Kafkasya ve etrafı, son 300 yıl öncelerden 1990'lara kadar Sovyet Rusya, Türkiye ve İran devletlerinin arasında, ama büyük çapta Sovyet Rusya'nın hâkimiyetindeydi. Bu tarihî geçmiş göz önüne getirilirse, Kafkasya'nın son 300 yıldır, Rusya, İran ve Osmanlı arasında bir sürtüşme bölgesi olduğu ortaya çıkar. Bugün ise, Sovyetler Birliği'nden geride kalan Kafkasya'da yeni oluşan devletler de yine Rusya'nın manyetik çekim alanından kurtulamadılar.
Kafkasya bölgesinde her ne kadar bugün devlet sayıları 3'ten 6'ya çıktıysa da, bu bölgede dinî ve etnik açıdan onlarca sosyal gruplar kavim ve kabileler vardır. Ünlü Fransız dilbilimcisi George Dumézil, 1970-80'lerde Kafkasya'da 70'den fazla müstakil dil bulunduğunu, hatta Kafkas dağlarında bir köyde sadece 80 kişi tarafından konuşulan ve başka hiçbir dille ilgisi bulunmayan müstakil bir dil de tespit etmişti. Bu dağlık bölgelerdeki halkların önemli bir kısmı Müslüman olup, o kadar farklı dilleri konuşan Müslümanların kendi aralarında anlaşabilmek için ortak dil olarak Arapçadan faydalandıkları bilinmektedir. Bugün de Dağıstan'ın merkezi olan Mahaçkale'de bile Arapça henüz de anlaşma dili olarak revaçtadır.
Panislavizm, Panturanizm, Paniranizm sarmalı..
Rusya'da 300 yıllık Romanoflar Hanedânı, Slav halklarının birliği idealiyle Panislavizm cereyanlarını bütün doğu Avrupa ve Balkanlara yaymaya çalışırken; 1917'deki Bolşevik/komünist devrimin bütün bölge halkları ve hatta bütün dünyaya sunduğu "İşçi sınıflarının gerçekleştireceği dünya ihtilali" hayali yeni bir ideolojik dalga oluşturdu.
Bu durum, artık iyice derin içtimaî buhranlar yaşadığı görülen Osmanlı ülkesinde de çeşitli kavimlerde, kavmiyetçinasyonalist hedefli ayrılık fikirleri uyandırmaya başlamıştı. Artık, Osmanlı'da hâkim olan Müslüman unsurlar arasındaki, "İslâmî birlik ve kardeşlik" fikirleri zayıfla(tıl)maya; Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika ile Balkanlarda tutunmaya çalışmak düşüncesi yerine, "bütün Turani kavimlerin, Türk diiyle konuşan halkların birliği"ni öngören "Panturanist/ Turancı/Pantürkist" bir ideal ya da hayal zihinlere şırınga edilmeye başlamıştı.
Artık, İran ile Rusya ve Çin/ Türkistan denilen geniş coğrafyaları içine alan yeni bir dünyanın kurulması hayali, özellikle okumuş sınıflar arasında da daha cazip hâle geliyordu. Ama açıktır ki, bu fikir veya ideolojik hayal/ ütopya, sosyal bünyelerinde yüz milyonu aşkın turani (birbirini anlayamayacak kadar derin lehçe farklılıkları bulunan Türk dilli kitlelerin birliği) kavimleri etkileyeceği endişesiyle, Rusya, İran ve Çin'i rahatsız edecekti. Ama bu ideoloji veya hayalin Müslüman halklar arasındaki yeri ne idi?
Bu arada, I. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ile dünya liderliği için rekabet eden Almanya'nın, bir askerî heyeti 1910'larda Müslümanların dünyasını yakından tanımak için bu coğrafyalara gönderdiği ve bu heyetin, dönüşte, "Zagreb'den Sofya, İstanbul, Anadolu, İran, Afganistan, Türkistan ve Bişkek'e kadar yaptığımız seyahat boyunca, onlarca farklı dil ve lehçelerle ve yüzlerce farklı şivelerle konuşan halkların arasındaki tek birleştirici etkenin Selâm ve Kur'an olduğunu gördük." diye rapor verdiklerini de hatırlayabiliriz. O raporda yazılanların, bu coğrafyaların bugün de anlaşılması gereken temel özelliğini teşkil etmektedir.
