Orta Çağ'da Endülüs haricinde Batı'da insan hakları, bilim sanat, kültür anlamında oldukça verimsiz bir dönem yaşanırken İslam medeniyeti için aynı dönem bilim, teknik, felsefe, tıp gibi birçok alanda yapılan çalışmalarla Fuat Sezgin'in ifadesiyle"Altın Çağ" olarak da anılıyor. Müslümanlar nasıl bir altın çağ yaşadı?
Bahsettiğimiz çağ 1500 yıllık bir medeniyeti kapsıyor ve bu medeniyetin kapsamını, meziyetlerini, bu medeniyette gelişen bilimi, sanatı ve teknolojiyi tek bir cevapla açıklamamız da mümkün değil. Öncelikle şöyle başlayalım; bin yıllık bir dönemi kapsayan bir medeniyeti anlamak, bilimin, sanatın, düşüncenin ve teknolojinin gelişme süreçlerini açıklamak için Avrupa'nın lineer tarih anlayışından, oryantalist bakış açısından kurtulmamız gerekir. Çünkü oryantalist bakış açısı kendimize Batı'dan bakıp "zavallı şarklılar" şeklinde görmemize yol açıyor. Bu bizi hem bir komplekse sürükler hem de Batı'nın söylemleri dışında herhangi bir şey söylemek, farklı bakış açıları üretmek bile nerdeyse imkânsız hale gelir. Fuat Sezgin hocanın ilk defa Türkiye'de 2004'te TÜBA'nın düzenlemiş olduğu konferansta dile getirdiği ve anlamlandıramadığı bu kompleksi büyük ölçüde hala yaşıyoruz. Sadece Müslüman dünyası değil, non-western dediğimiz Batı'nın kendi bünyesine dâhil etmediği Çin, Hindistan, Afrika, Kuzey ve Güney Amerika'daki kadim medeniyetler de içine dahil edilir. Esas olarak İslam medeniyeti gerçekte neydi, İslam bilimlerin gerçeği nedir, bunlara bakmamız gerek. İslam medeniyeti bin yıldır devam eden, tüm insanlığa ve kültürlere katkıda bulunan bir medeniyettir ve Peygamber Efendimizin İslam'ı müjdelemesiyle başlar. Allah'ın vermiş olduğu hak ve özgürlükleri, yetki ve sorumlulukları bizzat insanın şahsına tebliğ eden bir bakış açısıyla biz modern insanı öğreniriz ilk önce. Nedir modern insandan kastımız? Kendi mesleğini icra etme, istediği yere seyahat edebilme, düşüncelerini özgürce ifade edebilme, dinini seçebilme gibi günümüzde temel hak ve özgürlük olarak tanımlanan bütün özgürlükleri Peygamber Efendimiz bütün insanlara müjdelemiştir. Bu özgürlüklerin temelinde "Ben güzel ahlakı tekâmül etmek için gönderildim" sözünden anlaşıldığı üzere etik değerler ve adalet esaslı bir yapı yer alıyor. 1215 Magna Carta'ya dayandırdığımız bugünkü modern insan haklarının temeli aslında bu belgeden yaklaşık 600 sene önce atılmıştı. Dolayısıyla İslam medeniyetin bu temeller üzerinden yükseldiğini söyleyebiliriz.
Peygamber Efendimizin başlatmış olduğu tarım esaslı reform hareketinin başlamasıyla insanların artık hiçbir zaman aç kalmayacağı, yoksul olmayacağı bir sistem kurulmuş oldu. Kast sistemi kaldırılarak insanlar meslek sahibi oluyor, çalışıyor, tüm halk kendini özgürce ifade edebiliyor, seyahat edebiliyor, devlet de teknoloji ve sanayi yatırım yapıyordu. Yeni endüstriler oluşturularak bugünün endüstrilerinin temelleri o dönemlerde atılmıştı. Bildiğimiz şeker de Müslüman sanayicilerinin bir ürünüdür mesela. Böylece endüstriyel devrimlerle, uluslararası ticaretlerle ve modern iktisadi uygulamalarla İslam dünyasının her köşesinde insanlar artık açlık çekmiyordu. Sağlanan bu refah ve özgürlük temelli İslam medeniyeti kısa süre içerisinde Hindistan'dan Endülüs'e kadar ulaştı. Bunun temelinde hiçbir zaman sadece bir inanç ve ibadet değil, Allah'ın lütfu, inaniyeti ile bir modern vizyon modern devrim yatıyor.
