Yunus Arslan: Haysiyetli, kişilikli bir yazar ve gazeteci portresi: Ahmet Kekeç

Haysiyetli, kişilikli bir yazar ve gazeteci portresi: Ahmet Kekeç
Giriş Tarihi: 2.02.2021 12:43 Son Güncelleme: 2.02.2021 12:43
Hâlâ ne yaparsam yapayım, ne yazarsam yazayım, birçok kişinin gözünde bir gazeteciyim. Oysa hiçbir zaman bir gazeteci gibi görmedim kendimi. Sadece bir gazetede yazıyorum. Bir bankacı da olabilirdim. O zaman bana bankacı demeyecek, ‘öykücü’ demeye devam edeceklerdi.

Fikir, basın ve yazın hayatımızda öne çıkan birçok isim var ancak bunlar arasında Ahmet Kekeç'in yerinin biraz farklı ve özel olduğunu belirtmek gerek. Türkiye'nin neredeyse siyasi, sosyolojik bütün kırılmalarının yaşandığı bir dönemde gençliğini yaşamış ve bu dönemlerden geçerken, keza geçtikten sonra da haysiyetli duruşuyla öne çıkan bir isim Kekeç. Her ne kadar bir muharrir olarak içinde sürekli yer almak durumunda kaldığı Türkiye'nin bitmek bilmeyen fikir tartışmaları dolayısıyla daha ziyade gazetecilik kimliği ile ön plana çıkmış olsa da, Kekeç yetkin bir edebiyatçıydı aynı zamanda. Gazeteciliğinin bir getirisi olsa gerek, onun edebiyatı da sosyolojik gözlemlerden uzak değildi. Okuruna anlattığı her öyküyle birlikte Türkiye'nin sancılarını, acılarını ve kırılmalarını da edebi formlarda yansıtıyordu. Bu değerli yazar geçtiğimiz kasım ayında aniden aramızdan ayrılsa da, arkasında bir boşluk değil tüm okurları ve meslektaşlarının saygıyla hatırlayacağı bir fikir mücadelesi, sağlam bir duruş ve takdir edilen bir iz bıraktı. Yoğrulduğu süreçler, onu müstesna kılan yönler ve bilhassa gazeteciliğinin perdelediği edebiyatçılığı ile merhum Ahmet Kekeç'i yakın dostu ve yoldaşı Necip Tosun Lacivert'e anlattı.

Ahmet Kekeç'in yetiştiği siyasi ve kültürel Türkiye ortamı nasıldı? Sizce bu durum ona neler kazandırdı?

Ahmet Kekeç ile edebiyata birlikte başlamış, birbirimizin hayatına, edebiyat serüvenine tanıklık etmiştik. Kekeç ile aynı kuşaktandık. Bizim kuşağın en büyük özelliği bağımsız, özgür düşünebilme yeteneğine ve birikimine sahip olmasıydı. Okuyan, yazan bir kuşak olarak cemaatlere, topluluklara, partilere mesafeliydik. Dolayısıyla benim kuşağımdan hiç kimse angaje bir topluluğun içinde yer almadı.
Bizim arkadaşlığımız, dostluğumuz farklıydı. Biz dini; hakikat, adalet ve merhamet olarak algıladık. Hiçbir işimizde dini istismar etmedik, kullanmadık. Geldiğimiz her yeri hak ederek kazandık. Dişimizle, tırnağımızla. O yüzden de özgürdük. Allah'tan başta hesap verecek kimsemiz yoktu. Bu arkadaş grubu kırk yıldır birbirine bağlı olarak aynı ilkelerle hayata bakmaya devam etti. Ülkenin her köşesinden arkadaşlarımız oldu. Allah çok mübarek günlerde bizi yaratmış, bir araya getirmiş olmalı. İktidar yolunda en ufak bir hareketimizle bir yere gelebilecekken buna tenezzül bile etmedik. Aramızdan kim nereye gelirse gelsin bizim gibi muhalif oldu. Ama kimi insanların bizim elimizin tersiyle ittiğimiz şeylere talip olması bizi üzdü.

