15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra Türkiye, Osmanlı evrenselliği veya kozmopolitanlığı diyebileceğimiz bir devlet aklı ve medeniyet refleksiyle hamle üstüne hamle yapıyor.
Son dört yıldaki hamleler Türkiye'nin devlet aklının dünyanın nasıl bir süreçten geçtiğini ve küresel aktörlerin hangi stratejik amaçlara yöneldiğini çok iyi kavradığının birer göstergesidir. Irak, Suriye, Katar, Somali ve Libya'ya yönelik açılımlardan sonra Türkiye son olarak Orta Asya'ya ve oradan Çin'e kadar uzanan hattın kapısı konumundaki Kafkasya'da da harekete geçti. Böylece Atlantik ile Pasifik arasındaki devasa hatta Türkiye'nin hareket kabiliyetini sınırlayan son engel de ortadan kalkmış oldu.
Bir bakıma 1990'larda 300 milyona yakın Türk dünyasının bütünleşmesini ifade etmek için kullanılan o ünlü "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne" hedefi Azerbaycan'ın Karabağ zaferiyle birlikte hayalden gerçeğe dönüştü. Suriye ve Libya'da yazılan destanın bir benzeri Kafkasya'da da yazıldı. 27 Eylül'de başlayıp 10 Kasım'da sona eren Azerbaycan- Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ savaşında elde edilen zafer ile Türkiye, Orta Asya'daki Türk dünyası ile Pasifik'e kadar uzanan İslam dünyasına kesintisiz ulaşma imkânına kavuştu. Türkiye'nin tam destek verdiği Azerbaycan 44 günlük savaşta 5 kent merkezi, 4 kasaba ve 286 köyü işgalden kurtardı.
30 yıllık kangren çözüldü
Ermenistan'ın teslim bayrağını çekmesi bir anlamda Batı'nın da yenilgisi anlamına gelir. Zira ABD ve Avrupa Birliği hem bu çatışmaların hem de ateşkesten sonra devreye giren barış anlaşmasının tamamen dışına bırakıldı.
9 Kasım 2020 tarihinde, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in arabuluculuğu ile Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan'ın imzaladığı anlaşma ile Ermenistan, Azerbaycan'ın işgal altında tuttuğu Ağdam, Laçın ve Kelbecer şehirlerinden çekildi. Nahçıvan ile Azerbaycan arasında Ermenistan üzerinden bir irtibat yolu kurulması konularında uzlaşıya varıldı.
Türk-Rus ortaklığıyla Karabağ'da bir gözlem merkezi oluşturulmasına karar verildi. Ağdam'da kurulması planlanan bu merkezde iki tarafın ateşkes ihlali işleyip işlemediklerinin insansız hava araçları aracılığıyla kontrol edilecek. Karabağ'da ise özellikle Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelerde 1900 Rus askerinin barış gücü adıyla konuşlandırılacağı açıklandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da ifade ettiği gibi Türkiye, anlaşmanın uygulanmasını gözetmek ve denetlemek üzere bölgede kurulacak ortak barış gücünde, Rusya ile birlikte yer aldı. Türkiye'nin müdahil olmasıyla tıpkı Suriye ve Libya'da olduğu gibi Dağlık Karabağ'daki 30 yıllık kangrene dönüşmüş sorun da kısa sürede çözüldü.
Osmanlı'nın torunları geri döndü
Yüz yıl önce de Osmanlı Türkleri, Azerbaycan'ın yardımına koşmuştu. Enver Paşa'nın direktifiyle küçük kardeşi Nuri Paşa liderliğinde Azerbaycan'a giden Kafkas İslam Ordusu, 15 Eylül 1918'de Rusya'da Çarlığı deviren Bolşevikler ile Ermeniler ve İngilizlerin oluşturduğu koalisyonu bozguna uğratarak Bakü ile Gence'yi işgalden kurtarmıştı.
Unutmamak lazım ki Kafkas İslam Ordusu'nun 1918 yılında yaptığı harekâtlar o dönemde Azerbaycan'ın toprak bütünlüğünü sağlayarak bugünkü bağımsızlığının da temellerini attı.
Ağabeyi Enver Paşa'nın talimatıyla henüz 28 yaşındayken, 12 bin kişilik Kafkas İslam Ordusunun başına geçen Nuri Paşa, Bakü'yü kurtararak Osmanlı'nın son fethini gerçekleştiren komutan olarak da tarihe geçti.
Ne var ki Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra Kafkas İslam Ordusu Azerbaycan'dan çekilmek zorunda kaldı. Fakat Nuri Paşa'nın torunları yüzyıl sonra geri döndü. Türk ordusu 2020'de bu kez Dağlık Karabağ ile 30 yıldır işgal altındaki Ağdam, Laçin, Kelbecer, Fuzuli ve Zengilan kentlerini kurtarmak için Kafkasya'daydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 10 Aralık'ta Bakü'deki Zafer Günü'nde dediği gibi "Bugün Nuri Paşa'nın, Enver Paşa'nın, Kafkas İslam Ordusu'nun yiğit neferlerinin ruhunun şad olduğu gündür…"
Batı ve Rus medyasından önemli isimlerin Türkiye'nin Rusya'nın arka bahçesi Kafkasya'ya yüz yıl sonra dönüşünü jeo-politik devrim diye nitelemesi bu yüzden boşuna değil.
Türklerin geri dönmesi elbette küresel ve bölgesel dengeleri de denklemleri de sarsan bir gelişmedir.
Devletten medeniyete yürüyüş
Asırlardır hasretini çektiğimiz bu siyaset tarzı göğsümüzü kabartıyor. Yeni Türkiye'nin devletten medeniyete doğru giden bu yolculuğu, elbette zihniyetleri sorunlu kesimlerin havsalalarına sığmıyor.