Bu refah içindeki yaşam beraberinde bilimsel gelişmeleri mi getirdi?
İslam bu zenginlikleri dolayısıyla parlak zekâları ve vizyon sahibi sanatçıları, mühendisleri kendine çekti. Kimi ekip biçer kimi zanaatla uğraşır, bazısı entelektüel olarak bilimle ve sanatla ilgilenirdi. Halife Memun (Hilafeti 813-833) tarafından Bağdat'ta oluşturulan Beytü'l-Hikme adlı bilim ve araştırma merkezinde gelişen yeni bir ekol oluştu. Burada esas şiar olarak Allah'ın yarattığı kâinatın sırlarını keşfetmeye yöneldiler. Dolayısıyla tabiatı, gökyüzünü, insanı, fiziği veyahut metafiziği keşfetmek için çok derin, çok rafine araştırmalar yapıldı çünkü İslam daha önceki bilgilere ulaştığı zaman
bunları doğrudan almadı.
İbnü'l-Heysem, eş-Şukûk alâ Batlamyus isimli eserine şöyle başlıyor: "Bilim bizatihi kendisi için aranır, başka herhangi bir gerekçeye lüzum yok" diyor. Buradan baktığımızda İbnü'l- Heysem diyor ki "Daha önce yazılmış olanlar benim için bir sis perdesinin arkasıdır. Onların anlattıklarına itimat edemem, bunları benim denemem lazım, gerçeğe uyup uymadıklarını muhakkak suretle matematiksel olarak ifade etmem lazım." İbnü'l-Heysem'in Miladi 1040 civarında vefat ettiği düşünürsek ondan 600 yıl sonra Descartes da benzer şeyi söyleyecektir. Dolayısıyla eğer biz İslam medeniyetini bir arayış, bir keşif medeniyeti olarak göz önünde bulundurursak bütün İslam medeniyeti içerisinde yapılan her türlü entelektüel aktiviteye temel dayanak oluşturabiliriz.
İslam'ın büyük bir medeniyet olarak değil, herhangi bir kabile kültürü gibi gören ve bunu tahkir eden anlayışa sahip Hristiyan medeniyetinde yetişmiş bazı düşünür ve sanatçı veyahut bilim insanının İslamiyet'e bakışı meziyetlerini ve mahiyetini bilmediği için zaten ön yargılı olacaktır. Örneğin Müslüman bir sanatçının hedeflediğini anlamadan, ruhunu hissetmeden bakıldığında onun sanat eseri sadece tarihi antika değeri varmış gibi değerlendirilecektir. Bu normal olabilir fakat asıl tehlikeli ve tehditkâr olan bizim de sanata böyle yaklaşmamızdır. Örneğin bizler de çoğu zaman tıpkı Avrupalılar gibi bir camiye girdiğimizde o camideki sanatın uhrevi yönünü, sanatçının neyi hedeflediğini anlamadan onun manevi boyutuna değil, sadece maddi yönüne yaklaşarak "Burada çini tekniği çok güzel kullanılmış, renkler çok güzel" deyip sanatı yorumluyoruz. Bu açıdan bakarsak "İslam'da sanat yoktur, İslam'da teknoloji, bilim yoktur" gibi ifadeler kullanırlar çünkü bilim dediğimiz şey yalnızca onların bildiği, tarif ettiği bilimdir. İşte bu sebeplerle Fuat Sezgin Hocamız bize "Ben bütün ömrümü İslam medeniyetini, İslam bilimin gerçeğini aramaya adadım" diyecektir.
Fuat Sezgin Hocanın bütün ömrünü bu çalışmalara adamasının sebebi neydi peki?
