Ekrem Demirli: İbadet üzerinde düşünmek: Ramazan orucu bize neyi anlatır?

İbadet üzerinde düşünmek: Ramazan orucu bize neyi anlatır?
Giriş Tarihi: 11.7.2017 16:06 Son Güncelleme: 11.7.2017 16:06
Ekrem Demirli SAYI:37Temmuz 2017
Oruç iki yönlü bir ibadet olarak insanları bir noktada toplar. İnsanların bir kısmını zorlayarak onları bir seviyeye yükseltirken başka bazı insanlara ise alışkanlıklarını bozdurur ve açlığı küçülterek onları kendi maksatlarından uzaklaştırır.

İbadetler genellikle mütedahil bir şekilde birbirine eklemlenip bileşik bir heyet olarak hayatımıza dâhil olurlar; her bir ibadet öteki bir ibadeti de içererek ortaya çıkar. Bu itibarla herhangi bir ibadeti salt kendine mahsus anlamı cihetiyle tahlil edebilmek özel dikkat gerektirir. Bu nedenle ibadetler üzerindeki konuşmalar ve yazılar, işin özüne nadiren inebilen retoriğin sınırlarını aşmaz. Bunun açıklanabilir nedenleri olsa bile bunlar her zaman geçerli değildir. Her şeyden önce modern hayatta dindarlık ve dinî düşünce olabildiğince etkisiz bir alana itilerek sığlaştırılmıştır. İnsanlar dinle irtibatlarını sürdürseler bile ibadetler üzerinde derin düşünce üretebilecek, hatta daha önemlisi bir ibadet üzerinden kendi hayatlarını yeniden inşa edebilecekleri bir bilgeliği vücuda çıkarmakta hayli zorlanırlar. Modern öncesi dönemlerde sorun, kendini bu kadar bariz bir şekilde hissettirmemişti çünkü ortada ibadetin kendisine karşı yorumlanabileceği alanlar bu kadar güçlü değildi. Fakat yine de Müslüman entelektüeller ibadetlerin anlamı ve her bir ibadetin tekilliği üzerine özel bir dikkatle yönelerek, ibadetlerin insan hayatındaki anlamını tespit etmek istemişlerdi. Günümüzde ibadetler hakkında düşünce geliştirirken her bir ibadeti müstakil olarak ele alıp o ibadetin hayatımızda neye karşılık geldiğini keşfedebilecek bir sabır ve samimiyetle meseleye yaklaşmak gerekir. Bahsettiğimiz karmaşık durum en çok namaz ve oruçta görünür. Bunlar birer ibadet olsa bile, farklı ibadetlerin de kendilerine eklemlenmesiyle 'bileşik' bir yapı haline gelirler. Söz gelişi namaz kılmak özünde bir hareket meselesidir. Ayakta durmak, rükûa gitmek ve secdeye varmak gibi farklı hareket türlerinin birleşiminden ibaret bir ibadetle yükümlü tutulur Müslümanlar. Bu hareketlerin her birisinin insanın hayatında ve varlığı idrakinde derin anlamları vardır. Ancak namaz kılarken okunan ayetler, söylenen tespihler ve dua cümleleri namazın asli unsurunun önüne geçebilir ve namazı bir metnin tekrarlanmasına çevirebilir. Gerçekte namazı hareket üzerinden konuşmamız gerekir. Namazı hareket üzerinden konuşunca sadece bir ibadeti anlamış olmayız, bu sayede insan hakkında da bir tarif elde edebiliriz. Hac için de benzer şeyi söylemek gerekir. Hac, Arafat'ta vakfe yapmak ve Kâbe'yi tavaf etmekten ibarettir; yani bu kadar basit bir eylem bizi 'hacı' kılmaya yeterlidir. Haccın temel unsuru olan vakfe, zaman ve mekânın ittihat ettiği yegâne ibadettir. Bir mekânda ve belli bir zamanda bulunmanın zorunlu olduğu tek ibadet odur. Vakfenin ve tavafın -ki o da namaza benzer bir harekettir- anlamını bilmeden haccı anlamak mümkün değildir. Hâlbuki modern dünyada bu iki unsurla yüz yüze gelmemizi güçleştiren pek çok hadiseyle karşılaşırız hacda: Seyahatin güçlüğü, kalabalık içinde haccetmenin gerektirdiği sabır, tahammül, tavaf esnasında okunan dualar vs. Bütün bunlar ana unsuru anlamayı güçleştiren dinamiklerdir. Oruç ise başka bir açıdan bu ibadetlere katılarak kendisini anlamayı güçleştiren pek çok ibadetle birlikte yerine getirilen bileşik bir ibadet olarak yer alır hayatımızda. Sanki ilahi irade bir ibadeti dereceli bir şekilde düşünelim diye, onu bileşik bir yapı olarak vaz eylemiştir bizlere.

