Niyet âdeti ibadete dönüştürür derler. Cümleyi tersinden okuyacak olursak; sahih bir niyetten yoksun ibadetin artık âdete dönüştüğünü, ibadetin maksadı olan 'kurbiyet'in yani Hakk'a yakın olmak için yapılan ibadetin vesile olmaktan uzaklaştığını söyleyebiliriz. Bu cümle ibadet ile alışkanlık, din ile gelenek-görenek arasındaki ayrımı dikkate almayı zorunlu kılan bir ilkedir. "Ameller niyetlere göredir" hadis-i şerifi ise, insanın herhangi bir fiilini amel seviyesine yükselten sebebin niyet olduğunu beyan ederken, bizlere ilkenin arka planını da vermiş olur: Dinde kurucu kavram niyettir. Pek çok insan için din ile adet-gelenekler arasında olumlu bir ilişki bulunur. Öyle ki bunlar birbirinin yerine kullanılabilen ve birbirini tamamlayan kavramlardır diye düşünenlerin sayısı hiç de az değildir. Oysa din gelenekle özdeşleşmeye veya onun parçası haline gelmeye başladığında ibadet, âdete din ise geleneğe dönüşmüş demektir. Din; içinde doğduğu geleneklerle çatışarak insanlara 'insan olmanın anlamını öğretmede' yeni bir istikamet göstermiş ve gelenekleri insanların mağarası saymıştır. Dini hayattaki bozulmalar ise söz konusu mağara alışkanlıklarının, dinin hedefini ihmal ederek onu kendisinin bir parçası haline getirmesinden kaynaklanmıştır. Dinin geleneğe dönüşmesi, dinin tahrif olmasından başka bir şey değildir. Gelenek, dini kendi varlık ve etki alanını genişletmek üzere araca çevirir ve bu sayede daha sağlam ve otoriter bir yapı kazanır. Başka bir ifadeyle dini parçası haline getiren gelenek, varlığını daha güçlü delillerle tahkim eder. Dini düşünce tarihine baktığımızda ortaya çıkan ihya ve tecdit hareketlerinin dini, gelenek ve adetlerin tesirinden kurtararak esas maksadına döndürmek istediğini görürüz. Bu itibarla ihya ve tecdit hareketleri gelenekçe araç haline getirilmiş dinin maksadını yeniden hatırlatarak dini gelenekten kurtarmak çabasındadır. Müslüman toplumlardaki en ciddi sorunlardan birisi, din ile gelenek arasındaki sınırların ayrımının yapılmamış olmasıdır. Gelenek zamana ve mekâna bağlılığı istilzam edip koruyuculuğu benimserken; din zaman ve mekân üstü özelliğiyle dönüştürücü bir unsur olarak hayatı tanzim eder.
Din ile gelenek arasındaki bakış açısı farkının en iyi gözlemlenebileceği örneklerden birisi de edep kavramıdır. Bu iki sahanın ahlaki bir kavram olan edebe yaklaşımları üzerinden iki farklı istikameti/maksadı görmemiz mümkün. Gelenek toplumsal düzeni ve ahengi korumayı maksat edinirken edebi, bu ahengi temin eden bir araç sayar. Din ise; insan ile Allah arasındaki irtibatın tahkimini gaye edinerek edebi, bu irtibatı güçlendiren bir araç olarak kabul eder. Hülasa gelenekte maksat toplumsal düzen iken diğerinde Allah'a yakınlıktır.
Din ile geleneğin ayrıştığı nokta
Gündelik dilde edepten ve edepli davranıştan söz ederken akla gelen ilk şey, insanın davranışlarında göstermiş olduğu sessizlik ve sakinliktir. Sükût ve içine kapanmak edebin ayrılmaz bir parçası olarak görülür. "Edep Yâ Hû" levhası insanlara geri çekilmeyi, sükûtu yeğlemeyi, olana bitene karışmamayı ve edilgen olmayı salık verir. İlim meclislerinde bile ilmin önünde bulunan edep, hocaya itiraz etmek ve tartışmak yerine susarak nasibini beklemeyi kapsayan bir doğaya sahiptir. Velhasıl edep hangi alanda ortaya çıkarsa çıksın susmak, çekingen kalmak ve itirazı bırakmak gibi anlamlarla özdeşleşir. Bununla birlikte edebin gerçekten ne demek olduğu, hangi davranışın edebe uygun olduğunu tespit etmek oldukça güçtür. En azından edep konusunda din ile geleneğin birbirinden farklı tavırlar geliştirdiğini hesaba katarsak, elimizde iki ayrı tarifin bulunduğunu akılda tutmak gerekir.