Fuat Sezgin Hocamızın hayat hikâyesini kolaylıkla takip edebiliyoruz, kendisi de otobiyografik olarak Bilim Tarihi Sohbetleri kitabında etraflıca anlatıyor. Aslında bizim Fuat hocayı iki açıdan değerlendirmemiz lazım. Hocanın çalışmaları sayıca çoktur ve gerçekten İslam medeniyetinin temel sorunlarına cevap bulacaktır ama Fuat Sezgin Hocayı aslen bu çalışmaları niçin yaptığı açısından değerlendirmemiz gerekiyor. Onu çok sayıda yayın yapmaya sevk eden arkadaki saiklerin ne olduğuna yoğunlaşmalıyız. Günümüzde İslam medeniyetine açıktan veya gizli şekilde gerek akademik
gerek ise politik açıdan ciddi bir baskı ve taarruz var. Fuat Sezgin Hocanın İslam'ı Batılı oryantalistlerin anlattığı gibi olmadığını ve anlattıklarıyla tamamen farklı olduğunu öğretmeye çalıştı. Peki, bunu neden yapmak istedi?
19. yüzyılda Avrupa'daki "Batı gelişmişliği" bakıldığında teknolojik gelişmeler görüyoruz. Buna Mehmet Akif "Tek dişi kalmış canavar" der. Burada kastettiği Batı'nın çeşitli imha silahları geliştirip bunları silahlara sahip olmayan toplumlar üzerinde kullanarak bir hegemonya kurmasıdır. Bakın bu medeniyet değil; bir toplumun teknolojik olarak gelişmesi o toplumun medeni olması anlamına gelmiyor. Bu politika Batı dünyasında çok büyük bir zenginliğe yol açtı çünkü artık ham maddeyi zorla alabiliyor, kölelerle taşıyabiliyor, para harcamıyor ve ham madde için insanları öldürmekten geri çekinmiyordu. Afrika ve Güney Amerika toplumlarına yaptığı gibi. Dolayısıyla bu zenginlik Avrupa' da aşırı bir lüks ve konfor ortaya çıkardı.
Elbette bu bilime de yansıdı çünkü teknoloji geliştikçe bilimde daha fazla analiz yapma imkânı doğar. Bu da Avrupa için evrene ilişkin bilgilerin artmasına sebep oldu. Her türlü lükse, çılgınlığa, teknolojiye sahip olan Avrupa için kanaatimce uğruna mücadele edilecek bir hedef kalmamaya, hayat anlamsızlaşmaya başladı. Böylece Avrupa çok iyi bir düşman icat etmek zorunda kaldı. Bu suni düşman da biz Müslümanlar olduk. Bu
şekilde İslam medeniyeti üzerine doğrudan müdahaleler başladı. Bu müdahale önceleri "medeniyet götürmek" gerekçesiyle meşrulaştırılan doğrudan istilalar şeklindeydi.
Tabii bunlar bir müddet sonra kâfi gelmemeye başladı ve 1883'te Ernest Renan'ın Paris'te yaptığı "İslamiyet ve bilim" konferansında İslam medeniyetinin insanlığa herhangi bir katkıda bulunmadığı deklare edildi. Daha sonra artık "İslam" kelimesini bir tarafa bırakıp önce Arap, sonra Şark demeye başladılar. Neticede bugün kendimizi Batı'nın doğusu olarak tanımlıyoruz, kendimize Ortadoğu diyoruz. Ne yazık ki bu bahsettiğim kültür hegemonyası o istilalardan çok daha kapsamlı etkilere sebep oldu. İşte Fuat Sezgin Hoca esas itibariyle İslam medeniyetini anlatmayı, gerçeğini ortaya koymayı amaçladı ki burada da hakikaten hiçbir zaman sübjektif değil, tamamen objektif bir çalışma ortaya koydu. Bu çarpıtılmış iddialara karşı bütün ömrünü İslam medeniyetinin gerçeğini araştırmaya adadığını söyleyebiliriz.
Kendisinin bu konuda çok önemli bir eseri var. Bahsedebilir misiniz biraz?
Önce Ernst Renan'ın "İslam bilim insanlarının herhangi bir bilimsel üretimi olmamıştır" iddiasına karşı 17 ciltlik bir literatür ortaya koydu. 17 ciltlik literatürde İslam medeniyetinin bütün entelektüel yazınlarını Almanca Geschichte des arabischen Schrifttums adlı eserde topladı. Bugün tamamı Türkçeye çevrildi. Artık bizim afaki söylemler duyarak bir şey iddia etmemize gerek kalmadı çünkü bu kitapta hangi âlimin hangi eseri yazdığı, bu eserlerinde neyi anlattığı mevcut. İslam'ın ilk yüzyılında beri İslam âlimleri ve yahut Müslüman dünyasında İslam ekolü içerisinde kaleme alınmış bütün yazınları anlatıyor. Bu eser dinden felsefeye, teknolojiden tabiata, sanattan coğrafyaya, fizik, kimya, astronomi, riyazi bilimlerden mantık ve hadislere varıncaya kadar geniş bir literatüre sahip. Beşeri coğrafya, matematik coğrafyası, ülkeler coğrafyası, astronomide kullanılan araçlar, gözlemler, rasathaneler, bütün astronomların çalışmalarından bahsediliyor. Aslında bizim elimizde bir kılavuz, bir define haritası var.
