Memduh Cemil Şirin: ÇOCUK HAKLARI: DEĞİŞMEYEN ÇOCUK ALGISI

ÇOCUK HAKLARI: DEĞİŞMEYEN ÇOCUK ALGISI
Giriş Tarihi: 19.11.2024 14:41 Son Güncelleme: 19.11.2024 14:42

Modern anlamda çocuk hakları bir 20. yüzyıl hikâyesi olarak okunabilir. Bu yazı hukuk kaynaklı temel bir sorunun cevabını arama arayışı olarak görülebilir. Sorumuz şu: Geçtiğimiz yüzyıl çocuk haklarının uluslararası sözleşmelerle, kanunlarla hiç olmadığı kadar pozitif hukuk zemini kazandığı bir yüzyıl olmasına rağmen çocuk hakları alanında neden beklenen ilerleme sağlanamıyor ve çocuk hakları ihlalleri artarak devam ediyor?


Sorunun cevabına odaklanmadan önce, insan haklarının bir parçası olan çocuk haklarının ayrı bir alan olarak gelişmesi üzerinde kısaca durmak iyi olur. Gerçekten de çocuk hakları insan haklarının ayrılmaz bir parçasıdır ve 20. yüzyıl boyunca insan hakları alanında yaşanan gelişmelerle çocuk hakları alanındaki gelişmeler paralellik arz etmektedir. Çocuk haklarının insan haklarının bir kategorisi olarak ayrışması bir yandan, çocuğun özgünlüğünün esas alınması ve çocuğa özgü hak alanının geliştirilmesi arzusu ile ilgilidir. Bunun anlamı, insan haklarının çocuğu merkeze alarak yorumlanması ihtiyacı yanında, (oyun hakkı gibi) çocuğa özgü haklara olan ihtiyaç ile açıklanabilir. Diğer yandan, insan hakları içerisinde kadın hakları, engelli hakları, çocuk hakları gibi farklı kategorilerin ortaya çıkmasının insan hakları içerisinde bir uzmanlaşma arayışının sonucu olduğu söylenebilir. Modern bilimler, bütünün içindeki parçalara odaklanarak uzmanlaşmayı esas almakta ve her alanın kendi içerisinde ayrışması gerekliliği insan hakları alanında da bu gibi kategorilerin oluşmasıyla kendisini göstermektedir.

1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi ile başlayan, Birleşmiş Milletler'in (BM) kurulmasından sonra 1959 tarihli BM Çocuk Hakları Bildirgesi ile
devam eden çocuk haklarının "uluslararasılaşma" süreci 1989 BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ile güncel halini almıştır. Hem dünyadaki ülkelerin tamamına yakınının sözleşmeyi imzalaması hem de önceki uluslararası belgelerden farklı olarak ülkeler için bağlayıcı, yani hukuken uyulması
gereken kurallar barındırması ile bu sözleşme çocuk hakları bakımından bir zafer metni olarak kabul edilmektedir. Uluslararası gelişmeler, kanunların çocuk hakları ile uyumlu hale getirilmesi ve çocuklara özgülenen kanunların çıkarılması noktasında ülkelerin iç hukuklarında doğrudan etki doğurmuştur. (Halen yürürlükte olan) 1927 tarihli Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu ve 1949 tarihli Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun ülkemizde çocuklara özgü ilk kanun örnekleri olarak sayılabilir. Günümüzde başta Çocuk Koruma Kanunu olmak üzere onlarca kanunda çocuklarla ilgili kapsamlı düzenlemeler yer almaktadır.

Dünya çocuklarının hali

Uluslararası sözleşmelere ve ülke hukuklarındaki önemli gelişmelere rağmen (gelişmişlik düzeyine göre ülke ayırımı olmaksızın) dünya çocuklarının hali pürmelalini gösteren veriler çocuk hakları alanında arzu edilen seviyenin çok uzandığı olduğumuzu göstermek bakımından dikkat çekicidir. BM verilerine göre tedavi edilebilir hastalıklar ve kaçınılabilir sebeplerden her gün 5 yaş altı 14 bin çocuk ölüyor. 10-18 yaş arası çocukların yüzde 13'ü, takriben 170 milyon çocuk ruhsal sorunlar yaşıyor. Her 11 dakikada 1 çocuk intihar ediyor. Her 5 dakikada 1 çocuk şiddetten hayatını kaybediyor.
Hastalık, yetersiz beslenme, çalışmak zorunda kalma, erken yaşta evlilik gibi sebeplerle 4 çocuktan 1'i çocukluğunu yaşayamıyor. İlkokul çağındaki çocukların yüzde 10'u okula gidemezken, okula giden her 2 çocuktan 1'inin ilkokul eğitimi sonunda temel okuma ve matematik becerileri yetersiz. Bu noktada şu hususu hatırlatmak gerekir; bu sorunlar salt çocuk sorunu olarak görülmemelidir, dünyanın genel gidişatından kaynaklı sorunların çocuklar üzerindeki olumsuz tesirleri ile de bağlantısı vardır. Bir diğer ifadeyle, 20. yüzyıl boyunca dünyada ekilen kötü tohumlar 21. yüzyılda
bütün insanlık için zehirli ekinlerini vermeye devam etmektedir.