İki birleştirici kelime: Selâm ve Kuran
Hele de Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı'nda ağır bir mağlubiyetle tarih sahnesinden çekilirken, o facianın asıl sorumlusu durumunda olan İttihat–Terakki hükûmetleri döneminin en parlak ismi olan Enver Paşa'nın savaş suçlusu olarak yargılanmamak için gizlice Moskova'ya gitmesi ama orada duramayıp Türkistan diyarlarına geçmesi ve Osmanlıİslâm Ordularının Başkumandanı olarak, bir "İslâm Birliği" ideali ve heyecanı etrafında yeniden ayağa kalkmak için, Müslüman halk kitlelerini bir derin dip dalga ile harekete geçirme kabiliyet ve karizmasının bulunduğunun anlaşılması, özellikle Rusya ve Çin'i rahatsız edecekti. Nitekim Enver Paşa, bir Kızıl Ordu saldırısı sonunda, 1922 yılında Tacikistan'da bir karşı saldırıya kalkıştığı sırada "şehit" oldu.
Ama Enver Paşa Orta Asya Müslüman halkları arasında o kadar etkiliydi ki Beççe-i Saka (Sakaoğlu) Habibullah isimli, okuma-yazması bile olmayan bir "halk kahramanı", Afganistan'da Emanullah Han rejimini devirip, hükûmeti ele geçirmiş ve 9 ay hükûmet etmişti. Bu arada İran'da da, 1920'lerde, Qacar Hanedânı da devrilmiş ve İngilizlerin has adamı olan Rıza Han adında, okuma yazması olmayan, ama sert bir asker olmasıyla tanınan bir albay İngiltere'nin eliyle İran'ın başına oturtulmuştu. O ve oğlu Muhammed Rıza Pehlevi'nin 57 yıl süren saltanatları boyunca, İran'da da "Paniranizm" ideolojisi yükseltilmeye; farsça konuşan ve geçmişte İran'ın elinde olan coğrafyalar, sadece Kafkasya'da değil, Hazar Denizi'nin doğusunda kalan ve Semenkant, Buhara ve Herat'a kadar nice yerlerin tekrar İran bayrağı altında toplanması ideali etrafında bir siyaset uyandırılmaya çalışılmıştı.
Ama o ideolojik hayaller de 1979 yılında Şahlık sisteminin kanlı bir şekilde direnmesine rağmen çökmesiyle noktalanmış ve İran'da, İslam İnkılabı adına ve on milyonların desteğiyle gerçekleşen bir büyük halk hareketi İran'a hâkim olmuştu.
Türkiye: Kafkasya üzerinden Orta Asya'ya mı?
Kafkasların bu arka planını hatırlamaksızın, bugün ve yarınları değerlendirmeye çalışmak kolay olmasa gerek… Nitekim bugün Rus stratejistleri ve birçok siyasetçi, Türkiye'nin güçlenmesine seyirci kalınması hâlinde Kafkaslardan, Azerbaycan ve Hazar üzerinden Türkistan ve Orta Asya denilen coğrafyalara uzanması ve Rusya'nın güneyine binlerce kilometrelik bir set çekilmesi tehlikesini Rusya Meclisi'nde de sık sık dile getirmekteler.
Bu durumu Rus liderleri ve özellikle de Putin de bilmiyor-görmüyor değil. Ama o, daha çok "Türkiye'yle zıtlaşarak onu NATO dünyasına daha fazla itmek" yerine, onunla işbirliği yaparak NATO dünyasını, ABD ve AB'yi zayıflatmayı planlıyor ve "Erdoğan Türkiye'si" ile iyi komşuluk gereklerine göre temkinli bir siyaset izlemeyi tercih ediyor. Ama Orta Asya'daki Türk dilli cumhuriyetlerden birinde, hangi Rus yetkilinin, "Buralarda yeni bir Erdoğan istemiyorum!" dediği de unutulmamalı.
Keza, Putin'den önceki Rusya lideri olan Boris Yeltsin'in de 1995'lerde Moskova'yı ziyaret eden Türkiye Başbakanı Tansu Çiller'e, açıkça, "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar Büyük Türkiye ne manaya geliyor?" dediği ve onun da dönüşte, "Madem ki komşularımız rahatsız oluyor, bu gibi sloganları tekrarlamamalıyız" sözleri de unutulmamalı.
Rusya'nın, Türkiye tarafından güneyine bir coğrafî set çekilmesi endişesine benzer bir kaygının, İran tarafından da paylaşılmasını tabiî karşılamak gerek. O da, kendi kuzey sınırları boyunca, bir coğrafî seddin İran'ın hareket kabiliyetine ve 200 yıl öncelerde kendisine ait olan Kafkas coğrafyasının kendisine yeniden dönmesi ihtimaline son vereceği gibi yorumlar yapmaktadır, elbette.