Fuat Sezgin bizim için nasıl bir kılavuz peki? Bugünün insanına ne söylüyor?
Esas itibarıyla Fuat Hoca 75 yıl boyunca tüm bunları araştırdı. 20 yaşından 94 yaşına kadarki bütün çalışması bahsettiğimiz meseleler üzereydi. Hocanın günde 18 saatten az çalışmadığını göz önünde bulundurursak normal bir insanın üç katı kadar çalıştı. Ayrıca tatili yoktu, bayramı yoktu. Hatta kendi ağzından dinlediğim için söylüyorum; nikâhı olacağı için enstitüden çıkıyor. Almanya Frankfurt'ta nikâh oluyor, tekrar enstitüye gelmesi yarım saat sürüyor. Böyle bir çalışmadan söz ediyoruz. Fuat Sezgin'in bir de diğer yönü var. Macar asıllı Yahudi oryantalist Goldziher, hadislerle alakalı Batı'da çok büyük bir açılım yaptı. Bu açılımda Goldziher, İslam dini içinde Kuran-ı Kerim'i ve onun edebi yönünü beğendiğini fakat Peygamber Efendimizin hadis-i şeriflerinin tamamının uydurma olduğunu söyledi. Bu aslında uzaktan masum görünse de bugün baktığımızda hadisi, sünneti dışarıda bırakıp sadece Kuran'a dayalı bir Kuran İslam'ı oluşturma yönündeki çabalar aslında İslam'ı zayıflatmaya yönelik ciddi bir taarruzdur.
Fuat Sezgin'in esas itibarıyla ilk mezuniyetinden itibaren İstanbul Üniversitesi doğu dilleri hazırladığı doktora tezi İbnü'l-Müsennâ'nın Mecâzü'l- Kur'ân'ıdır. Bu çalışmasından sonra doçentlik tezini Buhari'nin kaynakları üzerine yaptı. Buhari'nin kaynaklarını incelerken sık sık Mecâzü'l- Kur'ân'a atıfta bulunduğu keşfetti. O sırada özellikle 1955- 1960 arasında Avrupa'daki şarkiyat kongrelerine katıldı. Macar asıllı Goldziher'in iddiasının aksine hadislerin yazılı kaynaklara dayalı olduğunu savundu. Buhari'nin kaynakları üzerine yeni bir söylem geliştirdi ve Goldziher'in bu iddiasının doğru olmadığını, İslam'da hadislerin bütün yazılı kaynaklara, senetlere dayalı olduğunu ispatladı.
Tekrar edecek olursak; Fuat Sezgin, İslam karşısında Avrupa'nın hegomenyal tavrının iki önemli iddiasına karşı mücadele verdi. Bunlardan biri İslam medeniyetinin bilime katkı sağlamadığı, ikincisi ise hadislerin uydurma olduğu yönünde. Biri Müslümanlara, diğeri ise bütün dünyaya karşı entelektüel açıdan İslam'ı zayıflatmayı, İslam'a karşı bir reaksiyon oluşturmayı amaçlıyordu. Dolayısıyla biz burada Fuat Sezgin Hocanın çalışmalarını, vizyonunu, misyonunu iyi anlamalıyız. Fuat Sezgin bize bir define haritası bıraktı. Artık gençlerimizin bir Fuat Sezgin misyonu gönüllüsü olarak İslam medeniyetini mikro ölçekte inceleyerek her alanda her şahsın her çalışmanın bir müstakil araştırmasını yaparak İslam bilimler gerçeğini ortaya çıkarmak gerekiyor.
Sanırım bize düşen bir sorumluluk var bu durumda. Nasıl bir yol haritası izlemeliyiz?
