Mim Kemal Öke: MEMLEKET SORULUNCA BEN TÜRKİYE DERİM

MEMLEKET SORULUNCA BEN TÜRKİYE DERİM
Giriş Tarihi: 25.04.2023 14:35 Son Güncelleme: 23.05.2024 15:15
Memleket deyince aklımıza öncelikle kendi y öremiz, şehrimiz, köyümüz geliyor olabilir ama tüm bunlar aslında sayısız renkleri, tatları, sesleri, kültürleri ve canları ile yekvücut Türkiye’den başkası değil, ondan ayrı ya da gayrı değil. Dünyanın pek az y erine nasip olan bu çok çeşitlilik, çok unsurluluk aslında biziz ama sürekli değişen gündemlerin ve hayatın hayhuyunun etkisiyle sanki bazen unutur gibi oluyoruz. O zaman arada şöyle bir durup, kendimize bakıp kim, ne v e neci olduğumuzu hatırlamakta fayda var. Zira bizi güçlü kılanların başında farklılıklarımızla ber aber birlik olmak geliyor. Kim, nereli ve nasıl olduğumuz sorularına vereceğimiz cevaplar ya da sadece kim olduğumuzu hatırlamak bu konuda temel adımı teşkil ediyor. “Memleket neresidir, Türkiye nedir, bizi biz yapan nedir” bir kez daha öğrenelim dedik ve hatamızla sevabımızla bize anlatması için Pr of. Dr. Mim Kemal Öke’nin kapısını çaldık. Akademisyen tarihçi olmasının dışında daha bir çok farklı yönüyle de tanıdığımız Öke geçmişimizden bugüne bizi artılarımız ve eksilerimizle Lacivert’e değerlendirdi.

Tarihçi ve akademisyen olmanızın dışında sizi roman yazarı, medya yöneticisi, televizyon programcısı, modern zaman dervişi gibi pek çok sıfatla da tanıyoruz.

En son olarak oyunculuğum var; maratonun sonunda en yapmak istediğim şeyi yapıyorum.

Çok renkli bir kişiliksiniz, sanki biraz Türkiye gibisiniz Bu bakımdan Türkiye ile bağınızı nasıl tanımlarsınız?

Ne kadar güzel bir benzetme oldu bu. "Vatan" değil de "memleket" dediniz. İşte bu beni hep düşündürür. "Memleket neresi?" diye bana da hep soruyorlar. Bayılırım bu tabire. "Ben Türkiyeliyim" diye cevap veririm, bu sefer de "Onu demiyorum, memleket neresi, onu soruyorum" diyorlar. İnsanların çoğunda memleket deyince; Karadeniz, Ege, Güney Doğu ya da köyü çağrıştırıyor ama memleket sorulunca ben "Türkiye" derim, ilk aklıma gelen Türkiye'dir. Ama bir şey daha söyleyeyim; benim memleket dediğim şey ceddimin doğduğu yerden tutun açıldığı, ayaklarını bastığı yerlere kadardır. Yani Altay Dağı eteklerinden, Orta Asya kökenlerinden -zaten ben Uygurlardan geliyorum- çıkıp Türkistan'ı aşarak Viyana'ya kadar ceddimin ayaklarını bastığı yerler benim memleketimdir. Benim için memleket Turani konseptlerle izah edilebilecek bir şeydir. Türkiye tabii ki anavatanımızdır ama "ata yurt" da unutulmaz. Nasıl ki "memleket" sözü içimizde bir sıcaklık hissi doğurur, ben bunu Özbekistan'da Timur'un türbesinin önünde de, Kazakistan'da Hoca Ahmet Yesevi'nin türbesi önünde de, Oğuz ilinde de, Trablusgarp'ta Turgut Reis'in mescidinde de duydum. Yani memleket dediğimiz manevi bir şeydir, bir ruhtur; bu ruh size kimliğinizi verir. Siz ona milli karakter mi dersiniz, tarihin içinden gelip metafizik ilkelerle dokunmuş bir ruh mu dersiniz… Bu ruh sizde belli bir kişiliğin oluşmasını sağlar. Bu kimlik, bu kişilik bize gökten zembille indirilmedi ki. Kültürel genetik diye bir şey var ve bu coğrafyayla da alakalıdır ama coğrafyayı da coğrafya yapan tarihtir.

Peki, "kültürel genetik" dediğiniz, bizi biz yapan bu şeyi nasıl tarif edersiniz?

