Başak Burcu Eke: Sen Hiç Albız Gördün Mü? Türk Mitolojisi ve Destanlarındaki Kötücül Ruh

Sen Hiç Albız Gördün Mü? Türk Mitolojisi ve Destanlarındaki Kötücül Ruh
Giriş Tarihi: 25.11.2021 15:23 Son Güncelleme: 25.11.2021 15:23
Artık kıimse birbirini “Sen hiç albız gördün mü?” diye korkutmuyor. Ama ne olur ne olmaz diyerek kendimizi istemsizce iki kez tahtaya vururken yakalıyoruz. Yeni çağın kötücüllerini gördükçe toplumsal hafızamızın derinliklerinde saklı albız korkumuzdan kopamıyoruz.

Bir insanı en iyi korkutacak kişi kendisidir. Küçük bir çocukken uyumadan önce, tavana ve duvara yansıyan belli belirsiz gölgeleri bir şeylere benzettiğiniz zamanları düşünün. O gölgeleri en büyük korkularınıza dönüştüren sizdiniz. Kültürler için de durum aynı aslında. Her kültürün kendine has bir korkusu var. Bir kültürün en büyük korkusu soğuk kış olurken diğerininki balıkların tükenmesi olabilir. Peki, bizim kültürümüzün en büyük korkusu nedir? Biz en çok neyden korkuyoruz? Belki bu soruyu "Eskiden neden korkardık, şimdi neden korkuyoruz?" şeklinde sormamız gerektiğini düşünebilirsiniz ama bence çok bir fark yok. Gördüğümüz ve dokunduğumuz dünyaya ait olanlardan ziyade göremediğimiz ve dokunamadığımız dünyaya ait olanlardan korkmuşuz her zaman. Hastalıktan çok korkmamızın temelinde de bu yatıyor. Kurtuluş Savaşı'nda teçhizat olarak kendinden daha donanımlı düşmana karşı korkusuzca savaşabilen bir kültürün soğukta kalıp üşütmekten korkması ya da 1071 Malazgirt Ovası'ndan anlı şanlı Doğu Roma ordusunu tarumar eden bir kültürün bebeklerini 40 gün dışarıya çıkarmaması tuhaf değil mi?

Eski dönemlerde Türkleri ziyarete gelen seyyah ve elçiler de bu durumu anlayamamışlar. Avusturya elçisi olarak Osmanlı topraklarına gelen ve gördüklerini aktaran Busbecq, savaş meydanındaki korkusuz Türklerin soğuktan korktuğu için kat kat giyinmelerini pek garipsemiştir. Çünkü Türkler savaşarak yenemeyeceği kötü kimsenin ve mücadele ederek alt edemeyeceği kötü bir durumun olmadığına inanır. Türk kültürüne göre kötü ile kötücül birbirinden farklıdır. Kötü bu dünyaya, kötücül ise öte dünyaya aittir. Kötü bir an geldiğinde iyi bir davranışta bulunabilir. Kötü ile barışmak, anlaşma yapabilmek mümkündür. Ama kötücül olanın ruhu ve yüreği taş kesmiştir. Her eylemi kötüdür. Kötücül ile uzlaşabilmeniz mümkün değildir. Kötücül ruhunuzu, aklınızı ve gönlünüzü ele geçirip tamamen sömürmeden sizi bırakmaz. Türk kültüründe hastalıktan korkulmasının sebebi bu kötücül güç ile olan bağı nedeniyledir aslında.

En korkulan kötücül: Albızlar

Türk mitolojisi ve destanlarına baktığımızda en çok korkulan kötücüllerden biri, hastalıkların da sebebi olarak görülen albızlardır. Türk mitolojisine göre kötü ruhlar yeraltı dünyasından gelmektedir. Çok az kısmının gökyüzünde yaşadığına inanılır. Kötücül dünyanın ve ruhların asıl kaynağı Erlik'tir. Erlik Han yıkıcıdır. Düzen ve barıştan hoşlanmaz. Her türlü hastalık, kuraklık, kıtlık, hayvan ölümleri gibi kötülüğün Erlik'ten geldiği kabul edilmiştir.