Açlık bize neyi kazandırır?

Oruç en genel tabiriyle, belirli bir süre zarfında aç kalmak demektir. Daha doğru bir anlatımla o süre içinde yemek yememektir. Buna bir şey içmek ve cinsel hayattan uzak kalmak da eklenir. Oruç ibadetinin ana unsurlarıdır bunlar. Orucu anlama sorunumuz tam olarak bu noktada ortaya çıkıyor aslında. Ramazanda ifa edilen öteki ibadetlerin oruçla irtibatlı görülmesi, orucun bu temel özelliğinin unutulmasına yol açarak dikkatimizi başka ibadetlere çevirmemize neden oluyor. Söz gelişi teravih namazı, zekât veya sadaka vermek gibi pek çok ibadet bu ay içinde daha çok yapılır. Binaenaleyh oruç ibadetini anlayabilmek için bu unsur üzerinde odaklanmak, oruçlu iken yapılan ibadetleri ise şimdilik bir kenara bırakmak gerekir. Öyleyse sormamız gereken asıl soru şudur: Açlık bize neyi kazandıracaktır ve oruç herkes için aynı anlama mı gelir?

Üzerinde durmamız gereken ilk husus, açlığın öteden beri insanlığın aşina olduğu bir riyazet türü olduğudur. İnsanlar hem dinlerle hem de felsefi inançlarla aç kalmanın faydalarını öğrenmişlerdir. Bilhassa beden sağlığı için en çok tavsiye edilen şeyin açlık olduğunu görürüz ahlak metinlerinde. "Kişi midesi kadar boş bir kap doldurmamıştır" sözü hemen hemen bütün ahlak kitaplarında zikredilen ortak bir düstur olarak belleklerimize yerleşmiş. Beslenmenin göreceli olarak güç olduğu dönemlerde açlık hakkında böyle bir vurguda bulunmak insana şaşırtıcı geliyor. Kadim bilgelerin yemek ve içmek üzere koşullanmış modern insanın alışkanlıkları hakkında neler söyleyebileceğini kestirmek güç değil. Meselenin bir yönü beden sağlığıyla ilgilidir. Ancak bundan daha önemlisi nefis terbiyesiyle ilgili olan kısımdır. Bütün kadim gelenekler nefsin ancak güçlü bir riyazet yöntemiyle terbiye edilebileceğinde ve bunun ana unsurunun da açlık olduğunda hemfikirdir. Bu yönüyle kıllet-i taam, yani az yemek, beden sağlığının -dolayısıyla tıbbın- ve ruh sağlığının- ana umdesi olarak şekillenmiştir. Üstelik bu konuda Müslümanların aşina olduğu oruçtaki açlıkla kıyaslanamayacak derecede aşırı örneklerle karşılaşırız. Günlerce aç kalmak, susuz gezmek Müslüman olan olmayan zahitlerde en çok görülen davranıştı. Mesela; "Su içmek bir ihtiyaç değil, arzudur" cümlesi ahlak metinlerinde çokça zikredilir. Açlık, bedenin ağırlığına karşı ruhun idrak güçlerinin açılmasını hedefleyen bir terbiye türü olarak ele alınmıştır. Bu nedenle işin güçlü bir ontolojiye ve bilgi teorisine dayandığını söylememiz mümkün. Kadim toplumlarda tavsiye edilen açlık, sıradan bir insanın nadiren tahammül edebileceği çetin ve meşakkatli bir riyazet türü idi. Peki orucu bu riyazet içinde nerede ele almamız gerekiyor?

