Birdman filmindeki bir sahne insan davranışlarına yön veren esas saikin ne olabileceği hakkındaki düşüncelerimi gözden geçirmeme yol açmıştı. Öteden beri farklı kaynaklardan oluşturduğum kanaatlerime bakarken şunu merak ediyordum: Dinler ve metafizik insanın aşkınlığı, içinde sakladığı hazinenin kıymeti, teorik ve pratik yetkinliklerle varabileceği entelektüel seviye hakkındaki iddialarında abartılı mı hareket ediyorlardı?
Haddizatında kadim geleneklerin insan hakkındaki düşünceleri "hümanist" başkaldırılara varlığını borçlu olan modern insana abartılı ve hayal ürünü gelmiştir. Modern akıl için bütün bunlar, ya edebiyat veya sanata malzeme yapılarak "estetik" yönden yararlanılacak "akıl dışı" malzemelerdir veya büsbütün reddedilmelidirler.
Galileo'nun "dünyanın evrenin merkezi olmadığı" iddiası gerçekte böyle düşüncelerin ve iddiaların ne yolla yıkılabileceğinin en önemli örneği idi: Dünya evrenin merkezi değildi ki insan varlığın gayesi ve en değerli üyesi olabilsin. Çağdaş düşüncede insan olabildiğince basit ve anlaşılabilir dürtülerce yönlendirilen, iradesi bazen bebeklik evresinden gelen bilinçdışından onu etkileyen bir hadise tarafından yönlendirilen bir varlıktır.
Bir romanında Sartre "kağıdı yere düşürmüştüm, onu almak için tereddüt ettim, sonra bu düşünce akşama kadar zihnimi meşgul etti" derken irademizi yönlendirebilen basit dürtülere dikkatimizi çeker. Ne kadar iddialar ve arzular barındırırsak barındıralım, "biz böyleyiz ve bu kadarız" der, modern düşünce.
Filmdeki sahne bütün bunları düşünmeme yol açarken gerçekte bizi yönlendiren saik veya saikler nelerdir diye düşündürmüştü.
İzleyenler hatırlayacaktır, eski şöhretini yitiren bir oyuncunun yaşadığı büyük travma ustalıkla işleniyordu filmde. Oyuncu şöhretini tekrar elde edebilmek için sürekli çaba gösteriyor, birçok yola başvuruyor, fakat bir türlü eski şöhret geri gelmiyordu. Bu amaçla başvurduğu yolların en şaşırtıcı olanı ise bir tabanca ile burnuna ateş etmesiydi. Sahnede kurusıkı tabanca ile yapması gereken işi gerçek silah kullanarak yapmış, gazete sütunlarını doldurabilmek için gerçek mermi ile burnunu dağıtmıştı.
İnsan insana aynadır
Günümüzde böyle hadiseler insanları pek şaşırtmıyor, sürekli anlatılan ve anlatıldıkça abartılan hadiseler herkes tarafından kanıksanır oldu. Lakin filmde beni esas etkileyen sahne burası değildi. Beni etkileyen sahne, adamın karısı ile yaptığı konuşmadaki sözleriydi. Karısı kocasını kınarken bir eş ve annenin söyleyebileceği şikayetlerle "bizimle ilgilenmedin, çocuklarınla ilgilenmedin" gibi işine düşkün insanlara söylenebilecek sözleri söylüyordu.
Adam bir durdu ve yaşadığı derin krizi anlatmaya başladı: "Geçenlerde bir yere gidiyordum. Uçak türbülansa girdi, herkes uçak düşecek diye paniğe kapıldı, korku ile çığlıklar atmaya başladı. Ben ise uçak düşecek diye korkmadım." Karısı "Peki sen neden korktun?'" diye sorunca, adam şöyle dedi: "Ön koltukta George Clooney oturuyordu. Uçak düşer de sen benim ölüm haberimi Clooney'in içinde bulunduğu uçak düştü diye başlayan bir haberden okursun diye korktum."
Böyle düşüncelerin veya arzuların ender gerçekleşmesi veya birkaç kişide görünüyor olması içimizde olan biteni anlamaya katkı sağlaması bakımından yeterlidir. Biliriz ki, herhangi bir insanda olan şu veya bu derecede bizde de gözükebilir, her insan ötekinin aynasıdır, her bir insan ötekinde saklı kalan yönlerin gözlenebileceği bir zemindir. Hz. Peygamber bu nedenle "mümin müminin aynasıdır" derken bu hadis-i şerifi insan insana aynadır şeklinde okumak için hiçbir engel yoktur.