Tasavvuf kitaplarında müstakil adap bölümleri vardır. Bu bölümlerde adap veya edep, ahlakın bütünü anlamında kullanılır. "Allah'a yaklaşmak ve iyi bir insan olmak isteyen insana yakışan en güzel davranış nedir" sorusu, adap bahsinin temel sorusudur. Bu bahislerden hareketle geleneğin ve dinin edep anlayışının ayrıştığı yönleri birkaç noktada tespit edebiliriz.
Öncelikle, geleneksel edep anlayışı toplumsal ahengi bozmayan davranışlar üzerinde odaklanır. Toplumsal ahengi ve düzeni ihlal etmemeyi bir değer saymak ve otorite karşısında edepli olmak, kişiye vazgeçilmez bir paye kazandırır. Böyle bir edep anlayışının ortaya çıkardığı başka bir kavram ise hayâ yani utanma duygusudur. Edep ile hayâ neredeyse eş anlamda kullanılan kavramlar haline gelerek ferdin hayatını ve özgürlük alanını gelenek lehinde daraltır.
Geleneksel edep anlayışının önemli bir yönü de ayrımcılıktır. Bu ayrımcılık sosyal sınıflar arasında olabileceği gibi yaş, kabiliyet, güç, imkân yahut daha yaygın olmak üzere de cinsiyet ayrımcılığı şeklinde tebarüz edebilir. Ayrımcılığın en önemli alanlarından birisi de kadın ile erkek arasındaki ayrımdır. Gelenek edebi ve hayâyı kadına daha layık bir nitelik sayarak erkeğin davranışlarını daha çok müsamaha ile karşılar. Belki de geleneğin dinden açık şekilde ayrıştığı noktaların başında burası gelir.
İslam, geleneksel ahlak ve edep anlayışının hâkim olduğu bir toplumda edebi Allah ile ilişki esasında tanımlayarak yeni bir ahlak ve edep anlayışı inşa etti. Bu anlayışın ana maksadı ise; insanı özgürleştirmek, onun bütün kabiliyetlerini ortaya çıkartmak, insanı toplum karşısında daha güçlü ve bağımsız bir fert haline getirmekti. Bunu sağlarken zorunlu olarak geleneksel edep anlayışını yıkmış, ahlakın yönünü değiştirmiş, her şeyden önemlisi toplumsal ahenk ve kabile ilişkileri yerine Allah ile ilişkiyi esas alarak meseleyi başka bir noktaya taşımıştır. İslam'ın edep anlayışı Hz. Peygamber'in hadisinde belirtilen sınırlarda tarif edilebilir: "Beni Rabbim edeplendirdi ve ne güzel edeplendirdi!" Bu hadiste edebi tarif edeceğimiz çerçeve ortaya konulurken onu gelenekten hangi cihetten ayrıştıracağımız da bize söylenmiş oldu aslında. Her şeyden önce edep Allah'tan öğrenilen ve O'nun beğeneceği bir davranıştır. Hz. Peygamber'in; "Ben ahlakı tamamlamak üzere gönderildim" hadisi ile bir önceki hadis aynı anlama gelir zira her ikisi de insan ahlakının Allah ile irtibatını kuran hadislerdir.
Allah'ın, Hz. Peygamber'e edebi öğretmesine bağlı olarak düşündüğümüzde insanların edebi öğreneceği yegâne yerin de Hz. Peygamber olacağını görürüz. Buradan baktığımızda ise edebin esas mahiyetinin ne olduğu ortaya çıkmış oluyor: Hz. Peygamber'in edebi ne ise edep odur!
Ar u namus şişesini taşa çalanların edebi
İslam'da ahlakın temel ilkeleri aynı zamanda edebin de temel ilkeleridir. Öyleyse edepten söz etmek öncelikle emin olmaktan, doğruluktan, merhametten, cömertlikten ve adaletten söz etmek demektir. Hayatın hemen her alanında gözetmek zorunda olduğumuz ilkelerdir bunlar. Bir Müslüman için edepten söz etmek bu sıralamadaki ahlaki ilkelere uymaktan söz etmek anlamına gelir. Bunlar aynı zamanda Müslüman'ın aklını teşkil ve tahkim eden unsurlardır. Zira Müslümanlar akıl ile ahlak arasındaki irtibatı naslardan öğrenerek ahlakın akıldan ayrı ve bağımsız bir davranış değil bilakis onu terbiye eden bir yöntem olduğunu bilirler. Ahlaklı olmak akıllı olmanın sebebidir. Başka bir anlatımla İslam'da akıl kritiği ve düşüncenin tahkimi ahlak sayesinde mümkün olabilir. Sufilerin; "Edep aklın dıştan görünümüdür" derken kast etmeye çalıştıkları da esasen budur. Edepli olmak bu izahla gerçekçi bir zemine oturur. Akıl sahibi olmak, ahlaklı ve edepli olmanın neticesidir. Bu akıl ise bizi eşyanın hakikatine ve Allah'ı tanımaya götürecek olan akıldır. Buna mukabil ahlak ihmal edildiği ölçüde sadece edepten uzaklaşmış olmakla kalmayız aynı zamanda akıl ve sahih düşünceyle de aramıza bir mesafe koymuş oluruz. Edep-ahlak ile marifet arasındaki irtibat burada kurulur.
