Fransız edebiyatçı ve ansiklopedist Voltaire, Kartezyen felsefenin erken döneminin önemli sorunlarından birini teşkil eden "ruh/zihin ve beden" ikiliğini alaycı bir üslupla ele alırken "bir şeyi ikiye böldükten sonra o iki şeyin ilişkisini açıklamaya çalışmak nasıl mümkün olsun ki?" dediğinde insanlığın kadim bir meseledeki yönelimine işaret etmiş oluyordu. Descartes'ın ruh ile bedeni özde ayrı iki varlık tarzı şeklinde düşünmesi bu ikisinin arasına aşılması güç bir duvar koyunca -en azından günümüzde- anlamı kalmayan beden ve ruh ikilemi yeni çağ düşüncesinde de ortaya çıkmış, Leibniz ve Spinoza gibi düşünürler çeşitli yaklaşımlarla ruh ve beden ilişkisini izaha çalışmıştı. Bu sorun uzun dönem dâhilinde sadece felsefi bir mesele olarak kalmamıştı; bundan daha geniş bir alanda olmak üzere edebiyatı ve ahlak teorilerini de derinden etkileyen birtakım tartışmaların kaynağı olmuştu. Belki de ruh üzerindeki konuşmaların düşünce tarihindeki son ihtişamlı evresi bu dönem idi.
Bilimsel düşüncenin felsefeyi geriye itmesiyle birlikte dikkatler insan bedeni ile onun birtakım güçleri veya parçalarına irca edilen bedenin görünür görünmez dünyasına teksif edildi. Artık ruh ve beden diye ayırmamız gereken bir insan söz konusu değildi; her şey beden ve onun güdülerinden ibaretti. Bu itibarla günümüzde kelimenin kadim ve teknik anlamıyla bir ruh ve beden ikileminden söz etmek, bedenin karşısında sınırları ve tanımı hakkında fikrimiz olan ruhun varlığını konuşmak, ruhu müstakil bir cevher olarak görmek bir yana, onun herhangi bir şekilde varlığını kabullenmek, mevcut felsefi düzlemde anlamsız bir iddia olarak kalır. Geçmiş toplumlarda ruhtan söz eden kavramları hatırlatan bir dil kullanılıyorsa bile burada sadece dilsel benzerlik, insanlığın kelime dağarcığından kaynaklanan ortaklık söz konusudur. Bu bakımdan günümüzde insanın tanımını, ruh ve beden ikiliğini esas alan açıklamalarda değil, beden ve onun görünür görünmez fonksiyonlarında bulabiliriz.
Bunun mantıksal neticesi ise şu olmuştur: Günümüzde bedeni kendisine göre değerlendirebileceğimiz bir ruhun varlığından söz edemeyeceğimiz gibi bedeni kendisi uğruna engellememiz gereken herhangi ruhani ve manevi ilkeden de söz edemez olduk. Kadim dönemlerle karşılaştıracak olursak, günümüzde "manevi" kelimesi kadar yoksullaşan hatta anlamını yitiren başka hangi kelime vardır ki? Binaenaleyh günümüzde insanlık düşüncesi
bizzat insanın tanımında herhangi bir çağda görülmeyecek kadar katı ve dar bir monizme ulaşmış, bu monist-maddeci telakki içinde insanın başka herhangi bir derinliği veya "maneviyatı" kalmamıştır.
Ruhun merkebi bedenden bedenin fonksiyonu olarak ruha: Bir gerileme mi yoksa hakikatin keşfi mi?