Bizim Fuat Sezgin hayranlığına değil, Fuat Sezgin olacak insanlara ihtiyacımız var. "Ben yapamam ama Fuat Sezgin hocayı çok takdir ediyorum, çok seviyorum" değil; "Ben Fuat Sezgin olacağım" diyerek artık bazı kompleksleri üzerimizden atmamız lazım. Gençlere bu noktada önemli işler düşüyor. Bilimle uğraşmak çok önemli fakat ne yazık ki bugün de hala devam eden "sırça köşkten" ahkâm kesen bilim insanı geçinenler, kendileri dışında kimsenin bilim yapamayacağına ve kendi tanımları dışında bilim olmayacağına halkı inandırdılar. Bilim bence herkesin yapabileceğini herkesin üstesinden gelebileceği entelektüel bir kültür unsurudur. Bilim olmadan insanların gelişmesi mümkün değildir. Biz bu işe yeni başlamadık. Bize unutturulan bin yıllık süreci yeniden hatırlamamız, bu tarihi iyi anlamamız lazım. Bu döneme Altın Çağ deniliyor ve bu bizim geçmişimiz. Atalarımız daha önce her şeyi yaptı. Bugün itibarıyla da görüyoruz ki kendi uzay ajansımızı kurduk, hava araçlarımızı yapıyoruz. Bakıyoruz ki bilimsel çalışmalarımız çok hızlı ve çok nitelikli, çok sayıda üniversitelerimiz, çalışmalarımız var. Kendimizi daha özgürce ifade edebiliyoruz; gerek hayat tarzımızla gerek fikirlerimizle söyleyebiliyoruz. Bunlar çok önemli kazanımlardır.
Kendimize özgü bir tarih devrimi yapmalıyız. Avrupa ve tüm dünyada kabul edilen tüm kavramları eleştirel bir şekilde gözden geçirmeliyiz. Buna Rönesans da dahil. Öncelikle tarihimizi tanımalıyız. Medeniyet Rönesans'la değil, Peygamber Efendimizin İslam'ı müjdelemesiyle başlamıştır, tıpkı modern insan gibi. Ne yazık ki bazı entelektüellerimiz modernleşmeyi anlatmaya başlarken Rönesans'la başlar. Artık cesur olmamız ve kendimize Batı'dan bakıp zavallı şarklılar olarak görmememiz ve bizim de oksidantalist bir bakışla Batı'yı incelemeye başlamamız zamanı geldi. 1929'da Mustafa Kemal Atatürk, Türk Tarih Kurumunu kurduğunda asıl amacı araştırılan bir millet değil, araştıran bir millet oluşturmaktı ama hiç kimse anlamadı bunu. Atatürkçü olduğunu söyleyen bazı insanlar da bunun aksini yaptı. Oysa biz araştırılacak bir millet değiliz; biz medeni ve araştıracak bir milletiz. Dolayasıyla bizim artık "oryantalist" düşünceyi bir kenara bırakıp "oksidantiyalist" gayret içine girmemiz gerek.
MUSTAFA KAÇAR KİMDİR?
1979'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi Anabilim Dalı'nda lisans eğitimine başlayan Kaçar, adı geçen anabilim dalından "Mihrimah Sultan'ın Vakıf Eserleri" adlı bitirme teziyle 1983'te mezun oldu. Aynı yıl Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Bölümü Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi Anabilim Dalı'nda yüksek lisans eğitimine başladı ve 1986'da "Osmanlı Telgraf İşletmesi (1854-1871)" konulu teziyle mezun oldu. "Osmanlı Devleti'nde Bilim ve Eğitim Anlayışında Meydana Gelen Değişmeler ve Mühendishanelerin Kuruluşu" konulu teziyle 1996 yılında doktorasını verdi. 1987'de araştırma görevlisi, 1997'de yardımcı doçent, 2000 tarihinde doçent, 2008 yılında profesör oldu. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Bilim Tarihi Bölümü'nü kurdu. Görevine ve çalışmalarına halen bu bölümde devam etmektedir. XVI. Yüzyıl Osmanlı Astronomu Takiyüddin'in Gözlem Araçları, Piri Reis ve Kristof Kolomb Öncesi İslam Haritaları, Çağını Yakalayan Osmanlı Devleti'nde Modern Haberleşme ve Ulaştırma Teknikleri gibi kitaplarda imzası bulunmaktadır.