Hikâyelerinizde geleneksel aile hayatını işlediğinizi, eşlerin niteliklerini oldukça yalın bir şekilde ortaya koyduğunuzu görüyoruz hocam. Mustafa Kutlu'nun "aile" anlayışı nasıldır?
Biz inancı olanlar yalnızlık için "Allah'a mahsus" deriz. Aileyi dışlarsan yalnız kalırsın. Modern hayatta fert diyor ki "hayatımı yaşamak istiyorum, beni bırakın." Hatta çok aşağılara düşmüş bir laf da vardır, "Kendi ayaklarım üstünde durmak istiyorum" diye, abuk sabuk bir laf. Ondan sonra da diyor ki, benim güzel ilişkilerim, arkadaşlarım, dostluklarım var. Fakat sonunda bunların hepsi "üfürükten tayyare." Bu sefer de "yalnızım, yalnız" diye salya sümük ağlamaya başlıyorlar. Kardeşim sen seçtin bunu, ne diye ağlıyorsun? Cemaat ferdi ezemez. Cemaat ferdi ezerse şahsiyet yok olur. Dolayısıyla cemaat ferdi yaşatmaya, büyütmeye, geliştirmeye çalışır. Fakat fert de cemaate hükmetmeye kalkışmaz, o zaman istibdat olur. Yani ne cemaat ferdi ezecek ne fert cemaatin üstüne çıkacak. Fakat modern hayat darmadağın etti bu geleneksel hayatı, aileyi falan. Çünkü modern hayatta aile, bir evlilik şirketi olarak görülüyor. E kapitalizm de buna çanak tutuyor tabii. Hatta kadın ayrı, koca ayrı yaşasın hayatını. O zaman ne olacak? Bir tek televizyon, buzdolabı satacağıma iki tane satarım. Yani ne kadar aile fertleri ayrılıp da tek tek ev açarlarsa kapitalizmin o kadar işine gelir. Tüketim fazlalaşmış olur çünkü. Bizim aile yapımıza aykırı bir yapı oluştu.
Mahalle dediğimiz, birlikte yaşanılan bir cemaatti. Mahalle kahvesi, mahalle bakkalı, mahalle kasabı, mahallenin imamı, yani mahalle kendi içinde yaşayan bir dayanışma idi. Onun için işte orta yaş kuşağı Perihan Abla'yı falan çok tuttular. Yani kaybolup giden güzel günleri… Adile Naşit'in, Münir Özkul'un oynadığı Aile Şerefi, Neşeli Günler neden çok seviliyor? Geçmiş güzel günler öyleydi de ondan. Mahalle apartman hayatıyla beraber yok oldu. Dolayısıyla şimdi "mahalle baskısı" diye abuk sabuk bir laf var. Mahalle yok ki, baskısı olsun kardeşim. Mahalle yetmişlerde kaldı en son. Belki taşrada vardır ancak büyükşehirlerde mahalle hayatı özlemle hatırladığımız bir şeydir artık. Modern toplum ne demek? Anne-baba işte, çocuklar kreşte, yaşlılar huzurevinde. Neoliberalizm ve kapitalizm aileyi dağıttı. Niçin? Çok kazansınlar, fert başına düşen milli gelir artsın diye. Artınca daha çok, daha çok tüketecekler. İmaj esastır deniliyor ya, gerisi yalan. Bizim başımıza musibet olarak konan başlıca şey kapitalizmdir. Kapitalizmin Amerikan versiyonu ve onun getirdiği hayat tarzı. Sadece bizim değil, bütün dünyanın kanını, iliğini emiyor. Bütün dünyada aynı müzikler, aynı kıyafetler, aynı tavırlar. Neoliberalizm, feminizm, fütürizm… Ondan sonra sayabildiğin ne kadar musibet varsa oradan bize böyle yağmur gibi yağıyor. Bu yıl yazı hayatımın 54. yılı. Benim konum Türkiye'de toplumsal değişme. Efendim ben sosyologlardan falan daha çok ilgileniyorum bu konularla. En önemli tarafım budur. Ömrüm kahvelerde, sokaklarda geçti. İnsanları tanıyorum. Yazdıklarım buna şahittir.
Günümüz dünyasında zayıflamış, incelmiş bir erkek kimliği ve dolayısıyla büyük bir değişim içinde olan bir aile yapısı var. Niye böyle oldu?