Çağdaş dünya insan hakkında ne derse desin insanlar hala bir beden ile ruh sahibi olduklarına inanarak hayatlarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Hemen herkes bir ruhu olduğuna inanır, bedenin yanında birçok duygu ve düşüncesini ruhuna izafe eder, ruhundan emin olmak varlığından emin olmak gibi görülür. En azından günlük dilde bu ikilemi anlatan birçok tabir vardır, insanın bir ruh sahibi olduğu ve gerçekte insanı "insan" kılan şeyin bu ruh olduğu inancı herhangi bir delile ve bilgiye gereksinim duymaksızın bir postüla olarak zihnimizi ve eylemlerimizi şekillendirmeye devam eder. Birçok insan bu bakımdan modern zamanlarda eski dünyanın anlayışı üzere yaşamaya devam edecek, ruhun müstakil bir hakikat olduğunu iddia etmekten vazgeçmeyecek, beden ile ruhun ilişkisini tam olarak açıklamasa bile, ruhun varlığında tereddüde düşmeyecektir.
Özellikle yeni dini akımlarda da görüleceği üzere, dünyada revaç bulan güçlü mistik ve dini akımlar arasında ruhun göçünü kabul eden anlayışlar başta gelir. Bunun nedeni her insanın bir ruh sahibi olduğu hakkında söylemiş oldukları iddialardır, bunda tereddüt yoktur. Bir ruh sahibi olmak her
insan için hem bir postüla hem de yaşama umudu haline gelir. Fakat burada yine dikkate değer bir değişim söz konusudur: Modern dünyada bedenle birlikte bağımsız bir ruhun varlığına inanmak, ya asırların iç içe geçmiş bir şekilde varlıklarını sürdürebilmesinden veya sadece dilin insanlık hafızasını koruyarak-değiştirebilmesindeki gücünden kaynaklanır. Zaman ilerledikçe eski kelimeleri kullansak bile, kelimeler yeni anlamlar kazanır; lafızlar baki iken anlam sürekli değişir. Bu nedenle günümüzde kelimenin hakiki anlamıyla bir beden-ruh ikilemi ortadan kalkmış, yegâne gerçeklik olarak monist maddeci beden telakkisi kalmıştır.
Peki, hadise bu noktaya nasıl vardı?
Öteden beri insanlar bedenin içerisinde bir ruh taşıdıklarını düşünmüş, fakat ruhun mahiyeti konusunda bir karara varamamışlardı. Bu yönüyle ruh üzerindeki tartışmalar düşünce tarihinin en verimli alanlarından birini teşkil ederken insan tasavvurlarındaki değişim ruh teorilerindeki değişimlere bağlı kalmıştır. Her şeyden önce bedenin yanında ruhun var olduğunu düşünmek, dikkatimizi bedenden daha çok ruhun mahiyetine teksif etmeyi gerektirir: Acaba ruh denilen şey nedir ve mahiyeti nedir? Galiba bütün dillerde ruh anlamına gelen kelimelerin bir şekilde rüzgâr ve havayla ilişkisinin kurulması bu noktada bazı işaret ve imalar içerir. Bunlar bir bilgi vermekten daha çok bir istikamet gösteren ima ve işaretlerdir; "Size ruhtan az bilgi verildi" ilahi düsturu bütün zamanlarda geçerli bir ilke gibi ruh hakkındaki merakın büyüklüğüyle bilginin azlığını göstermektedir. Bu bakımdan ruh bir tür havai varlık veya bedene nefes alıp vermek yoluyla girip-çıkan canlılık ilkesi olarak kabul edilmiştir. Dışarıdan bedene yerleşen ruh ile beden
canlanırken bedenin ölümü ise ruhun bedeni terk etmesi olarak kabul edilmiş, insan tanımı buna göre yapılmıştır. Bu durumda ruhtan söz etmek hayattan söz etmek demekken beden daha çok ruhu sınırlayan aynı zamanda onu özelleştiren ve tekilleştiren geçici bir unsur olarak ortaya çıkar.
Öyle ki Müslüman kelamcılar ruhun ölüm sonrasında yine bir bedenle hatta önceki bedenle diriltileceğini söylerken bu özelleşmeye dikkat çekerler.