İnsanı yönlendiren en güçlü saik
Şimdi yaşadığım tereddüde tekrar döneyim: Müslüman düşünce veya herhangi bir kadim felsefe insandaki sorunu bu şekilde sahici ve gerçekçi şekilde tespit edebilmiş olabilir mi? Yoksa dinler insanla ilgili telakkilerinde üstünkörü mü hareket etmiş, bizi gerçek dışı birtakım sorunlara yönlendirmekle esas meselemizi göz ardı mı etmiştir?
İlk soruya olumlu cevap vereceğimiz şekilde, insan sorununu birçok yönüyle görebilmiş, bunu sahici bir şekilde ortaya koyabilmiş dememiz mümkün. Bununla birlikte insanı yönlendiren saikleri ifade ederken başka kavramlar kullanmış olabilirler, bu hususta ampirik yol ve yöntemlerden hareket etmemişlerdir. Bununla beraber bilhassa tasavvuf metinlerinde insanı yönlendiren saikler, bilhassa bunların arasında "görünme" arzusu başta olmak üzere, birçok konuda çağdaş insana katkı sağlayabilecek ileri düşünceler söylemişlerdir.
Bu meyanda insan davranışlarını yönlendiren saikler arasında -Freud'un libido teorisini hatırlatırcasına- "şehvet" veya "heva gücü" başta zikredilirken başka birtakım hususlar da dile getirilmiştir. Metafizikçi sufilerin yaklaşımına göre insanı yönlendiren en güçlü saik, insanın kendisine ve varlığına duyduğu büyük tutkudur. İbn Arabi'nin anlatımı ile "arzu gücü olmasaydı insan Tanrı'ya bile ibadet etmezdi." Bazen bu saik, iktidar arzusu şeklinde anlatılabilir. Büyüklük duygusu veya üstünlük iddiası her şeyin sebebi kabul edilirken buna işaret edilir. Velhasıl insanın içindeki dürtüleri ve onu yönlendiren saikleri dile getiren birçok açıklama ahlak metinlerinde yer almıştır.
İmajlar ve hakikatler: "Ben kimim?"
Metafizik görülen dünya ile bilinen- akledilen arasındaki karşıtlık üzerine kurulan bir düşünceden yola çıkar. Bir yerde bir hakikat vardır fakat hakikat burada veya şurada değil, henüz ulaşmadığımız bir yerde olmalıdır. Hakikat derken başta insanın kimliği ve mahiyeti olmak üzere, her şeyin ve her olgunun gerçek mahiyetinden söz ediyoruz; "burada" veya "şurada" derken de söz gelimi insanın eklentiler ve ilişkilerle somutlaşan kimliğini kastediyoruz.
Bir insanın hakikati görünen ve idrake konu olan varlığının ötesinde bir yerde olmalıdır, izafet ve ilişkiler manzumesinin ötesinde bir gerçekliğe sahip olmak insanın gerçek tanımını bize verir. Üstelik bu hakikati idrak etmekte ben kimsenin tanıklığına muhtaç değilim, beni ben kılan esas ve gerçek şey bu hakikattir.
Şu soruyu sormadan metafiziğin yapmak istediğini anlayamayız: Bu eklentiler üzerinden bize giydirilen-giydiğimiz, hepsinden önemlisi kabullendiğimiz kimlikler silinseydi, geride ben diye bir şey kalabilir miydi? Dinde özellikle hac ibadeti, eklentilerin ötesinde geride kalan nedir sorusunu anlamak üzere icra edilen bir ibadettir, bunu biliyoruz.
Hacdaki tavaf, üzerimize giydiğimiz kimliklerin tek tek sökülerek geride kalanın ne olacağını görebilme cesaretiyle yapılan bir ibadettir. Orada dönerken çözdüğümüz şey, hakikatimize giydirdiğimiz kisveler, Nasreddin Hoca'nın ifadesiyle kürklerdir. Hacca giderken şunu merak ediyoruz: Kürkleri çıkarınca veya lakaplardan geçince, geride bir şey kalacak mıdır kalmayacak mıdır? Metafizikte nesneler, hadiseler ve varlıklar üzerinde hakikat ve mahiyet araştırmasının amacı insanın kendisi hakkında açık ve seçik bir fikre ulaşmasıdır. Bu yönüyle geçek sorumuz bütün bu eklentilerin, görünümlerin ötesinde benim bir varlığım var mı yok mudur sorusudur.
