Kahve kelimesi bize Arapçadan, Avrupa dillerine de bizden geçmiş. İngiltere’de coffee, Fransa’da cafe, Rusya’da kophe, Macaristan’da kave, Yunanistan’da kafeo, İsveç’te kaffe, Almanya’da kaffee deniliyor bu güzel içeceğe…
Günlerden bir gün Hz. Süleyman'ın yolu, ahalisinin iyileştirilmesi zor bir hastalığa yakalandığı bir şehre düşer. Süleyman Peygamber hastalığa deva olabilmek adına ne yapacağını düşünürken, Cebrail kulağına "yamen" tanelerini kavurarak halkı iyileştirecek bir ilaç yapmasını fısıldar. Bu hikâyeden olsa gerek kahveyi ilk kullananın Süleyman Peygamber olduğu söylenir. Yabancı seyyahların: "Türkler, hastalandığı zaman kahve içer. İyileşmezse, vasiyetini yazar ve bekler" demeleri belki de bu yüzdendir. Sadece ruha, damağa bir zevk değil, sadra da şifa olmuştur kahve.
İbn Sinâ, "bunchum" ismiyle kahvenin şifai tesirinden bahseden ilk bilgindir. Gariptir, kahvenin ilk satışı da eczanelerde olmuştur. Yemen'in Moka şehrinde uyuza; İran'da ise koleraya karşı tesirli bir ilaç olarak kullanılmıştır kahve. Habeşistan'ın yerli halkının ise, kahvenin tanelerini öğütüp un haline getirdikten sonra bir çeşit ekmek yaptıkları da rivayetler arasında. Keza Yemen'de de ekmek yapılırmış kahveden ve yaklaşık beş asır sürmüş bu gelenek.
Kahvecilerin piri Hasan Şâzelî
Kahvenin anavatanı ise, Habeşistan (bugünkü Etiyopya)'ın Kaffa bölgesi. Rivayete göre Kaudi (Kaldi) adında bir çoban, otlattığı keçilerin her zamankinden farklı olarak hoplayıp zıpladıklarını, mehtapta raks ettiklerini ve uyuyamadıklarını görünce sebebini merak edip bir bilgine danışır. Bilgin, çobana keçilerin yediklerine bakmasını tembih eder. Bunun üzerine Kaudi, keçileri takibe alır. Yedikleri bir bitki sebebiyle böyle davrandıklarını fark eder ve kendisi de bu bitkiden yer. Çoban Kaudi'nin danıştığı bilginin Şâzelî tarikatı şeyhi olduğunu söylerler ve bu bilgi pek çok Batılı bilim çevrelerinde de muteberdir. Zaman zaman bu zat, Ali b. Ömer eş-Şâzelî adıyla bilinen aynı tarikattan başka bir şeyhle karıştırılsa da Şâzelî tarikatının kurucusu ve şeyhi olan Ebü'l Hasan Şâzelî'dir aslında. Dervişlerinin gece ibadetlerinde uyanık ve dinç kalmalarını sağlamak için onlara kahve içirdiği söylenir Hasan Şâzeli'nin. Bu konuda kâh Ömer Şâzelî'ye nispet yaparak kâh Hasan Şâzelî'ye dayandırılarak pek çok farklı rivayet ve hikâye anlatılır kahve tiryakilerine. Meşhur hikâyelerden biri şöyledir: Şeyh Şâzelî, 1252 yılında hacca gitmek niyetiyle yola çıkar. Bindiği gemi bir fırtınaya tutulup sürüklenir ve bu zat müritleriyle beraber Moka limanında bulur kendini. Oraya sazlardan bir kulübe yaparlar. O sırada Moka'da bir salgın vardır. Moka hükümdarının kızı da bu salgında hastalanmıştır. Onu Şâzelî hazretlerinin yanına getirirler. Şeyh kızcağızı okur ve iyileştirir. Ancak hasetlerin kaynattığı ateş yüzünden hazrete iftira atılır ve