Hayat ve inancın iç içe olduğuna inanan bir kuşaktık. Kitap hep merkezdeydi. Sokak hareketlerine hep uzak durmuştuk. Bizim kuşak öncelikle başta Necip Fazıl, Sezai Karakoç olmak üzere, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, İsmet Özel, M. Akif İnan gibi okuyup etkilendiğimiz tüm yazarlara 12 Eylül öncesi kaotik ortamdan, sağ sol çatışmasından, sokak hareketlerinden bizi uzak tuttuğu için şükran borçluyuz. Büyük bir öngörüyle bir öğrenci kesimini, gençliği her türlü kışkırtmaya karşın bloke etmeyi başardılar. Zaman onları haklı çıkardı. Sokağın karmaşasından gençliği korudular.

Bizim yaşadığımız çağ, dava adamlığının başat olduğu çağdı. On sekizimizde kocaman adamlardık. Adanmış gençliktik. Sağ-sol çatışmalarına mesafeli duruyor, kitap merkezli yaşıyor, edebiyat dergilerini, şiirleri okuyorduk. Hepimiz yoksulduk. Bu yüzden eşittik. Bu yüzden birbirimizi seviyorduk. Bu yüzden birbirimizle kalıcı, derin bir ilişki kurabilmiştik. Bu yüzden yaşlarımız ellilere geldiğinde hâlâ dosttuk. Paylaşmayı biliyorduk, birbirimiz için üzülmeyi, sevinmeyi biliyorduk. Ben yoktu, biz vardık. Ahmet işte bu ortamda edebiyata başlamış ve nitelikli ürünler ortaya koymuştu.

Gençliğinden beri hem gazeteci hem de edebiyatçı kimliği öne çıkmaktaydı. Gazeteciliğini ve edebî kimliğini nasıl harmanladığını düşünüyorsunuz?

Ahmet Kekeç biraz da maişet kaygısı nedeniyle gazeteciliğe başlamıştı. Ajans ortaklığı, grafikerlik, yayınevinde çalışma, dergi yöneticiliği gibi başlangıçtaki işleri zaten hep yayın dünyasının içindeydi. Başka bir iş düşünmediği için gazetecilik bu işlerinin bir uzantısıydı. Biz 1985'te ilk kez yüz yüze Kekeç ile yayınevinde çalışırken tanışmıştık. Gazetecilik bütün bunların sonucuydu. Ahmet güçlü bir edebiyatçıydı. Bir edebiyatçı olarak yaşıyordu. Hayata, eşyaya edebiyatçı olarak bakıyordu. Ama diğer yandan bir gazeteciydi. Gazetecilik herhangi bir işe benzemiyordu. O da zihni meşgul ediyor mesai ile bitmiyordu. Bu elbette bir dezavantajdı. Gündemi takip etmesi gerekiyordu, kendini olup bitenlerden soyutlaması imkânsızdı. Bu da edebiyatçılığın düşmanı bir durumdu.

Ne var ki diğer yandan gazetecilik de dil ile yazı ile yapılan bir eylemdi. Bu da Ahmet için bir avantajdı. Ama bu avantaj Ahmet'in edebiyatçılığına değil gazeteciliğine yaradı. Güçlü bir dil, parlak bir zekâ ve olaylara değişik açıdan bakabilme kabiliyeti edebiyatçılığından mirastı. Bu nedenle gazetecilikte hemen parladı ve fark edildi. Kekeç, edebiyatçı yönünün ihmal edilip sadece "gazeteci" olarak anılmasından hep rahatsızdı.

Bir kez bana şöyle yazmıştı: "Hâlâ ne yaparsam yapayım ne yazarsam yazayım, birçok kişinin gözünde bir gazeteciyim. Oysa hiçbir zaman bir gazeteci gibi görmedim kendimi. Sadece bir gazetede yazıyorum. Tıpkı bir kurumda çalışan insanlar gibi. Bir bankacı da olabilirdim. O zaman bana bankacı demeyecek, 'öykücü' demeye devam edeceklerdi."