"Ben" lehine "gerçek ben"i ihmal etmek
Burada insanın yaşadığı krizi anlatmak üzere iki tabirden yararlanmak mümkündür: İsim ve lakap karşıtlığı. İsmimiz bizi öteki insanlardan ayrıştırmak üzere bize verilen özel adımızdır. Burada ismin doğru verilmiş olup olmasının bir önemi yoktur; her birimiz isimlerimizle özel bir alan kazanır, özel bir şahsiyet ile öteki insanlardan ayrılırız. Kadim toplumlarda ve onun devamı olmak üzere tarikatlarda "ikinci isim" meselesini bu meyanda hatırlamak gerekir. İkinci isim, bir insanın hakikatine mutabık olarak bilgenin /şeyhin verdiği isimdir. Bu bakımdan ismin amacı ayrıştırmak, yani bir temyiz ve hakikate işaret etmektir.
Bu bakımdan isimler her birimizi ötekinden ayrıştırma görevi görürken aynı zamanda hakikatimize giden yol haline gelirler. Buna mukabil bir de lakaplar vardır. Lakaplar iyi veya kötü olmak üzere algılanışımız üzerinden bize verilen isimlerdir. Bu lakapları biz seçmedik, bize bunlar toplum tarafından verildi. Algımızda hiç dahlimiz yoktur denilemez, fakat lakaplarla birlikte artık ismimiz "isim" olmaktan çıkarak lakabın bir parçası haline gelir, bizi anlatmak yerine görünen "ben" lehine "gerçek ben"i ihmal etmek üzere bize yüklenirler. Her halükarda lakaplar bir sosyal kimlik olarak bizi betimler, sınırlayarak bize bir davranış kalıbını dayatır.
Din lakapların insanı ifade etmede eksik olabileceğini ve genellikle tahkir içerebileceğini söyleyerek lakapları bırakmamızı ister. "Birbirinize lakaplar vermeyin" demek, insanın insana dikkatle yönelmesi ve onun imajı üzerinden değil hakikatine yönelerek tanımasını istemek demektir. Bu yönüyle insanın bir hakikat sahibi olduğuna inanması ve her ne olursa olsun bundan tereddüde kapılmaması "insan" olmanın getirdiği ahlaki bir görevdir. Üstelik bu durum, yani kendi hakikatimizi kendimizin bilmesi başkasının tanıklığına ihtiyaç duymadan yerine getirilmesi gereken bir iştir.
Algı ve imaj gerçekliğin önünde
Haddi zatında insanın kendisi hakkında böyle bir bilinç sahibi olması ve kendisini muteber sayması ahlakın amaçlarından birisidir. Buna mukabil insanın öteki insanların beğeni ve takdirine bağlanmış itibari varlık olarak kendini kabul etmesi ise ikiyüzlülük başta olmak üzere birçok ağır tabirle itham ettiği en büyük zaaftır. Gerçekte insanın kendisine bu şekilde bakmış olması, öteki insanın gözündeki varlığını yani görünümünü gerçekteki varlığına yeğlemesi demektir. Bunun nedeni ise insanın içindeki başka bir zaafın onu yönlendirmesidir: İktidar ve güç tutkusu.
Filmde oyuncunun tutkulu olduğu şey başka insanların gözündeki itibarı ve bunun kendisine ihsan edeceği görece iktidar duygusudur. Bu iktidar duygusunun gerçek olup olmaması onu henüz ilgilendirmiyor, fakat onu elde edene kadar en büyük tutku olarak insanın bütün davranışlarını yönlendiriyor.
Modern çağ imajı ve algıyı gerçekliğin önce önüne alıp sonra yegâne gerçeklik olarak dayatarak insanın kendini düşünme zeminini ortadan kaldırdı. Artık herkes bir imaj haline gelir, her insan kendi gerçekliğini çevresinin tanıklığından öğrenir oldu; herkesin varmak istediği yer ötekinin beğeni ve takdiri oldu. Kadim düşünceleri hatırlamamız gereken yer tam olarak burasıdır: İmajın ötesinde veya lakapları aşan bir ismimiz var mı yok mu?
Tasavvuf düşüncesinde ahlakın en ciddi konularından birisi imaj ve algıya bağlı "ben" ile "gerçek ben" arasındaki çelişkide insanın alacağı tutumdur. Özellikle tasavvuf insanın imaj üzerine kurulan arzularını "riyakarlık" kabul ederken bunu belki bütün ahlakın en ciddi tehdidi kabul eder. İmajı gerçek yerine koymak, haddi zatında, içimizdeki iktidar arzusunun bizi yönlendirmesi, fakat acele hükümlerle yanlış yönlendirmesidir.
Gerçek iktidar ancak gerçek var oluş yolunda bulunabilir. Tasavvufun en önemli ilkelerinden birini teşkil eden melamet tam da budur: Melamet insanın hakikate giden yolculuğunda imajları aşarak mutlak ferdiyete bir ben olarak gidebilecek cesareti göstermektir. Bunun için sufiler "ar ve haya şişesini taşa çalmayı" ahlakın olmazsa olmaz şartı sayarlar.