Öte yandan kadim zamanlardan beri ahlak ve dindarlık telakkileri ruh ile beden tartışmalarının sonucu olarak şekillenmişti: Daha doğrusu ruh ve beden ilişkileri sorunu ahlakın temel konusu olarak gelmiş, bedenin bozucu etkilerine karşı ruh değerlerin ve ilkelerin taşıyıcısı olarak kabul edilmiştir. Gerçek bir insan olmak ruhun beden üzerindeki hakimiyetini sağlamak, bedenin bozuculuğuna karşı ruhun istikrarını temin etmekle mümkün olmuştur. Felsefe çabasının amacı böyle bir yolla ahlaklanmak, evreni ve evrendeki şeyleri idrak edebilmektir. Bu minvalde ruhu ideal erdemlerin kaynağı hatta sebebi saymak, bedeni ise geçici ve acil heveslerin zemini olarak görmek, ahlaklanmanın gerekçesini tespit eder. İnsanın ahlaklanması ruh ile beden arasındaki zıtlıktan, ruhun değerleri ile bedenin arzuları arasındaki çelişkilerden doğar. Özellikle İslam tasavvuf geleneğinde bu durum at, merkep gibi hayvanlar ile onlara binen süvari benzetmesiyle izah edilir. Süvarinin atı yönetebilmesi ruhun bedene hakimiyeti anlamına gelir; bunun için yapılması gereken şey bedeni, yani arzuları kontrol etmek, daha büyük arzular uğruna bedenin geçici ve anlık arzularını reddetmek olmalıdır.
Ruhun akledici özelliğiyle bedenin hazlara göre hareketi arasındaki çelişki
Bu meyanda ruh sadece ruh anlamına gelmez, bunu da hatırda tutmak gerekir: Ruhun en önemli özelliği akıl ve akletmek olarak düşünülür. Kartezyen felsefedeki ikiliğin sebebi de benliğin varlığını temellendirmek üzere ruh ile düşünmek arasındaki ilişkinin gösterilmesi idi. Bu ayrışma kadim zamanlardan beri gelen ruhun akledici özelliğiyle bedenin hazlara göre hareket etme mecburiyeti arasındaki çelişkinin devamıydı. O zaman
beden ruh karşıtlığı içgüdüler ile akıl karşıtlığı haline gelir. Ruh aynı zamanda kalbe karşılık gelir. Bu durumda kalbin içerdiği ahlak, insanlık erdemleri ve özellikle aşk ile bedenle ortaya çıkan güdüler arasında başka bir çatışma yaşanır. Bu tarz çatışmaları farklı gelenekler veya disiplinlere göre çoğaltmak mümkündür. Hal böyle olunca, bütün orta çağlar bedene karşı ruhun esas alındığı, bedene karşı ruhun hâkimiyetinin savunulduğu çağlar olagelmiştir. İnsanlık şöyle kabul etmiştir: Ruhu savunmak Tanrı'ya inanmak, Tanrı'ya inanmak ise kurtuluşa varmak demektir.
Bu meyanda ortaçağlardaki ruh telakkilerinde de ciddi ayrımlar ortaya çıkmıştı. Bu ayrımları bedene büsbütün karşı olanlar ile görece bedene daha müsamaha ile yaklaşanlar şeklinde ifade edebiliriz. Tasavvuf geleneğini özellikle metafizikçi kanadı ayrıştıran şey ise beden ve ruh telakkisini yeni bir gözle yorumlamış olmaktı. Haddi zatında Müslüman düşünce ruh ve beden telakkisi ile insanlık tarihinde özel bir yerde durur, bunu akılda tutmak gerekir. Büyük metafizikçi Konevi "Sonradan gelen filozoflar bedenin ruhun kemalindeki işlevini anlayamadı" derken bu duruma işaret eder.
Bu tespit çok önemlidir ve belki de günümüzde ortaya çıkan anlayışın büsbütün bir reddiye şeklinde olmasının anlaşılır yanlarını hatırlatır. Bedenin mutlak özgürlüğü üzerine kurulu çağdaş reddediş bir ölçüde anlaşılabilir gerekçelere dayanır: Anlaşılabilir yanı, ortaçağlarda ruh ile beden arasında mutlak bir tezadın yerleştirilmiş olmasıydı. İnsanlığın böyle bir yükü kaldıramamış olması anlaşılır bir durumdur. Her şeyden önce böyle bir karşıtlık esas itibarıyla vakıaya aykırıdır.