Bundan dolayıdır ki, aslında halkının ekseriyeti de İslam Şia mezhebinden olan Azerbaycan Cumhuriyeti'nin "Türkçü" duygulara kaydığını düşünerek, Karabağ ve etrafındaki bölgelerden, Azerbaycan topraklarının yüzde 20 kadarının Ermenistan tarafından 30 yıl boyunca işgal edilmesine seyirci kalmış ve hatta İran Meclisi'nin açık oturumlarında, açıkça, "Biz Ermenistan tarafını tutmalıyız" gibi konuşmalar yapabilen "Müslüman" milletvekillerinin itirazsızca ve sessizce dinlendiği de görülmüştür.
Ermenistan: "Türkiye için bir set"
Bu arada, Ermenistan'ın da, Hristiyan dünyasına, "Biz Kafkaslarda Hristiyanlığın kahraman bekçileriyiz" mesajı verirken; dünyanın bütün emperyal güç odaklarına ve devletlerine, "Türkiye'nin Panturanist/Pantürkist ideallerine, Kafkasya'da coğrafî bir set oluşturduğumuz unutulmamalı" diye fiilî mesajlar verdiği de unutulmamalı.
Ayrıca, Ermenistan'ın mevcut durumda dünyaya açılan tek kapısının İran olması yüzünden, Amerika'da, Fransa ve Rusya'da da oldukça etkili olan Ermeni diasporasının, oralardaki hükûmetleri, İran'a yapılan baskıları sınırlı tutmakta etkiledikleri de gözden ırak tutulmamalıdır. Ancak, Rusya, Ermenistan'ın son zamanlarda, özellikle de Nikol Paşinyan'ın başbakanlığı döneminde kendisinden ziyade Fransa'ya yönelmesini cezalandırmakta tereddüt etmemiştir.
Nitekim, son Karabağ Savaşı sırasında Türkiye destekli Azerbaycan güçleri karşısında bozguna uğrayınca Putin'den, Rusya-Ermenistan arasındaki Savunma İşbirliği Antlaşması gereğince askerî yardım isteyen Paşinyan'a, Putin, "Savaş Ermenistan toprağında değil, Azerbaycan toprağında cereyan ediyor" diyerek, onu daha bir umutsuz hâle düşürmüş ve Paşinyan, benzer bir cevabı, çok yakınlık duyduğu Macron Fransa'sından da almıştır.
Azerbaycan, Karabağ'ı da bütünüyle ele geçirmek üzereyken, Kafkasya'daki dengeleri tamamen alt-üst edecek bir durumun gerçekleşmek üzere olduğunu gören Putin, beklenmedik bir anda, Azerbaycan ve Ermenistan liderlerine, 10 Kasım günü, bir "ateşkes" dayatmış ve "Kafkaslar benden sorulur" havasında, buralarda "asıl oyuncunun" kendisi olduğunu göstermiştir. Ama Türkiye de, "Kafkaslarda ben de asıl oyuncuyum" demiş ve bunu yaparken, Rusya'yı da şimdilik fazla rahatsız etmemiştir.
İran ise, bu Karabağ Savaşı'nın sonunda ortaya çıkan tablodan, diplomatik açıdan çok yönlü kayıplara uğramış ve 85 milyonluk nüfusu içinde en azından 35 milyon kadar tahmin olunan Azeri Türklerini de kendisinden büyük çapta soğutmuştur. Nitekim Erdoğan'ı, Aras'ın kuzeyindeki kardeşlerini 30 yıllık bir Ermenistan işgalinden kurtaran bir "kahraman" olarak gördüler.
Bir hasret şiirini Türkiye aleyhine çarpıtmak
Hatırlayalım, I. Dünya Savaşı'nın Osmanlı için en felaketli anlarında, Rusya'nın yardımıyla, Ermeni güçleri Bakü de dâhil, bütün Azerbaycan'ı işgal etmiş, Hazar sahillerine dayanmıştı, 102 yıl önce. Osmanlı'nın o felaketli anında bile, Enver Paşa, kardeşi Nuri Paşa'nın kumandasında oluşturduğu Kafkas İslam Ordusu ile bütün (Aras kuzeyindeki) Azerbaycan'ı kurtarmıştı. Şimdi, Erdoğan Türkiye'si de 100 yıl sonra aynı hamiyetperverliği sergiliyordu. Bu durum, tabiatıyla kuzeyiyle-güneyiyle bütün Azerbaycan'da Türkiye'ye olan itimat ve sempatiyi daha bir güçlendirdi.
Bu da İran'ı korkutan bir ayrı etken oldu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Bakü'de okuduğu Aras'ın iki yakasının zorla ayrıldığına dair Azerice bir şiir bağlamından çıkarılıp çarpıtılarak, "Türkiye'nin İran'ın toprak bütünlüğüne saldırı niyetini" yansıtan bir şiir şekline dönüştürüldü.