Türkiye'de geleneksel aile esas itibariyle dağılmış durumda. Yaşları 60'ın 70'in üstünde olanlar geleneksel ailenin çocukları olduğu için geleneksel aile dağılmış olsa da o değerleri muhafaza etmeye çalışıyorlar. Ailenin bu yaşlı fertleriyle genç fertleri arasında bir dil, bir değer birliği sağlanamıyor. Türkiye'nin problemi bu. 1950'den itibaren Türkiye toplumsal bir değişimin içine girdi. Köyler boşaldı, şehirlere geldiler. Şimdi de şehirler tıkış tıkış. İnsanların bundan memnun olduğu söylenemez. Ondan sonra bunu orta yaş ve bir üstündeki yaş kuşağı hazmedemedi. Hala gençlik zamanlarını, kendi evliliklerini, çocukluklarını hatırlıyorlar ve kendi çocuklarını, torunlarını aynı adabı muaşeret, aynı edep dairesinde görmek istiyorlar ama bu hayat o hayat değil. Artık ana baba çalışıyor, çocuklar okuyorlar, küçükler kreşe gidiyor, yaşlananları da huzurevine gönderiyorlar.
Dolayısıyla bu neoliberal Amerikan hayat tarzı bizim aileyi de berhava etti. Bir düğün yazısı yazmıştım. Dede diyor ki, eskiden biz köyde, bahçelerde, şurada burada düğünümüzü yapardık. Kız evi ayrı, oğlan evi ayrı, adetler, gelenekler, şunlar bunlar ama şimdi şehre geldik.
Burada ne yapalım? Şimdi o dedenin zevkine, fikriyatına uygun olan düğün çeşitleri oluştu. Derme çatma bir yerin bir tarafında erkekler bir tarafında hanımlar. Erkeklere bir arkadaş vaaz ediyor, hanımlara bir hanım vaize. Ondan sonra etli pilav ayran yiyip üstüne de iki dilim baklavayı yedikten sonra nikâhlar da kıyılıyor oldu sana bir düğün. Hacı dede bunu istiyor. Onun oğlu, iyi kötü salon düğünü görmüş, diyor ki; eşimiz dostumuz var. Hiç olmazsa bir salon kiralayalım, e bir de gelin tarafı var. Neyse salon düğününe karar veriyorlar. Salonda çok çeşitli alternatifler var. Efendim kılıçların altından mı geçsin, yukarıdan aşağı güller mi dökülsün? Babalar bunda karar kılıyorlar. E tabii evlenecek arkadaşlara söz düşmemiş o zamana kadar. Onlara soruyorlar, siz ne istiyorsunuz? Biz kır düğün istiyoruz diyorlar. Kır düğünü nedir Allah Allah diyor büyükler. Yani eskiler görmemişler falan ama çocuklar da onu arzu ediyorlar. Ben ultra zenginlerin efendim, Seyşel Adaları'nda yaptıklarından bahsetmiyorum. Dolayısıyla bir düğünü nasıl yapacağız konusunda çiftler, dedeler, babalar ve karşı taraf arasında çoğu zaman bir anlaşmazlık oluyor. Kırdan büyük şehirlere gelen taşraları aileler büyük şehirlerde o hayatı henüz yerli yerine oturtamadılar. Bunu ben bir tarafı kötülemek, kınamak falan manasında söylemiyorum. Bu bir analiz. Toplumumuzun durumu bu. Dolayısıyla toplumda ailenin yer aldığı çerçeve de bu…
Menekşeli Mektup, Beyhude Ömrüm, Tarla Kuşunun Sesi ve daha başka kitaplarınızda eşlerini "başka türlü seven" adamlar görüyoruz. Başka türlü nasıl sevilir?