20. yüzyıl boyunca sözleşmelerle, iç hukuktaki gelişmelerle sağlanan görece ilerlemeye rağmen değişmeyen bir şey olmalı ki, arzu edilen noktaya ulaşılamıyor olsun. Sanıyorum en can alıcı noktaya geldik. Meselenin özü çocuğu nasıl algıladığımız, onu toplumsal hayatta nasıl konumlandırdığımız ile ilgili: Değişmeyen şey çocuğa bakışımız, çocuk algımız. Burada Batı merkezli bir okuma yapmak durumundayız çünkü sözleşmeler çağını şekillendiren, ona yön verenler ağırlıklı biçimde Batılı ülkeler. Burada Batı eleştirisi yapıp kendi medeniyetimizi övme arayışı içerisinde olmadığımızı ifade etmek isterim. Elimizde Batı'da çocuk algısı alanında oluşmuş ciddi bir entelektüel ve akademik birikim var. Batı dünyasında epey insan en azından çocuk meselesini önemli bir mesele olarak görüp, geçmişten günümüze çocuğu nasıl algıladıklarını araştırmışlar, öz eleştiri çerçevesinde de kayda değer tespitler yapmışlar. Biz ise maalesef, çocuk meselesinin önemli bir mesele olduğu gerçeği ile yüzleşmekten bile uzağız. Medeniyet coğrafyamızın çocuk algısı ile ilgili kayda değer bir birikim oluşturmak bir yana, böyle bir sorun alanıyla nasıl yüzleşileceğini de öğrenememişiz.

Nesne çocuk - özne çocuk

Çocuğun nasıl algılandığını görmek için tarihe bakmalıyız ve çocukluk tarihi biraz da nesne çocuk – özne çocuk tarihidir. Zayıf ve kırılgan yapısı gerekçe gösterilerek çocuğun yetişkinlere bağımlı olduğu, çocuğun edilgen yetişkinin etken olduğu, çocuğun küçük yetişkin olarak görüldüğü, toplumun ihtiyaçlarının çocuğun konumunda belirleyici olduğu anlayış, nesne çocuk algısı olarak ifade edilebilir. Bunun karşısında, merkeze çocuğun gelişiminin alındığı, çocuğun görüşlerine değer verilen ve çocuğun menfaatini (çocuğun yüksek yararı) öncelikli kabul ederek onu da en az yetişkinler kadar hak sahibi gören anlayış, özne çocuk algısı olarak kabul edilebilir. Aşağıda bazı örneklerle geçmişte olduğu gibi günümüzde de nesne çocuk algısının öne çıktığı ortaya konularak çocuk haklarının arzu edilen ilerlemeyi sağlayamamasının değişmeyen çocuk algısının bir sonucu olduğu gösterilmeye çalışılacaktır.

Orta Çağ Dönemi ile ilgili en bilinen tespit Philippe Ariès'in çocuğun yetişkinden farklı algılanmasının ifadesi olan "çocukluk duygusunun" gelişmediği yönündeki tespitidir. O dönemin edebi ve sanat eserlerinde çocukların pek görülmemesi de bu fikri güçlendirmektedir. Çocukluğun ayrı bir anlamı ve değeri yoktur; çocukluk yetişkinliğin hazırlık dönemidir, çocuk küçük yetişkindir. Çocuğun öne çıktığı 20. yüzyıl ise çocuğun değerlendiği bir dönem
olarak görülmekte ve çocukların da yetişkinler gibi hakları olduğunun kabulü ile çocuğun nesneden özneye evrildiği vurgulanmaktadır.

Ancak, bu yaklaşım zaman içerisinde çocukların aleyhine kullanılmış ve maalesef yetişkin gibi hak sahibi çocuk, yetişkin gibi tüketim aktörü çocuk haline dönüşmüştür (kapitalist ekonomik düzende ürettiklerinizi yetişkinlere satmak yetmemekte ve çocukların dünyasına girmeniz, onları yetişkin dünyasının bir parçası haline getirmeniz gerekmektedir). Neil Postman'ın, adıyla mesajını veren kitabı Çocukluğun Yokoluşu'nda gösterdiği üzere; yetişkin dünyası çocuklara açılarak çocukluk ile yetişkinlik arasındaki sınırlar kaldırılmaktadır ve böylece çocuğun yine yetişkinle özdeş olduğu, çocukluğun yetişkinlikten ayrı, özgün bir dönem olduğu fikrinin zayıfladığı bir anlayış karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde çocuklar, aynı Orta Çağ'da olduğu gibi yetişkinler gibi giyinen, yetişkinlerin tükettiği şeyleri tüketen küçük yetişkinlere dönüşmüş durumdadır. Yüzyıllar içerisinde değişen çok şey varmış zannediyoruz ama aslında değişen pek de bir şey yokmuş.