Şeyh Şâzelî, Esvâb nahiyesindeki dağlık bir bölgeye sürülür. Şeyh ve müntesipleri oraya geldiklerinde kahveden başka bir şey bulamazlar. Kahveyi hem meyve gibi yerler hem de çömlekte suyunu kaynatıp içerler. Bir süre sonra Moka'da yeni bir salgın daha çıkar. Halk bu sefer uyuz hastalığına yakalanmıştır. O zaman Şeyh hazretlerini hatırlayıp yanına gelirler, kendisinden özür dileyerek onu şehre davet ederler. Hükümdar izzet ve ikramlarda bulunup, uyuz salgınının bertaraf olması amacıyla dua ister hazretten ve ona bizzat kendi eliyle kahve kaynatır. Fakat kahve kaynarken birden taşar ve dökülür. Şeyh kahvenin taşmasını "kahvenin her tarafa yayılacağına" delalet sayarak suyu hastalara içirir, içenler şifa bulur. Bunun üzerine hükümdar orada büyük bir Şâzelî tekkesi yaptırır. O gün bu gündür Şâzelî ayinlerinde önce Fatiha veya dört kez Yasin okunduktan sonra kahve içilir. Kahvenin ardından da 116 defa "Ya Kavî: Ey Güçlü Olan (Allah)" esması çekilir. Bazı yazarların kahve kelimesinin Allah'ın güzel isimlerinden olan "Kavî"den geldiğini söylemeleri de bu yüzdendir. Unutmadan önemli bir hususu daha belirteyim. Şeyh Ebü'l-Hasan Şâzelî Hazretleri kahveyi keşfedip, şifa ve dinç kalmak amaçlı içmesinden dolayı piri kabul edilir kahvecilerin. Kuru kahve satılan pek çok dükkânda, "Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız/Hazret-i Şeyh Şâzelî'dir pirimiz üstadımız" yazan bir çerçevenin olması adettendir. Ayrıca Ali b. Ömer eş-Şâzelî'ye ait olduğu rivayet edilen; "Kahve zemzem gibidir, hangi niyetle içilirse ona faydalıdır" sözünü de derkenar olarak belirtmek lazım.
Meşhur Moka kahvesi ismini Yemen'den alır
Ahmed Raşid, Yemen ve San'a Tarihi adlı kitabında, kahveyi Habeşistan'dan Yemen'e getiren kişinin Türk komutanı Özdemir Paşa olduğunu yazar. Bundan sonra Osmanlı'nın tekeline girer kahve. O dönemlerde en iyi kahve Yemen kahvesidir. Belki bu yüzdendir Yemen'i kahvenin anavatanı bilip; "Kahve gelir Yemen'den/ Bülbül gelir çimenden" diye türkülerimizin olması. Yemen'in liman kenti olan Moka (Muha, Mocca, Mukhâ), 17 ve 18'inci yüzyıllarda büyük bir kahve aktarma ve ihraç merkezi olmuştur. İşte kafeince çok zengin olan Moka kahvesi ismini Yemen'deki bu limandan alır.
Kahve, sonraları Hicaz'dan Kahire'ye geçti. 1521'de burada ilk kahvehane açıldı. Hacılar, tanıştıkları bu güzel içeceği, memleketlerine götürdüler. Tarihçi Peçevî, 1554-1555'te Halep ve Şam'dan gelen Şems adında iki Suriyelinin, Tahtakale'de birer kahvehane açtığını söylese de 1517'de de kahvenin İstanbul'da bilinen bir içecek olduğuna dair kayıtlar var. Hatta Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver 1551-1552 yılında İstanbul'da ilk kahvehanelerin açıldığını ispatlamıştır. Kahve çok sonraları İspanyollar tarafından Brezilya'ya götürülmek suretiyle, dünyaya yayıldı ve Brezilya dünyanın kahve ambarı oldu.