Sevgiyi standart hale getirmemek lazım. Eşler sevgililer gününü kutluyor, doğum gününü kutluyor, çiçek alıyor. Bu sevgililer gününde çok tatlı bir skeç izledim televizyonda. Bir Kürt hamal kardeşimize, -yaşı da biraz var- spiker soruyor;" Eşinize diyor, hiç çiçek aldınız mı? -Vallahi hiç almamışım. -Neden eşinize çiçek almıyorsunuz? -E parayı ben veriyorum gitsin kendisini alsın, diyor. Kafasında eşine çiçek alma, hiç böyle bir şey yer etmemiş. Bunların hepsi kapitalizmin icadı. Elli tane gün icat ettiler. Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, yaş günü, bilmem ne günü… Ha bizim geleneksel hayatımızda hiç böyle şeyler yok muydu, vardı. Mesela, çocuğun ilk adımlarını atmaya başladığı günü kutlarlar ya da ilk dişi çıkınca kutlama yaparlardı. Diş hediği derlerdi adına. Şimdilerde bir bey eşinin doğum gününü hatırlamamış olsun, vay ki vay haline! Böyle birtakım alışkanlıklar peyda oldu. Bunlar bizden olan şeyler değil. Bana kalırsa eşlerin birbirine gösterecekleri sevgiyi, saygıyı standart hale getirmemek lazım. Edep dairesinde bunların zaten olmuş olması lazım gelir. Bizim erkeklerimiz yani Anadolu tipi erkekler sevgilerini çok belli etmeyen erkeklerdir. Gerek çocuklarına gerek eşlerine sevgilerini böyle vıcık vıcık ortaya koymayı hiç sevmezler. İçten sevmek diye bir şey var. Eşler birbirinin ne kadar içten sevdiklerini anlarlar. Ayrıca tarif etmeye, bunun tezahürünün olmasına gerek yoktur. Beraber fotoğraf çektirelim, selfi yapalım, şunu yapalım, vıcık vıcık, canım cicim falan… Bu tür şeyler genel olarak bizim geleneksel erkeğimize gelmez. Günümüzde bu çerçeve dağılmış mıdır? Bir miktar dağılmıştır. Yani bunun dışında genç arkadaşlar benim söylediğim "Ağır ol molla desinler" tarifine gelmezler.
Alıp başını giden "erkek egemen toplum" kanaatine dair itirazlarınızın olduğunu okuyucularınız bilir. Nedir o işin aslı hocam?
Efendim, Doğu ve hususen Anadolu için, erkek egemen bir toplum denir. Bu ezbere bir laftır. Benim hayat tecrübem ve gözlemlerim şunu göstermiştir: Köylü kentli, okumuş yazmış kim olursa olsun karı kocanın aileye veya dışarıya ait kararları kapalı kapılar ardında alınır. Kapalı kapılar ardında hâkim olan kadındır. Kararı o verir. Fakat bu kararı kamuya açıklamak erkeğe düşer. Kadın bunu hiç etmez, iki adım geride durur. Adam da göğsünü gere gere efelenir. Hadi oradan, kararı kimin verdiğini biliyoruz biz. Ben toplumun erkek egemen olmadığı kanaatindeyim. Herhalde onun için Kemal Tahir kitabının adını Devlet Ana koydu. Devlet baba değil de Devlet Ana… Devlet baba lafı çok geçer fakat bu bir kamuflajdır. Bizim Anadolu erkeği hanımlara karşı zaaf halindedir. Zeki, biraz da cilveli bir hanım Anadolu erkeğini parmağında oynatır. Hiç ikisi biri yok yani. Bizim erkeğimiz saftır. Bunu hiç belli etmez. Ooo şunu yapar, bunu yapar. Hiç kendini parçalama kardeşim, sen busun. Bu da kötü bir şey de değildir ayrıca. Hanımların hem ailenin tertibinde düzeninde, hem çocukların efendim eğitiminde, hemen hemen ailenin tamamına yakın kısmında bu geçerlidir. Geniş ailede de ailenin yaşlı hanımları, babaanneler, neneler falan son sözü söylerler daima. Bu çok bilinen bir kaidedir. Son söz edep dairesinde onlara verilir.
Dolayısıyla benim erkek egemen toplumuna tamamen karşı olduğumu yazabilirsin. Ha şunları da kaydedelim. Karısını dövenler, kadın cinayetleri falan… Karısını döven adama ben adam diye bakmıyorum. Yani adam sayılmaz o. İnsanla hayvan arası bir şeydir. Bunlar genelin dışında istisnai hallerdir. Kadına şiddet tamamen ahlaksızlık, kişiliksiz, hastalıklı bir tutumdur. Onu ben kayıt dışı olarak görüyorum. Genele baktığım zaman ise kadınlar hayatın bütün yükünü çektikleri için, doğumlar, çocuklar, ailenin iktisadından tut hissiyatına kadar her şeye hâkim oldukları için adamlardan çok daha hürmete layıktırlar ve bu da teslim edilmiş bir şeydir. Dediğim gibi erkek bunu kendine mal etmeye çalışmış olsa bile bu böyle değildir. Bunu yutma yalım yani. Erkekler boyuna şişinmesinler, bunu ben yaptım ben ettim diye. Bunun en bariz göstergesi Karadeniz kadınlarıdır. O sırtlarındaki küfelerle, gübre taşımasından, mal taşımasına, çocuk taşımasından çapa yapmasına kadar… Adamlar çoğunlukla kahvede veya gurbetteler. Karadeniz kadınları bütün işleri gördükleri için çok bariz olarak erkeklerle çata çat dövüşürler. Karadeniz kadını hiçbir zaman başını öne eğmez. Çünkü bu duruşu hak eder.