Sanayi Devrimi'nde çocuk

Orta Çağ'dan daha yakın bir döneme, Sanayi Devrimi'ne geldiğimizde ilk başlarda çocukların işçi olarak ağır fabrika şartlarında çalıştırıldığı görülmektedir. Çocukların hem fiziksel hem de beceri bakımından fabrika şartlarına uygun olmaması, fabrikalarda nitelikli insan gücüne duyulan ihtiyaç bizi büyük bir çocuk hakları kazanımına götürüyor: Eğitim hakkı. Bugünün kavramlarıyla baktığımızda eğitim hakkı, çocuğun beceri
ve yetenekleri doğrultusunda kendini geliştirmesinin en önemli aracıdır. Eğitim için okullaşmaya ihtiyaç var ve Sanayi Devrimi sonrasında okullaşmanın yoğun şekilde arttığı görülmektedir. Bu bir yönüyle eğitim hakkına verilen önem ve değerin göstergesidir elbette ama işin aslı farklı değerlendirmeleri de gerekli kılmaktadır. Fabrikalarda ihtiyaç duyduğunuz nitelikli insanı yetiştirmelisiniz. Çocuklar fiziksel olarak kırılgan olduklarından verimli çalışamamakta ve belli bir olgunluğa ulaşana kadar beklenmesi gerekmektedir (çocukların ağır işlerde çalıştırılmasının önüne geçen ilk kanun örnekleriyle bu dönemde karşılaşılması da tesadüf değildir). Beklerken de ihtiyaç duyduğunuz nitelikli elemanları yetiştirmenin
yolu bu çocukların okula gitmesi, eğitilmesidir (bu durum, babalar gibi anneler de fabrikalarda çalıştığından çocukları bakıp gözetecek kurumlara ihtiyacın da bir sonucudur).

Bu acımasız bir okuma gibi gelebilir. Eğer çocuk hakları alanında önemli çalışmaları olan Manfred Liebel'in Uluslararası Çalışma Örgütü'nün günümüzde çocuk işçiliği ile mücadele konusundaki çalışmalarının temelinde bu çocukları harcanmakta olan insan sermayesi olarak görmesinin yattığı yönündeki eleştirisini görmemiş olsaydım ben de geçmişe çok daha masum gözlerle bakabilirdim. Bu örgüt bugün bu zihniyetle çalışıyorsa, bunun kökenlerini Sanayi Devrimi sonrasında aramak hiç de yanlış olmaz. Çocuk, hak sahibi bir birey (özne çocuk) olmaktan ziyade nitelikli insan gücü, insan sermayesi gibi bir araç (nesne çocuk) olarak görülmeye devam etmektedir.

Çocuğu merkeze alan bir anlayış olmadıkça…

Bu örnekler çoğaltılabilir fakat yazının sınırlarını düşünerek son bir örnekle bitireceğim. Yukarıda 20. yüzyılda çocuk hakları alanında üç önemli uluslararası belge olduğuna değindik. Bu belgelerin oluşturulması konusunda ülkeleri harekete geçiren, daha doğrusu onlara çocukların
önemini hatırlatan neydi? Soruya soruyla cevap verelim: Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi'nin I. Dünya Savaşı, BM Çocuk Hakları Bildirgesi'nin II. Dünya Savaşı, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin ise soğuk savaş sonrası ortaya çıkması tesadüf olabilir mi? Savaşlar nüfusun azalmasına, ülkelerin yıpranmasına, devlet ve toplumda gelecek kaygısının artmasına yol açar; ülkelerin yeniden inşası, kaygılarından arınması ise yeni güçlü nesillerin yetiştirilmesi ile mümkündür.

Çocukların haklarını tanımalıyız ki, ülkenin geleceği emin ellerde olsun (mesela sağlık hakkı ile bebek ölümlerinin önüne geçilerek nüfus artış oranları korunmaktadır). "Çocuklar geleceğimizdir" sloganları böyle dönemlerde daha çok dillendirilmektedir. Çocukta geleceği görmek esasına dayanan çocuk algısı, toplumun ihtiyaçlarının çocuğun konumunda belirleyici olduğu nesne çocuk algısının bir göstergesidir. Oysa çocuk öncelikle bugündür; özne çocuk algısı toplumun ihtiyaçlarının şekillendireceği çocuğun ilerideki yetişkinliğine değil, bugünkü haline odaklanmayı gerektirmektedir. Çocuğu beceri ve yetenekleriyle istediği doğrultuda kendisini gerçekleştirmesine olanak sağlanması gereken hak sahibi birey olarak görmek gerekmektedir.

Maalesef 20. yüzyılda yaşanan onca gelişmeye rağmen yeterince yol kat edilememesi çocuk algısının değişmemesinin bir sonucudur. Çocuk haklarını çocuğu merkeze alan bir anlayışla yorumlamadıkça değişim ihtimali yok gibidir. Her şeye rağmen umutsuz olamayız, bir gün çocuk yüzlü devrimlere uyanmak ümidiyle: Umut var ve hep olacak!

BİZE ULAŞIN