O şiir, gerçekte tecrübeli bir diplomat olan İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'in öncülüğünde çarpık bir anlayışla İran kamuoyunda Türkiye ve Erdoğan aleyhinde gösterilere ve medyada çirkin saldırılara dönüştü, maalesef. Halbuki Erdoğan, Bakü'de yaptığı açıklamada "Türkiye, İran, Rusya, Azerbaycan, Gürcistan ve -eğer isterse- Ermenistan'ın, Kafkasya'da, bir 'Ortak Ekonomik İşbirliği Platformu' oluşturmasını" gündeme getiriyordu Aras'ın iki yakasının birleşmesinden, ancak İran Azerbaycanı ve Azerbaycan Cumhuriyeti memnun olmalıydı. Bu durum, anlaşılıyor ki, İran Azerbaycan'ında Erdoğan Türkiye'sine duyulan muhabbetin yanlış okunmasından kaynaklanıyordu. Ve, anlaşılıyordu ki, İran medya organlarında "Merg ber Erdoğan!" (Erdoğan'a ölüm!) laflarının yazılmasına birileri izin vermişti ve belki, Cevad Zarif'i öyle söyleten de, o güç odakları idi.
Ama bu konuda, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ise, 14 Aralık günü Tahran'da yerli ve yabancı gazetecilerle yaptığı ve televizyondan da yayınlanan toplantıda tamamen başka türlü konuşuyor ve bir gazetecinin Erdoğan'ın okuduğu şiire ilişkin soru üzerine "Erdoğan'ın İran'ın toprak bütünlüğüne ya da halkına hakaret kastını uzak bir ihtimal olarak görüyorum" diyordu. Öyleyse, kendisine bağlı Dışişleri Bakanı Zarif'i öyle konuşturan Ruhani değildi, ama kimdi, kimlerdi veya hangi güç odaklarıydı?
Dil birliği, kalp diline göre şekillenmedikçe…
Tabiatıyla, bu korku, Türkiye ve İran Azerbaycan'ında "Panturanist" eğilimli bazılarının medya organlarında köpürtmeye çalıştıkları eğilimlerini gündeme getirmeye de vesile olmuş olabilir, ama bu ütopyaya prim verecek güçlü bir halk tabanı yoktu Türkiye'de.
Sadece dil birliğinden ibaret bir bütünleşme hayalinin hiç de tutarlı olmadığı anlaşılmalıdır. Nitekim Tatarca, Türkmence, Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Azerbaycan Türkçesi ve Anadolu Türkçesi vs. gibi lehçeler etrafında, en azından bugünün dünyasında bir birlik oluşturulması hayalleri daha bir zorlayan bir ütopya hâlinde görünüyor.
Ayrıca, unutmayalım ki, Sovyet Rusya'dan ayrılan ve "Türkçe konuşan ülkeler" diye anılan Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan'ın liderleri, yüksek bürokrat ve askerleri toplandıklarında, birbirlerinin Türkçelerini anlayamayacak kadar lehçe farklılıkları yüzünden konuşmalarını Rusça yapıyorlar. Yani, "bütün Turani kavimlerin, yani ana dilleri Türkçe olan kavimlerin birliği" idealine veya hayaline verilen isim olan "Turancılık" öyle sanıldığı kadar basit bir konu değildir.
Osmanlı'nın son üç çeyrek asrında, İslâm'a karşı uzak duran okumuş kesimlerin içine düştükleri "Turancılık, Pantürkizm" idealinin, sadece heyecanla gerçekleşmeyeceğini anlamak için aklıselim sahibi olmak yeter. Kan soyu akrabalığını veya ağızdaki dilin sağladığı birlik imkânlarını küçümsemeden, asıl olanın, kalp diliyle birlik olabilmek olduğunu tekrarlayalım.
Evet, ağızdaki dil ile değil, kalpteki dil ile konuşmak, aslolan. Balkanlardan Rusya içlerine ve Orta Asya steplerine, Afrika ortalarından Atlas Okyanusu'nun batı sahillerinden Ortadoğu ülkelerine ve Hint alt kıtasından Malezya ve Endonezya'ya kadar uzanan Müslüman coğrafyalarda yüz milyonları birbirine bağlayan asıl bağ, sembolik olarak "Selâm ve Kuran" ile ifade edilebilir.
Bu geniş coğrafyalardaki halkların, örgütlü bir birliğinin olmadığı söylenebilse bile, bu yüz milyonların bu iki kelime etrafındaki inanç sistemine bağlı olarak birlikte hareket etmeleri bile, Müslüman dünyasının elinde ne muazzam bir gücün olduğunu göstermeye yeter..