Ahmet Kekeç'i en iyi tanıtan kitabı hangisi desek, hangi eserlerini sayarsınız?

Ahmet Kekeç'in edebî kimliğini ortaya koyan şu dört kitabın önemli olduğunu düşünüyorum. Son İyi Şeyler (öykü, 1985), Yağmurdan Sonra (roman, 1999), Kanamalı Haydut (günlük, 2005), Ulufer (roman, 2019)… Kekeç'i tanıyabilmek için bu kitaplara bakmak gerek. Özellikle onu tanımada en iyi edebî metninin günlükleri olan Kanamalı Haydut olduğunu söyleyebilirim. Bu günlüklerde dünyayı tam bir öykücü gibi algıladığı, zihninin hep sanat-edebiyatın sorunlarıyla meşgul olduğu görülür. Sıkıştırılmış bir hayatı, derin gözlem gücü ve gelişmiş/incelmiş bir duyarlıkla yaşadığı açıktır. Ahmet Kekeç güncelerinde yirmi yıldır öykü yayınlamamasının kimi ipuçlarını da verir. "Kuşağımın ağlak yazarları, lirizmden, içi boş varoluş bunalımlarından, trendy mutsuzluklardan hoşlanıyor. Ben bu fırsatı teptiğim için edebiyatta başarısız oldum."

Bir başka yerde de şöyle der: "Yazarlar sinik insanlardır. Onları, sürekli yakınmak ve acıdan gebermek hoşnut eder. Benim sorunum, çözümün başkalarında olması. Elimden başka bir şey gelmediği için yazıyorum. Dilekçeme yanıt alsaydım, bu labirente girmezdim. Çünkü bir öyküyle, "Umum Vekalete" yazılmış dilekçe arasında hiçbir fark yoktur." Kekeç belki sahihlik anlamında ne yazacaklarına ne de mevcut edebiyat ortamının ürettiklerine inanmadığını açıklar. Bu düşüncelerinde samimi olduğuna kuşku yoktur. Ne var ki kimi kez günceden, onun kendi vicdanını rahatlattığı, hatta giderek öykü yazmamaya mazeret ürettiği izlenimi almak da mümkündür. Ama Kanamalı Haydut'ta kesin olan bir şey vardır; o da bütün bir kitaba yayılan ölüm olgusu.

İlk hikâye kitabı Son İyi Şeyler'i de özel olarak değerlendirmek lazım sanırım.

Ahmet Kekeç ilk kitabı Son İyi Şeyler'de öncü bir yazar çıkışı sergiler. Öncüdür çünkü daha sonra bir kuşağın yoğun bir şekilde kullanacağı hem biçimsel hem de tematik birçok imkânları ilk kez denemiş, bilinç akışının, biçimsel arayışın nitelikli örneklerini vermiştir. Ancak Kekeç'in daha sonra öykü dışı uğraşıları, kitapla ilgili yaşanan dağıtım ve tanıtım sorunları nedeniyle kitap yeterince tartışılmamış, hak ettiği değer verilmemiştir. Son İyi Şeyler'de hem dönemin yaygın temalarını hem de biçimsel arayışlarını görürüz. Kekeç, öykülerde bir olay anlatmaktan ziyade, bir ânı, bir durumu, bir ruhsal konumu öyküleştirir. Yine anlattığı bir "meselesi" vardır elbette ama bu gizlenmiş, üstü örtülmüştür. Onun peşinde olduğu şey, ritim, şiirsellik ve akışkanlıktır. Bu biçimsel tavır ise "tema"nın dayattığı kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya çıkar. Onun öyküleri ne tek başına bir biçim başarısını, ne de dönemin atmosferini yansıtma açısından öz/tema/konu başarısını yansıtır. Onun asıl başarısı, biçim ve özün birlikteliğinden/uyumundan sonra okurda bıraktığı bütünlük duygusudur. Kekeç, bilince üşüşen parçalı görüntüleri, bir birlik amacı gütmeksizin art arda sıralar. Bu parçalı, gel-gitli, göndermeli, çağrışımlı anlatım temayla/özle bir uyum içerisindedir. Sonuçta dönem insanının kafa karışıklığını, parçalanmışlığını, yaşadığı kaosu, giderek anlamlandıramadığı yalnızlığını, şaşırtıcı bir önseziyle, başarılı bir biçimle dışlaştırır.