Kadim çağlarda bedene hakkını iade eden Müslümanlıktı. Müslümanlık herşeyin gözetilmesi gerekli bir hakkı vardır dedikten sonra ruh ile beden arasındaki çatışmayı durdurmak istedi; bedenin hakkını ona iade ederek bedenle yaşamanın ilahi emanet olduğuna dikkati çekti. Müslüman düşünce birçok noktada bedeni ruhun rakibi olmaktan çıkartarak bedenli ruh veya bedende ruh şeklinde bir anlayış içinde insan tanımı yapmaya yöneldi.
Bu yaklaşımın temelini Hz. Peygamber'in bedenli olmayı esas alan hayatı teşkil eder. Bu hayat içinde evlenmek, yemek içmek, dünyalı olmak, ticaret etmek, iktidar tesis etmek temeddün oluşturmak başlı başına bir erdem olarak kabul edilir. İslam geleneğini bu bakımdan ruhçu bir gelenek olarak isimlendirmek mümkün değildir. İslam geleneğinde kısa bir dönem katı bir zahitlik ortaya çıkmış, bu zahitlik etkisiyle özellikle tasavvuf edebiyatında bir beden karşıtlığı oluşmuştur. Günümüzde de izleri görüldüğü üzere, gökyüzünden gelen insan ile yeryüzüne yabancılık fikrini temelleri bu telakkiye dayanır. Fakat metafizikçi gelenek, özellikle İbnü'l-Arabi'den itibaren bu anlayışı temelden değiştirmekle bedene itibarını iade etti.
Netice: Bedenci bir dünyanın geleceği var mı?
Günümüzde birçok insan için bu teoriler ya şiirsel bir söylem olmakla kalır veya anlamını büsbütün yitirmiş kuru iddialardır. Buna mukabil bedenin sınırsız arzularının meşru ve haklı olduğu iddiasının karşısında durabilecek herhangi bir otorite veya sınır kalmamıştır. İstikbalde bütün dünya için en tehlikeli yönelim bedenin sınırsız arzularını kritik edebilecek bir referans alanının kalmamış olmasıdır. Beden dünyası yegâne meşru ve haklı değer noktası olarak istiklalini ve buyurganlığını ilan etmiş, insanlık da buna büyük ölçüde ikna olmuş görünmektedir. Ona karşı söylenebilecek olan sözler ise "bedeni beden ile korkutmak" diye tabir edebileceğimiz bedenin müstakbel çıkarları ve arzuları ile hali hazırdaki çıkarları arasında ortaya çıkan çelişkinin gösterilmesiyle sınırlıdır. Bedenin hazlarını esas alan bir insan ancak "yaşlanmak" veya sağlığı yitirmek gibi birtakım belalarla tehdit edilerek bedenin arzularını erteleyebilmektedir.
Hiç kuşkusuz insanlık günümüzde böyle bir anlayış ile daha fazla gidemeyecek, bireysel ve toplumsal hayat dâhilinde büyük krizler yaşanmaya
devam edecektir. En büyük sorun ise hazların tatmin olmasıyla birlikte ortaya çıkan nihilizmdir: Hazza ulaşan bir insan için "Ya sonra?" sorusu en güçlü soruna kapıyı aralar. Bu anlayışın sonuçları büyük yıkımlar getirecektir. Bir çözüm aramak üzere, bakılabilecek alan ise ortaçağların bedeni yok
sayan teorileri olamaz, bunda da tereddüt yoktur. Bu meyanda İslam metafizikçilerinin bedene hakkını ve itibarını iade ederken ruhun kemalini ve özgürlüğünü bedenle irtibatlandıran gerçekçi yaklaşımları kayda değer bir bilgelik olarak ortada durmaktadır. Fakat bu düşüncelerin çağdaş bir
teori haline getirilmesi hiç de kolay değildir.