Edebi kişiliğinizin nirengi noktasına yerleştirdiğiniz "hudûdullah" ve "hikmet" gibi kavramlar var. Son üç kitabınızda da bu fikriyatı ortaya koyduğunuzu görüyoruz. Aile meselesi üzerinden bu görüşlerinizi nasıl okumalıyız hocam?
Aile merkezde olmak kaydıyla bizim bu Amerikan hayat tarzı ve onun temelinde oturan neoliberalizm, kapitalizm ve bunun getirdiği düzene karşı bir duruş, tüketim toplumuna teslim olmamak için ne lazım geliyorsa onu yapmak hususunda, önce zihni ve fikri bir çıkış yapmamız lazım. Yani birileri çıkıp diyecekler ki, "kardeşim bu gidişat iyi bir gidişat değil. Şu şu şekilde yapmak lazım." Son üç kitabımda bunu söylemek istedim. Bunun bir ağızdan çıkan bir şey değil, bir akım, bir anlayış haline gelmesi lazım. Bize yön, bize yol gösterecek olan kişiler akademiya ve ulemadır. Bunun bir huruç hareketi olması lazım. İsmet Özel tabiriyle evet isyan! Evet, isyan ama onun öncesinde hocamız Nurettin Topçu'nun dediği gibi isyan edelim ama önce bir isyan ahlakına sahip olalım. Benim fikriyatımın temelinde bu var. Bu olmadığı takdirde bütün dünyanın üstüne abanmış olan neoliberalizmin bütün teferruatıyla, bütün gücüyle bize dikte ettirdiği bu Amerikan hayat tarzı bizde ne aile ne adap ne edep bırakacak. Bu hayat tarzını yürüten bütün enstrümanlar Silikon Vadisi'nde tasarlanıp bize geliyor. Nedir o gelen? Cep telefonu. Nasıl hayatımızı değiştirdi ama… Kızın birine soruyorlar, "telefonunu elinden alsam ne yaparsın?" "Kolumu kes daha iyi" diyor. Sade hayat bizi teknolojinin baskısından kurtarıp hor gördüğümüz tabiata yeniden dönüşü sağlayacaktır. Ona uygun evler, sokaklar, şehirler… Benimkisi ilgili yerlere bir işaret fişeğidir sadece. Ben bir hikâye yazarıyım sonuçta. Bahsetmiş olduğum şey bir ütopya.
Babanıza dair geçmişinize döndüğünüzde aklınıza gelen en çarpıcı imgeler nelerdir?
Babam da Osmanlı'dan kalmış adamlar gibi fazla konuşmazdı. Hep söylerler, "Ne karı gibi dırdır ediyorsun" diye. Çünkü erkekler için fazla konuşmak makbul bir şey değildir. Babam eski usul bir adamdı. Allah sağlık sıhhat versin doktor, şair Hüsrev Hatemi bir şiirinde, "Babalar paltolardır, siyah, gri, lacivert / Her pederin pederi kendi yüreğine dert." Yani sen de baba olursan, sen de çocuklarına böyle davranacaksın veya çocuklar babalarını neden sonra kıymetini anlayacaklar, demektir bu… Babalar paltolardır. Çünkü ben de çocuk yaşımda babamın paltosuna zaman zaman sarıldığımda tütün kokusu alırdım. O tütün kokusuyla baba kokusu birleşmiştir bende. Hani o Elazığlı bir arkadaş var, "Bu adam benim babam, sekiz köşe kasketiyle, omuzunda sekosuyla, hey" diyor… İşte o babayı çok güzel tarif ediyor. Bizim dönemimizde babalar paltolarını bir defa alır, yirmi sene falan giyer omuzlarına atarlardı. Seko yani. Bizim o tarafta da seko denirdi paltoya. Babam bir nahiye müdürlüğünden mütekaitti. Cihan otel ve kıraathanesinin sokağa bakan cam kenarına bir masa koyup üzerine de daktilosunu koyardı. Civar köyleri de hep tanıyıp, kanunları da bildiği için onlara arzuhal yazan arzuhalci idi. Yani Uzun Hikâye'deki adam gerçekten benim babamdı. Bariz bir şekilde evlat sevgisini göstermezdi ama içten içe beni ne kadar sevdiğini anlardım. Babasızlık kötü bir şey. Çok erken yaşta kaybettim ben babamı. Onun için Uzun Hikâye esasen bir baba oğul hikâyesidir.