Öykülerin bütününe baktığımızda, ortada incelmiş duyarlığa sahip bir kahraman görürüz. Mutsuz bir çocukluk geçirmiştir. Büyük şehre gelmiş, evlenmiştir. Şiir yazmaktadır. Etrafında olup biten hiçbir şey onu mutlu etmemektedir. Kurduğu tüm ilişkilerde hayal kırıklığı yaşamıştır. Şehir ve insanlar onu boğmaktadır. Hayata ilişkin bütüncül bir doğru anlayışı bulunmamaktadır. Yalnızdır ve acı çekmektedir. Ama bu yalnızlığının içini dolduracak gerekçelerden, daha doğrusu dillendirecek, ifade edecek kelimelerden yoksundur. Bunu nasıl aşacağını düşünür. Bu yüzden zaman zaman yalnızlığını giderme girişimlerinde bulunur. Çocukluğunun geçtiği yerlere döner, âşık olur, evlenir, sahil kasabalarına gider vs. Ama tümü beyhude çabalar olarak kalır. Öykü sanatının bütün imkânlarının kullanıldığı, titiz dil işçiliği ve etkileyici anlatımıyla Ahmet Kekeç'in Son İyi Şeyler'i, Türk öykücülüğünün başyapıtlarındandır ve 1980 sonrası öykücülüğümüzün öncü kitabıdır.

28 Şubat dönemini ele aldığı Yağmurdan Sonra kitabı edebi kimliğini öne çıkarırken aynızamanda Kekeç'in toplumsal olaylara karşı duyarlılığını ve duruşunu görürüz sanırım.

Evet, Yağmurdan Sonra bir aşk hikâyesi çevresinde kurgulanan yüzleşme romanı olur. 28 Şubat atmosferinde ilerleyen roman, sosyolojik, tarihsel, bireysel tanıklıkları yansıtır. İmkânsız aşkın açtığı yaralar aile içi çatışmalara neden olurken, bireyin içsel macerasına ışık tutulur. Ne evlilik hayatında ne iş hayatında mutlu olamayan Murat, bir yandan da adım adım kaosa giden ülkenin yaşadıkları altında gittikçe bunalır. Başörtüsü sorunu, iş yerlerinin fişlenmesi, derin devletin darbeye doğru düzenlediği kurgular… Asker hükümete muhtıra verir, dernekler, sendikalar ayaktadır.

Mutsuz evliliklerin nedenlerine bakılır, birbirinin uzağına düşen çiftlerin yaşadıkları dram gündeme getirilir. İnsanlar, kurumlar, ideolojilerin insanlarda açtığı yaralar işlenir. Olan sadece bireylere olur. Özellikle devlet kurumlarının nasıl hukuk, adalet dışına çıktığı, bürokrasinin açmazları örneklenir. Herkes köşeyi dönmek için devleti soymakta, devlet görevlileri adalet dışına çıkarak ideolojik kararlar vermekte, rüşvet doğal bir işleyiş olarak sürmektedir. İşini bilen, her türlü ahlaksızlığı gösteren insanlar başarılı olmakta, dürüst insanlar ise devlet çarklarında ezilmektedir.

Kitabın simge kelimelerinden biri de konjonktürdür. Bu her şeyin olabileceği, hukukun, adaletin askıya alınabileceği anlamına gelmektedir. Konjonktür kendi kurbanlarını yaratır. Özellikle iç monologlarla ilerleyen roman, bilinçaltının gel-gitlerinde hakikati ortaya koymaya çalışır.