Sıradan ve özel insanlar için orucun anlamı

Oruç zahmetli bir ibadet olmak özelliğiyle bilinir. İnsanlar bir ibadeti yerine getirmemek için mazeret (sağlık, yolculuk, meşakkatli işler vs.) beyan edeceklerinde akla en çok oruç gelir. Böyle insanlar mazeret sahibi kabul edilerek başka zamanda oruç tutmak veya fidye vermekle bu meşakkati aşabilirler. Acaba böyle bir oruç tasavvuru hakikate mutabık mıdır? Oruç, modern dünyada biraz daha meşakkatli bir ibadet olarak görülüyor. Bunun kadim dünyada da böyle olduğunu düşünmek güçtür. Zira kadim dünya açlığı yücelten bir dünya idi. Her şeyden önce geçmişte yemek öğünleri günümüzdeki kadar sık değildi. Sabah ve akşam yemeği olmak üzere iki öğünden oluşan bir yemek düzeninin olduğu kadim zamanlarda oruç, insanların temel alışkanlıklarında temel bir değişiklik meydana getirmiyordu. Sabah yemeğinin biraz erkene alınmasıyla iki vakit yemekle oruç tutulabilir. Bununla birlikte orucu meşakkatli kılan kısmı yemekten daha çok içmekle ilgilidir. Oruç bize bir şeyi içmeyi de yasaklıyor ve insanı esas zorlayan unsur da bu olmalı. Bununla birlikte meselenin başka bir yönüne dikkati çekmekte fayda var. Oruç, sıradan insanlar için meşakkatli bir ibadettir peki, ağır perhizlere kendilerini alıştırmış insanlar için de aynı durum söz konusu mudur? Hindistan'da veya başka kadim geleneklerde insanlar ağır riyazet yöntemleriyle nefislerini terbiye etmek, yemek ve içmenin insana icbar ettiği varlık yanılsamasından kurtulmak istemişlerdi. Bunun daha zayıf örneklerini zahitler arasında görmekteyiz. Zahitler uzun açlık perhizleriyle nefislerini terbiye etmenin yollarını aramışlardı; haftaları bulan açlıklarıyla maruf zahitlerden söz edilir. Oruç ibadetini düşünürken iki insan sınıfını düşünmeden ve dinin hedefini akla getirmeden doğru neticeye varmamız mümkün değildir. Birinci sınıf, sıradan insan için orucun daha doğrusu sadece yemek yememenin anlamıdır. İkincisi ise daha özel kabiliyetleri olan insanlar için orucun ne anlama geldiğidir.

Sıradan bir insan için orucun gerçekten meşakkatli bir ibadet olduğu aşikâr. Bilhassa geçimini zor şartlarda çalışarak temin eden insanı düşündüğümüzde orucun kolay bir ibadet olduğunu söylemek mümkün değildir. Onlar hayatın normal akışını bozarak yemek yemeyi terk ettiklerinde önemli bir iş yaptıklarını düşünürler. Bu nedenle oruç cehenneme karşı kalkandır ve insan bu kalkanı hatırlayarak oruç tutmanın güçlüğüne kendisini alıştırabilir. İşin uhrevi kısmına ilave olarak dünya hayatındaki faydalarından söz etmek de bu meşakkati hafifleten unsurlar arasında zikredilebilir. Çağımızda Müslüman bilginlerin orucun daha çok bu kısmı üzerinde durmuş olmasının nedeni de biraz budur.