Albızlar ise Erlik'in çekiç ve örsünün vuruşu ile ortaya çıkmıştır. Albızlar, Yakutlarda "Abaası", Uygurlarda "Alvasti", Kazan, Tatar ve Başkurtlarda "Biçura" olarak anılmıştır. Hangi isimle anılırsa anılsın albız kötücül bir ruhtur. Orhan Acıpayamlı hocaya göre, Akdeniz'den Çindenizi'ne, Kuzey Denizi'nden, Hint Okyanusu'na kadar uzanan bölge içinde nerede Türk varsa orada albız ile ilişkili bir ize rastlanır. Türk kültüründe yaşam, dikotomik yani siyah-beyaz şeklinde ayrım yapan ikili mantık ile değil, hem o hem öbürü şeklinde çoklu mantık esasında yorumlanmıştır. Yani olayları ve kişileri bağlamında değerlendirmek esastır. O yüzden al ya da kara gibi renkler Türk kültüründe olumlu sembolik anlama sahip olabildiği gibi olumsuz içerikte de olabilir. Albız kelimesindeki "al" ile Alhan kelimesindeki "al" aynı sembolik içerikte değildir. Tıpkı kötücül ruhların yaşadığı yerleri anlatmak için kullanılan renk olarak "kara" sembolizminin Gazneli Mahmud'a Kara Han unvanı verilmesi ile aynı olmaması gibi. Türk kültüründe aşırı genellemeler yapamayız. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Bir neşter ile birinin hayatını da kurtarabilirsiniz birinin canını da alabilirsiniz. Sonuç neşterin ne niyette kimin kullandığı ile ilgili değişken durumdur.

"Ateş" ve "ocak" merkezli inanış

Albızların çıkış noktası "ateş" ve "ocak" merkezindeki inanıştır. Ateş ve ocak kutsaldır ve çok yönlü bakışa sahip Türk kültüründe kut ile ilişkisini doğru kuranlar olabildiği gibi kut ile arasını bozanlar da vardır. Albızlar ateş ve ocak ile ilişkili olsalar da kötücüllükleri nedeniyle kut dışında kalmışlardır. Albızlar insanların aklen, fiziken ve ruhen en zayıf düştükleri anları kollarlar. Bu zamanlar kötücül ruhlar için bulunmaz fırsattır. Ve en büyük silahları hiledir. Hileye başvurarak kişileri kandırırlar. Tıpkı Ersogot Destanı'nda olduğu gibi. Ersogot'un eşi kötücül ruhlar tarafından kaçırılır ve Ersogot eşini bulmak için yola koyulur. Albızlardan biri eşi kılığına girip onu kandırır ve Ersogot sabah uyandığında gerçeği anlar. Vücudunun yarısının yendiğini sadece kemiklerinin kaldığını görür. Kahramanımız sonrasında hayat suyu ile kendini iyileştirip eşini kurtaracaksa da tipik bir Türk destanına uygun olarak, kötücül ile mücadelesi bitmeyecektir. Albızların bir türü olan "albastı"nın lohusa kadınlar ile yeni doğan bebeklere musallat olduğuna inanılmıştır. Albastının lohusa kadınların nefesini kesip, ciğerlerini çıkartıp götürdüğü ve çocuklarını bu ciğerlerle beslediği düşünülmüştür. Lohusanın sayıklaması, yemeden içmeden kesilmesi, nefesinin daralması, her şeyi anlayıp konuşamaması albasması olarak yorumlanmıştır. Albastıların kadın cinsiyetinde olduğu kabul edilmiştir. Bu nedenle de süreç içinde Anadolu'da "Alkarısı" adını almıştır.