Tartışılması gereken bir diğer mesele ise, edebin gayesi meselesidir. Hz. Peygamber bütün amellerin gayesini 'ihsan' olarak belirledi. İnsan işlerini Allah'ı gözetip O'nu görür gibi yaparsa ihsan makamına ulaşabilir. Bunun anlamı ahlakın veya edebin Allah ile aramızdaki irtibatı tahkim etmek maksadı taşımasıdır. Toplumsal düzen edebin belki ikincil neticesi olabilir fakat hiçbir şekilde ana neden olamaz. Gelenek ile dinin kesin hatlarla ayrıştığı yer tam olarak burasıdır işte. Bu ayrıma dikkat edilmediği vakit, toplumsal maksadı önceleyen gelenek ile din arasında çatışmanın ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Edep anlayışındaki çatışma 'hayâ' duygusunda daha güçlü bir şekilde kendini gösterir. Müslümanlar hayâyı insanlardan çekinmek ve onlardan utanmak duygusu olarak görmezler. Zira insanlardan utanmayı, Allah'tan utanmanın önüne koymak bizi riyakâr yapar ve Allah'tan uzaklaştırır. Dini hayatın en büyük sorunu da bu riyakârlıktır. Tasavvuf edebiyatında da şairler en çok bu husus üzerinde dururlar ve hayânın dini bir ahlak haline gelebilmesinin yollarını ararlar. İhlaslı olmak, insanların kınama ve övgüsünü aşarak doğruyu doğru olduğu için –ki bunun ölçüsü Hakk'a yakınlıktır- yapmak demektir. Bu yönüyle kınama ve övgüye bigâne kalabilmek, 'melamet' kavramında anlamını bulur.
İnsanlardan utanmak yerine Allah'tan utanmak tasavvufi terbiyenin en önemli hedeflerinden biridir. Hz. Peygamber'in; "Hayâ imandandır" hadisi de bu anlama gelir esasen. Sufiler bu düşünceyi izah ederken; "Ar ve haya şişesini taşa çalmayı" seyr-ü sülûkun nihai makamı sayarlar. Kemale eren insan, kendisini 'toplum ne der' diye düşünmekten kurtarabilmiş kişidir. İnsan ihlas ve istiğna makamına ulaşınca, hür ve kâmil bir insan haline gelerek geleneğin boyunduruğundan kurtulur ve böylece onun sunduğu bütün payeleri de reddeder. Artık o, 'ar ve hayâ şişesini taşa çalarak' sadece Allah'tan utanır, sadece Allah'ı dikkate alır. Müslümanlar için hürriyetin asıl anlamı budur.
Meselenin önemli bir yönü de bahsi geçen ayrımcılıkla ilgili olan tavırdır. İslam, mensupları arasında ayrım yapmayan bir dindir. Kişisel mazeretler veya fonksiyonlar sebebiyle bazı geçici ayrımlar olsa bile, bu ayrım gerçek bir ayrım değildir. İslam sadece yükümlülükler bakımından eşitliği kabul etmez. Sufiler için velayet kadın ve erkek herkes için Allah'ın bir ihsanıdır. Her insan aynı hükümlerle yükümlüdür demek yetmez; Allah muvaffak kılınca, her insan aynı marifete erebilir demek gerekir. İslam bu bahiste toplumsal sınıflar arasında ayrım öngörmemişken kadın ve erkek arasında da ayrım öngörmemiştir. Bu nedenle edep meselesinde de aynı durum geçerlidir. Edepte kadını öncelemek veya edebi ona daha layık görmek, dinin değil, geleneğin etkisi altına kalmaktan kaynaklanır. Günümüzde İslam dünyasında özellikle kadın-erkek ayrımı hususunda yaşanan sorunlara bu perspektiften bakmak gerekir. Zira ahlaki bir ilkede bir ayrım söz konusuysa aklımıza din değil evvela gelenek gelmelidir.