahteliği, yalanı, riyakârlığı türlü çeşitliliği içinde tanımlar ve açık bir değerlendirmeye tabi tutar. Bu nedenle tipik bir dindar toplumsal yapı içinde gerek dini gerekse ahlaki gerekçelerle tanımlanmış netameli davranışlarla arasında ciddi bir sınır koymak durumunda.
Bugün bu sınırların yeni kamusal meşruiyetler eşliğinde mevcut dalgalanmalara bağlı olarak esaslı bir şekilde aşındığını ve bu durumun sadece seküler muhitler içinde değil dindar kesimlerde de kendisine karşılık bulan kontrolsüz bir akışa fırsat verdiğini söylemek gerekir. Dindarlığın kamusal görünüme yönelik vurgularını başlangıçta Türkiye gibi kimi Müslüman toplumlarda yaşanan politik süreçlerin bir dışavurumu olarak okumak mümkünse de günümüzde ortaya çıkan durum bütün bu bağlamlardan ayrı bir şekilde ele alınmayı gerektiriyor. Dinin sosyal hayattan tecrit edilmesiyle karşılık bulan yoğun siyasi baskılar içinde dinî temsillerin ısrarla gözden çıkarılmasını önceleyen seküler tahayyül gerçekten de tashih edilmiş bir kamusal yaşam beklentisi içinde dinî ve manevi olana karşı sahici bir tecrit ve kuşatma gerçekleştirmişti.
"Takva" bile görsele tahvil edilebiliyor
Bugün yaşanılan fiili durumun yukarıda sözü edilen tarihseltoplumsal yapıyla ilişkisi ne düzeyde işliyor, bunu da atlamadan tartışmak gerekir. Dinin yeniden dönüşünde sahip olduğu "görünür" teçhizatın sekülerleşmeyle atbaşı gitmeye hazır yanları bu dinin nasıl olup da bir din olarak kalabildiği konusundaki pek çok samimi soruyu harekete geçirmiş durumda. İdeolojik, radikal ya da mistik vurgularıyla dolaşıma giren temsiller bugün dinîlik iddiasıyla "piyasa tutmakta", maneviyat arayışı içinde kendini bulmak isteyenler için bu mecralar esaslı bir melce oldukları yönünde propagandaya tevessül ediyor.
Bir başka açıdan bakıldığında dindar-muhafazakâr kesimler arasında yaygın bir şekilde itibar görmeye başlayan temsil ve uygulamaların aslında "gösteri toplumu" olarak algılanan yeni sosyallikler dünyasından ayrı düşen bir tarafı da bulunmuyor.
Hatta dini vurgunun daha geniş kitlelerde karşılık bulmasını arzu eden bir zihniyet, dinsel olanı alabildiğince görsele boğan ve yediren yeni bir idrak biçimine yönelmeyi tercih ediyor. Dinî merasimlerin değişen doğası, Allah'la kul arasında kalması arzu edilen "takva"nın bile görsele tahvil edilmesiyle birlikte çok kere artık şaşırtıcı olmakla kalmayan yeni bir durum stratejik bir manevranın da ötesine taşarak fiilî bir yaşama desenine dönüşmüş durumda. İslam'ın erken dönemlerinde tasavvufun bir geri çekilme ve dinî duruma sessizce el koyma şeklinde okunabilecek eleştirel tavrı bugün de kendini ortaya çıkaracak kanalların olgunlaşmasını beklemektedir.
Maneviyatını kaybetmiş bir dinselliğin çekim gücü bir tüketim arzusundan daha fazlasına hitap etmemektedir. Din de ister söylem ister uygulama düzeyinde olsun göründüğü ölçüde fark edilen tüketildiği ölçüde aranan şekilsiz bir düzeye indirilmiş görünüyor. Bu süreç kendine mebzul miktarda karşılık bulan gösteri temelli dinselliğe karşı takvayı her daim merkezine alan ve sahih yaşama üslubuna duyulan ihtiyacı her geçen gün daha bir yoğunlukta aranılır kılan bir hissiyata olan özlemi mütemadiyen pekiştirmektedir.
*Dr., ilahiyatçı akademisyen – yazar