Ancak sadece bu cihetten bakarak orucu anlamak mümkün değildir. Meselenin ikinci kısmını da dikkate almamız gerekiyor. Oruç özel kabiliyetli insanlar için ne anlama gelir? Mesela ömrünün uzun bir kısmını yaz-kış demeden veya aylara bölmeden yemekten uzak geçiren bir Hindu için oruç ne anlam ifade eder? Hiç kuşkusuz oruç böyle insanlar için çetin ve meşakkatli büyük perhizin bozulması anlamına gelir. Çünkü oruçta iftar etmek ve sahura kalkmak tavsiye edilmiştir. İftarını yemekle açan veya sahurda bir şeyler yiyen ve içen insan da büyük perhizini bozmuş demektir. Öte yandan orucu misafir ağırlamak veya misafir olmak gibi tavsiye edilen unsurlarıyla birlikte düşündüğümüzde 'perhiz bozan' özelliği daha iyi anlaşılabilir. Bütün bunlar orucun perhiz bozucu yönünü anlamamızı kolaylaştırır. Öyleyse oruç iki yönlü bir ibadet olarak insanları bir noktada toplar. İnsanların bir kısmını zorlayarak onları bir seviyeye yükseltirken başka bazı insanlara ise alışkanlıklarını bozdurur ve açlığı küçülterek onları kendi maksatlarından uzaklaştırır.

Meselenin bu yönleri dikkate alınmadan orucu ve dinin insana neyi verdiğini anlayamayız. Oruç üzerinde dururken en çok ihmal edilen yönlerden birisi budur. Oruç her iki yönüyle birlikte farklı insan g ruplarını bir noktada eşitleyen ilke olarak hayatımızı tanzim eder. Binaenaleyh orucun farklı sosyal grupları iftarlarda bir araya getirdiği iddiası doğru olsa bile, onun esas birleştirici yönü farklı kabiliyetleri olan insanları aynı ibadet tarzıyla hakikate ulaştırmasıdır. İnsanlar hakikate ancak meşakkatle ulaşabileceklerini düşünürken din onlara kolay bir yol önerir. O da daha az bir perhizle -fakat ibadet olması şartıyla- en yüksek hakikate ulaşmanın imkânıdır. Felsefi ahlak ile dinî ahlak arasındaki en önemli fark burada ortaya çıkar. Felsefi ahlak teorileri insanın hakikate ancak kendi imkânlarıyla ulaşabileceğini kabul eder. Bu nedenle ahlak teorileri insanın şahsi kabiliyet ve mücadelesiyle varabileceği bir şey olarak hakikati tasavvur eder. Bu durumda hakikate ulaşmak, belirli sayıdaki azınlığın ayrıcalığı haline gelerek aristokratik bir kibri temellendirir. Sıradan insanın hakikatten söz etmesi veya ona yönelmesi hiçbir şekilde mümkün değildir; onlar olsa olsa, mitolojik bir dille hakikat ile ilişki kurabilir. Din ise her insanın hakikate eşit yakınlıkta olduğunu ve hidayete yönelince hakikate ulaşmanın mümkün olabileceğini düşünür. Böyle bir yaklaşım her türlü toplumsal kibrin ve hakikat bilgisi üzerinden inşa edilen iktidarın alaşağı edilmesi demektir. İnsana düşen şey büyük ve meşakkatli bir ibadetle hakikate yolculuk etmek değil, kendisine verilen bilgiye uymaktır. Gerçekte oruçtaki açlık meşakkatli perhizlerle kıyaslanınca, küçük adımlarla fakat rehberi takip ederek hakikate ulaşabileceğimiz ilkesine dayalıdır. Öndeki rehber peygamberdir! Bu yönüyle oruç, biz insanlar için büyük bir lütuftur. Hakikat bize şah damarımızdan daha yakındır; uzaklık bizim vehmimizden ibarettir ve yemeyerek, içmeyerek ve cinsellikle aramıza makul bir mesafe koyarak vehmi yeneceğiz. Daha büyük ve rehbere uymayan açlıklar ise bizim bir yanılsamadan başka bir yanılsamaya düşürerek derin bir girdapta debelenmemize yol açar. Oruç hakikat ile aramızdaki yolun yakınlığını anlamak demektir. Biz o yola çok çalışarak değil, hakikatin bizi kendisine çekmesiyle ulaşacağız. Özne olan biz değil, aradığımız hakikattir.

BİZE ULAŞIN