Alkarısı, al ocağı

Kötücül ruhlardan korkulsa bile o korkuya teslim olmak yerine kişinin korkusuna galip gelmesi esastır. Bu amaçla albastıya karşı bazı tedbirler alınır. Örneğin, doğum yapan kadın ve bebeği korumak adına her ikisi kırk gün kırk gece dışarı çıkarılmaz, evde yalnız bırakılmaz. Kırmızı rengin albastıları uzak tutacağı düşünülür. Bu yüzden, ziyarete gelenlere kırmızı renkli şerbet ikram edilmiş, annenin başına ve bebeğin beşiğine kırmızı bir çaput bağlanmıştır. Kurt, boğa ve kartal gibi hayvanların tüy ya da parçaları bebeğin ve annenin yatağına yerleştirilmiş, lohusa odasına demir parçası, makas ya da bıçak ile birlikte Kur'an-ı Kerim konmuştur.

Albastının tahtaya ve demire vurarak çıkartılan sesten ürktüğü düşünülmüştür. Kötü bir olayı anlattıktan sonra iki kez tahtaya vurmamızın temelinde bu kabul yatmaktadır. En ilgi çekici tedbir ise erkeğin yeni doğum yapan eşi başında beklemesi ya da erkek elbisesinin yere serilmesidir. Albastıların erkeklerden korktukları inancı hâkimdir. Aslında bu kadın ve erkeğin birbirini yoldaş kabul ederek birbirine destek olmasını göstermesi açısından da önemli bir kültürel tepkidir. Türk kültüründe bazı insanların çengelli iğne kullanarak albastıları yakalayabildiğine ve kötücüllükten tövbe ettirilebildiğine inanılmıştır. Alkarısını yakalayan ve tövbe ettirenlerin "Al Ocağı"ndan geldiği kabul edilmiştir. Peki, bu albızlar ve albastılar neye benzer? Çirkin görünümlü oldukları kabul edilmiştir ve gören kişinin hayra yormayacağı tüm özelliklere sahiptir.

Albızların ressamı Siyah Kalem

Albızları gören var mıdır bilinmez. Ama onları görmüş gibi resmeden biri vardır. Bu kişi Muhammed Siyah Kalem'dir. 14. yüzyılda Timurlu hâkimiyetindeki Mâveraünnehir, yani Ceyhun (Amu Derya) ve Seyhun (Siri Derya) nehirleri arasında bölgede yaşadığı düşünülen bu Uygur ressam albızları, devleri ve cinleri en ince ayrıntılarına kadar resmetmiştir. Bir resminde albızlardan birini kendi hizmetinde kullanmak için hayvan ve insan kaçırırken öyle gerçekçi aktarmıştır ki, resme bakan birinin korkuya kapılmaması işten bile değildir. Onun resimlerinde Türk mitolojisi ve destanlarında sözü edilen Erlik ile bağı olan kötücül ruhlar ile insanların dünyası kesişmektedir. En bilindik albız ise Gulyabani'dir. Gulyabani, her ne kadar Arapça kökenli bir kelime de olsa onunla ilgili kabullerin kökleri Türk mitolojisine kadar uzanmaktadır. Gulyabani'nin bu kadar bilinir omasında Süt Kardeşler filminde Adile Naşit'in onu gördüğünde dilinin tutulması sahnesinin payı büyüktür. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Gulyabani isimli kitabından uyarlanmış, kukla başını andıran bir şeyden insanların neden bu kadar korktuğunu anlamak zor gelebilir. Ancak toplumsal hafızanın da kayıtları vardır. Derinlerden gelen bu korku için Türk mitolojisi bilmek şart değildir. Komedi içeriğinde bile olsa bir film uyarıcı olup korkunun vücut bulabilmesine neden olabilir.

Artık kimse birbirini "Sen hiç albız gördün mü?" diye korkutmuyor. Ama ne olur ne olmaz diyerek kendimizi istemsizce iki kez tahtaya vururken yakalıyoruz. Evlerden ırak sözünü dilimizden düşürmüyoruz ve kırmızı rengi koruyucu kutsal renk olarak lohusanın başından, gelinlerin belinden eksik etmiyoruz. Yeni çağın kötücüllerini gördükçe toplumsal hafızamızın derinliklerinde saklı albız korkumuzdan kopamıyoruz.

*Doç. Dr., Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Turizm Fakültesi

BİZE ULAŞIN