Romanın ana karakterlerinden biri de İstanbul'dur. Murat'ın ruh durumu biraz da İstanbul enstantaneleri üzerinden aktarılır. Roman boyunca edebiyat meseleleri konuşulur, dünyayı değiştirmeye çalışan yazarlık heveslilerinin çırpınışları işlenir. Her zaman acı gerçek kendi gücünü dayatır ve rüyaları alt üst eder. Bu kaostan işini bilen çıkar çevreleri kazan devşirir. Egemen yapı küçücük rüyaları bile boğar, nefes aldırmaz.

Son yayınlanan romanı Ulufer'di, onun hakkında neler söylemek istersiniz?

Ahmet Kekeç Yağmurdan Sonra'dan 20 yıl sonra yayınladığı romanı Ulufer'de nitelikli, başarılı bir kitaba imza atar. Roman 1970'lerden başlayarak 1980'lere kadara uzanan bir zaman dilimindeki değişimi/dönüşümü gündeme getirirken, Türk toplumunun son dönemde yaşadığı siyasal, toplumsal, teknolojik serüvenin de izlerini sürer. Ahmet Kekeç'in romanında çizdiği taşra yitirilmişliğin ve kimsesizliğin birbirine yaklaştırdığı/kenetlediği, giderek dost kıldığı kasaba insanları, birbirlerine sarılarak acılarını unutup yaralarını sarmaya çalışırlar. Çünkü birbirlerini en iyi kendileri anlar. Kasabanın ürettiği bu acılar ancak kasabadan uzaklaşınca dinecek, bitecektir. Bu yüzden bütün kahramanlar "gitmek" fikriyle meşguldür.

Roman biçimsel anlamda neredeyse tümüyle diyaloglara yaslıdır. Kekeç edebiyat yapmaz, doğrudan insanı merkeze alır. Gerçeğin, çıplak gerçekliğin metne aktarılmasından yana bir tavır koyar. Kestirmeden gider, hayatın ilk hâliyle ilgilenir. Dil, özellikle diyaloglarda gerçekçidir ve edebî değil, konuşma dilidir. Kekeç, biçim, kurgu ve yenilik peşinde koşmaz, biçimden çok özü önemser, anlatımda "sadeliği" tercih eder. Bu toprağın bir yazarı olarak çok iyi tanıdığı insanları romanına taşır. Ulufer, Ahmet Kekeç için edebiyat odaklı bir yazı hayatının ne kadar elzem olduğunu ortaya koyan bir belge niteliğindedir.

Vefatına kadar hastalıklarla uğraşmasına rağmen çalışmaktan geri durmayan bir isimdi. Ahmet Kekeç'in çalışkanlığı dışında bize örnek olacak baskın özellikleri nelerdi? Belki şöyle sormam daha uygun olur: Vasiyeti sizce neydi?

Ahmet Kekeç etrafa ışıltılar, kahkahalar, bilgiler saçan bir dosttu. Oturuşu, kalkışı, geniş bilgisiyle hemen saygı uyandırırdı. Her şey kafasında berraklaşmış, biçimlenmişti. O kadar çok okurdu ki duymadığınız pek çok kitabı ilk kez ondan duyardınız. Pek çok olayı "mizah"la izah ederken, bu davranışını kibirden öte parlak bir zekâ gösterisine dönüştürürdü. Eleştirdiği şeyleri "neşe"yle anlatırdı, kızamazdınız. Cemaat, meşrep sembollerini çoktan aşmış, herkese gönlünü açmış biriydi. Ne bir ikbal beklentisi ne bir çıkar ilişkisi için dostluklar oluştururdu. Pek çok genç yazarın kalbine değmiş, kalbine yerleşmişti. Bu yüzden de unutulmaz bir iz bırakmıştı. Ahmet karşılıksız iyiliklerin, dostluğun, vefanın adresiydi. Öncelikle vasiyeti kişilikli bir insan portresiydi. Diğer yandan insan hangi mesleği yaparsa yapsın asli işinden asla uzaklaşmaması gerektiği gerçeği bence onun en öğretici vasiyetiydi.

BİZE ULAŞIN