Hatırlarım da küçükken bizlere kahve verilmez, "kararırsın" derlerdi. Korkar, ağzımıza dahi sürmezdik. Ben kokusuna bayılsam da belki bu yüzden bu mübarek kahveyi sevemedim çok fazla. Bir ara bazı kişiler Habeşlilerin siyahi olmalarını kahve içmelerine bağlamışlar ve içenin kararacağını söylemişler. Hatta çok eskiden kadınların esmerleşirim korkusuyla kahveye pek rağbet etmediği, şerbeti, şurubu, ayranı bu hoş kokulu içeceğe tercih ettikleri söylenir. Ancak, Alman besteci J.S.Bach'ın Kahve Kantatı isimli bir eserinde tam tersi belirtilmektedir. Baba evinde kahve içmesine izin verilmeyen bir genç kız; "Babacığım, bu kadar katı olma! Eğer günde üç kez bir kâsecik kahvemi içmezsem yanmış bir keçi rostosu gibi kupkuru olurum. Ay bu kahve ne kadar tatlı, binlerce öpücükten daha sevimli. Kahve, kahve içmeliyim, Bana bir şey ikram etmek isteyen varsa, Ah! Bana kahve hediye etsin" der. Bach mizahi öğelerle karışık bestelediği bu kantatında Avrupa'yı kasıp kavuran kahve modasını müziğiyle hicvederek anlatır.
Kahvenin Avrupa'da bu denli yayılmasından evvel Avrupalılar arasında kahveyi zararlı bulanların olduğunu da belirtmekte fayda var. 1895 yılında Jil ve Gaş ismindeki iki doktor yapmış oldukları birtakım deneylere dayanarak kahveyi zararlı ilan etmişler. Üstelik dünyada bir kahve hastalığı olduğundan dem vurarak kahve içenlerin gerçek yaşlarından daha yaşlı göründüklerini ve yüzlerinde buruşukluklar başladığını ve vaktinden önce ihtiyarladıklarını iddia etmişlerdir. Hatta bu yüzden Avrupa'da bir müddet kahve yasaklanmış. Papa da "Müslüman içkisi" diye tanımlayarak kahvenin tüketilmesini engellemeye çalışmış. Hatta kahve Müslümanlıkla özdeşleştirildiği için "kâfirlerin içeceği", "şeytan içkisi" gibi nitelemeler yapıp kahveyi içenlerin Türkleşeceğinden endişe duymuşlar. Ancak kısa bir süre devam eden bu yasaktan sonra Papa kahve içmenin günah olmadığı fetvasını vermek zorunda kalmış.
Müslümanlar arasında ise mekruhtu, haramdı, helaldi tartışmaları almış yürümüş bir vakit. Hatta denilir ki Ebüssuûd Efendi Haliç'teki kahve yüklü gemilerin tabanlarını deldirerek kahveyi denize dökmek suretiyle imha ettirmiş. Ebüssuûd Efendi'nin kahveyi yasaklayan fetvasını baskı altında verdiği daha sonra başka bir fetva ile bu fetvasını geçersiz kıldığı da söylenir.
Her eve uğramış bir içecek
Kahve ismi hakkında da birçok rivayet vardır. Vatanı Habeşistan'ın Kaffa mevkii olduğu için Kaffa'dan geldiği söyleniyor. Aslında kahve, Arapça "kahva"dan gelen bir kelime. "Rayiha" yani "koku" manasına geliyor. Arapçada ve Yemen'de çekirdek halindeki kahveye "bun" denilir. Kahvenin bazı eski kitaplarda bade yani içki, hatta şarap anlamına geldiği de yazılıdır. Kahve kelimesi bize Arapçadan, Avrupa dillerine de bizden geçmiş. İngiltere'de coffee, Fransa'da cafe, Rusya'da kophe, Macaristan'da kave, Yunanistan'da kafeo, İsveç'te kaffe, Almanya'da kaffee deniliyor…
Kahve'ye "sofi şerbeti", "ehl-i İrfan" şerbeti gibi tanımlar da verilmiş. "Siyah inci" veya "İslamların şarabı" diye adlandırılmış. Tahtakale'deki o ilk açılan kahvehane- de ise tiryakiler ona "kara inci" adını takmışlar. Cezayir kaynaklarına göre, kahveyi keşfedenler Şâzelî ve İdris adında iki Arap'tır. Hatta ilk zamanlarda kahveye "Şâzilî" adı verilmiştir. H. R. De Mirabeau, kahveyi "beyin içkisi" olarak adlandırır. Şâhidi ise kahveden "Âb-ı Hayat" diye söz eder mısralarında. Âb-ı Hayat'ın karanlıklar ülkesinde olması ve ölümsüzlük vermesi ile kahvenin siyah rengi ve keyif verici özelliği arasında nefis bir ilişki kurarak şöyle der: "Kahvenin Âb-ı hayat olduğuna şüphen mi var/ Şâhidi kendinde olan zulemâtdır."