Atlantik'in narkotik kavramlarıyla şuurları uyuşmuş olanlar hâliyle ne Yeni Türkiye'yi ne de ete kemiğe bürünmeye başlayan yeni dünyayı kavrayabiliyor.
I. ve II. Dünya Savaşları ile Soğuk Savaş veya "terörle savaş" dönemlerinden kalan "emperyal satüko" yani dünya sistemini ayakta tutan siyasi, askerî ve ekonomik küresel mimari yıkılıyor.
Bu değişimin sancılarını Avrupa'dan ABD'ye, Venezuela'dan Güney Çin Denizi'ne, Afganistan'dan Suriye, Irak, Doğu Akdeniz ve Libya'ya, Ukrayna'dan Aden Körfezi'ne, Mali ve Somali'den Kafkasya ve Kırgızistan'a kadar uzanan sıcak hatlarda hemen her gün farklı krizlerle tecrübe ediyoruz. Bir bütün olarak dünya elbise değiştiriyor.
Eğer bölgemize ve dünyaya bu gözle bakamazsak ne 15 Temmuz destanını, ne Suriye ve Libya'daki ezber bozan hamleleri ne Doğu Akdeniz ve Kıbrıs'ta tarih değiştiren adımları ne de Sovyetler döneminin tek çözülmemiş sorunu olan Dağlık Karabağ'a Türkiye'nin vurduğu tarihi neşteri anlayabiliriz.
Dağlık Karabağ sorunu ve diğer krizlerde Batı'nın sergilediği akıldışı tavırlar aslında Atlantik'in yükselen Avrasya karşısındaki son çırpınışlarıdır.
Genel manada yeni dünyanın Türkiye, Rusya ve Çin'in taleplerine göre şekillendiğini görüyoruz. ABD, İngiltere, Fransa, İsrail, Yunanistan, BAE, Suudi Arabistan ve Mısır'ın savunduğu Anglo- Saksonların bir asır öncesinden kalma köhne sistemi her yerinden çatırdıyor.
Erdoğan'ın "dünya beşten büyüktür" söylemi ve Rus lider Putin'in "çok kutuplu dünya" arzusu ile Çin'in "küresel harmoni" anlayışı, yeni küresel jeo-politiğin temellerini oluşturuyor.
Dolayısıyla 2015 jet krizi, 2016 Büyükelçi Andrey Karlov suikastı ile Suriye ve Libya krizi gibi testleri aşan Rusya-Türkiye ilişkileri Dağlık Karabağ sınavından da başarıyla geçti. Zira iki ülke arasındaki stratejik otonomi perspektifi her tür sorunu aşacak mahiyete sahip.
Çünkü Putin daha 2019'un başında boşuna Erdoğan'a yeni Avrasya'yı beraber dizayn etme teklifinde bulunmadı. Bu anlayışla hareket eden iki lider Ortadoğu ve Doğu Akdeniz'den sonra şimdi de Kafkasya'da küreselcilerin tezgâhlarını birer birer akamete uğratıyor.
Beştepe ve Kremlin arasında "bağımsız devletlerin jeopolitik birliğine" dayalı yeni strateji öyle görünüyor ki sadece Kafkasya'nın değil büyük Avrasya'nın da geleceğini dizayn edecektir. İşte bu düşüncenin kuvveden fiile geçmesi bile sömürgeci Atlantik muhiplerini çıldırtmaya yetiyor.
Ecnebi gözlüklerden kurtulmak
Dışarıdaki yeminli düşmanlarımız kadar içeridekiler de Türkiye'nin özellikle Suriye, Libya ve Kafkasya'da küresel oyunu değiştiren potansiyelini anlamakta zorlanıyor.
Oysa bu zaferler daha yüzyıl önce üç kıtaya hükmetmiş devlet aklına sahip bir güç için hiç de şaşırtıcı başarılar değil. Ancak ideolojik körlük içindeki yerli sömürgecilerin ecnebi gözlüklerinden kurtulup bu gerçeği kavramaları hayli zor oluyor.
Türkiye'nin bölgemizde yeni bir çağ başlatan başarılarının sırrı aslında küresel güç haritalarındaki değişimi iyi okumasından ve çıkarlarımıza uygun bağımsız kararlar almasından kaynaklanıyor.
Hâliyle askerî gücü yetersiz kalan emperyal güçler, Suriye ve Libya'da olduğu gibi Karabağ'da da Türkiye'ye boyun eğmek zorunda kaldı. Buna bir de bağımsız askerî ve siyasi stratejilerinden ödün vermeyen Türkiye'nin mukayeseli üstünlüğü eklenince, çözülen emperyalist güçlerin Türkiye'nin taleplerini kabul etmekten başka bir çaresi de kalmıyor zaten.
İşte bu yüzden Amerikalı tarihçi Walter Russel Mead'ın da ifade ettiği gibi Rusya ve Türkiye benzeri güçlerin kendi bölgelerindeki jeo-politik hesaplamalarında ABD ile Avrupa'nın yeri ve ağırlığı giderek kayboluyor.
Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika'da olduğu gibi Kafkasya'da da Türkiye'yi yanına alan kazanıyor karşısına alan ise kaybediyor. Bunda hem askeri ve siyasi kararlılığımız hem de küresel sürecin içinden geçtiği hassas dönem oldukça belirleyici konumda.
Yeni bir dünyanın doğum sancılarına şahitlik ettiğimiz bu yeni süreçte unutmayalım ki Türkiye'nin jeo-politik değeri tarihte hiç olmadığı kadar yükselmiş durumda.
Bunun en somut göstergelerinden biri de yüzyıl aradan sonra Kafkasya'da yeniden başlayan Türk çağıdır.