Kahve tiryakiliğinin ölümlere yol açtığına dair örnekler de var elimizde. Örneğin 51 yaşında hayatını kaybeden ünlü Fransız düşünürü Balzac'ın ömrü boyunca 50 bin fincan kahve tükettiği ve bunun 10 ton kahveye denk geldiği söyleniyor. Napolyon, Victor Hugo, Alexandre Dumas, Muliere, Andre Gide, Madame de Pompadour, Fontenelle de meşhur kahve tiryakileri olarak sayabileceğimiz diğer isimler. Ünlü şair Eşref'in de hicviyelerini yazmadan önce iki çay bardağı dolusu kahve içtiği söylenir.
Osmanlı'da ise kahve, ikram edilmek üzere IV. Mehmed zamanında saray mutfaklarına girdi. Özel törenlerle kahve ikram olunmaya başladı. Ancak bundan önce sarayda Kanunî döneminden itibaren "Kahvecibaşılık" müessesesinin ihdas edildiğini belirtmekte fayda var. Padişahın içeceği kahvenin suyu da Eyüp tepesi civarındaki Gümüşsuyu'ndan özel getirtilirdi. Sultan Abdülhamit ve Sultan Vahîdeddin'in kahve düşkünü padişahlarımızdan olduğunu biliyoruz. Kahveyi kavrulmuş ve çekilmiş satan ilk kuru kahveci dükkânını 1871'de Kemahlı Mehmet Efendi İstanbul Tahtakale'de açtı. Tabii kahve aleyhtarları boş durmadı. Şair Hikmetî'nin; "Kahve-i rûy-i siyâh, içmez ânı Hikmetî (Hikmetli olanlar, yüzü kara kahveyi içmez)" sözüne Kemahlı Mehmet Efendi'nin naziresi şu şekilde olmuştu; "Ehl-i irfan şerbetidir, iç âhir zaman nikbeti (Ariflerin içeceğidir, iç, âhir zamanın kötüsü.)"
Halil Erdoğan Cengiz'in tabiriyle "Girip çıkmadığı ev, dokunmadığı dudak kalmamış, bu kara kuru haliyle fethetmedik gönül ve diyar bırakmamış" denilen kahve; kahvealtı/kahvaltı, kahvehane, kahverengi, kahvedan, kahve falı, kahve parası, kahve tepsisi, kahve takımı, kuru kahve, acı kahve, kahve cezvesi, kahve telvesi, söz kahvesi, sade kahve, şekerli kahve, kahve değirmeni, kahve ibriği, kahve behâsı, kahve ağacı, sabah kahvesi, dibek kahvesi, yorgunluk kahvesi gibi hâlâ kullanmakta olduğumuz pek çok söz öbeği ve kelimemizin de anasıdır.
Kahve hakkında söylenecek çok söz var ama yer yok. Son olarak kahveden bahseden kitaplardan bazısının ismini vererek biraz olsun merakınızı gidereyim. Kemalettin Kuzucu-Sabri Koz imzalı Türk Kahvesi, Beşir Ayvazoğlu'nun Kahveniz Nasıl Olsun, Fatih Tığlı'nın hazırladığı Ehlikeyfin Kitabı, Emine Gürsoy Naskali'nin editörlüğünü yaptığı Türk Kahvesi, Taha Toros'un Kahvenin Öyküsü gibi kitapları bu güzel içecek hakkında sizlere farklı fikirler sunabilir. Siz en iyisi birinden başlayın okumaya.
Gönül ne kahve ister ne kahvehane/ Gönül muhabbet ister kahve bahane…