Bizim kültürel genetiğimize baktığımızda biraz kaleydoskopik özelliklere sahip olduğunu görüyoruz. Orta Asya'dan getirdiğimiz tecrübeler, kökenlerimiz, mitolojimiz, menkıbelerimiz gibi birçok unsur… Mesela Dede Korkut'ta bizim birinci derecede kimliğimiz vardır. Onun ayak bastığı her yer bizim memleketimizdir. Kopuzuyla topuzuyla dolaştığı her yeri bize memleket kılmıştır. "Bizim insanımız" dediğimiz hakikaten çok kültürlü, çok kişiliklidir; coğrafya ve zaman içerisinde medeniyetleri teker teker dolaşmış, zaman ve mekan içerisinde kendini geliştirmiş, uygarlık yürüyüşünde insanlardan bir şeyler alıp onlara bir şeyler vermiş bir kimliktir bu. Kendi kişiliğimizi çok somuta indirgeyecek olursak üç temel hususiyetten bahsedebiliriz: İlki tabii ki bizim soy yapımızdır. Ben ırkçılığa karşı biri olarak bunu ırkçılık olarak değerlendirmiyorum. Bugüne kadar karışmamış saf bir ırk bulunabileceğini de zannetmiyorum. Ama soy dediğimiz bu şey bir şifredir, dünyaya bir bakış açısıdır, zamanın ruhu içerisinde evrilen bir meltemdir. Bizde Turani özellikler vardır. Nedir bunlar: Biraz ekolojiye yatkınlıktır. Türk dediğimiz insan oralardan buralara gelene kadar ekolojiye yani doğaya ve coğrafyaya büyük saygı göstermiştir yoksa yaşayamazdı. Bizim mitolojimizde dağlar var, sema var; yıldızlar, kandiller, ceylanlar, at var. Daha hiç kimsenin ekolojiden bahsetmediği bir dönemde doğayla uyumlu çevreci bir millet karşınıza çıkar.

İkincisi ve bizim açımızdan en önemli olanı, memleketimize tarihi ve kültürel dokuyu kazandıran en önemli unsur Türk tasavvufudur. Hoca Ahmet Yesevi mesela İslam'la şereflenmemizden sonra bize fetih anahtarını veren kişidir. Onun Hikmetleri, aşk ile İslamiyet'e bakış açısı, bu milletin kalbini İslam'a açmış ve İslam kalplerine indiği andan itibaren bu millet coşmuş ve Hz. Peygamber'in bildirdiği Allah'ı sevmek konusunda da muazzam
eserler bırakmıştır. Ben milletimize "ehl-i kılıç ve ney" diyorum. Kılıcı çok iyi kullanan ama neyi de çok iyi üfleyen dolayısıyla hem devlet idaresinde hem de sanatta belli bir seviyeyi yakalayabilmiş, Orta Asya'dan itibaren büyük bir medeniyeti gerçekleştirebilmiş büyük bir uygarlık tarihinin sahibidir bu millet.

Daha yakın dönemlere ve bugüne gelirsek…

Bu ikisinin terkibi çok önemlidir ama bu millet burada bitmiyor tabii ki, Batı'yla da devam ediyor. Batı'yı yok farz ederek bizim milletimizi, Türkiye ve Anadolu dediğimiz bu memleketi ve bu coğrafyayı da anlamak mümkün değildir. Burada katman katman Anadolu medeniyetleri var; bizimkisi bu medeniyetlerin üzerine geldiği zaman bunları bastırmamış, bunların hamuru içerisinde adeta yepyeni bir senteze ulaşmayı başarabilmiş; bu dirayeti, bu zekâyı, bu dehayı gösterebilmişiz. Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset'te Türkçülük, İslamcılık ve Garpçılık'tan bahseder ama bence biz bu üçü arasında bir seçim yapmak mecburiyetinde değiliz. Zaten bunların hepsi bizde inkılap etmiştir. Biz burada tevhidi yakalamışızdır.

Günün birinde bir İsrailli bana "Dünyanın en büyük ülkesi sizsiniz" demişti. Nereden bildiğini sorduğumda şu cevabı vermişti: "Coğrafyanıza baksanıza, haritada Türkiye'nin Anadolu'nun dünyadaki yerine bir baksanıza…" Hakikaten de baktığımızda üç büyük kıtanın tam ortasında, Akdeniz'in kıyısında, altından medeniyetler fışkıran bir yer. Adeta dünyanın merkezi burası ve bu bize büyük bir avantaj sağlıyor, büyük bir zenginlik ve asalet getiriyor. Bu bakımdan ben milletimizin ve memleketimizin çok asil olduğunu düşünüyorum. Bunu küçümsemeye, bozmaya ve parçalamaya ise hiç hakkımız olmadığını da…

Çok güzel hasletlerimizden bahsettiniz ama sanki günümüzde bunları kaybediyor gibiyiz? Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Hem de nasıl. Siz kibarca ifade ettiniz ama aslında kendi aslımızdan bihaber halde yaşıyoruz. Peki, neden böyle oluyor derseniz; başımızda post-modern neoliberal geç-kapitalizm denilen bir illet var çünkü. Bu anlayış dünyadaki her şeyi küreselleşme ışığında standartlaştırıyor, tüketimciliği hâkim kılıyor, bizi fast-food'laştırıyor; bir bakıma bayağılaştırıyor, avamileştiriyor. Aklımızı, zihnimizi, kalbimizi devreye sokacak bütün mekanizmaları zora sokuyor. Buna göre sen kredi kartını kullanabildiğin kadar adamsın. Her şeyin fiyatını bilen ama değerini bilmeyen nesiller istiyor. Ben bu nedenle "Mim" kuşağından yanayım. Bugünün bir neslini ele alsak mesela, sorsak "senin memleketin nere" diye, onun memleketi bu dünya bu toprak değil ki en fazla gezdiği, yaşadığı, alışveriş yaptığı, konuştuğu, eğitim gördüğü, dostluk kurduğu, eğlendiği yer internet dolayısıyla onun memleketi de internet; bunlara bir nevi "netizen" de diyebiliriz.

Zihniyetimize hâkim olmaya başlayan olumsuz yönleri aşabilmek için neler yapmalıyız dersiniz?

Son dönemlerde yaşadığımız olumsuz hallerin kaynağını ben terbiye sistemimizde ve edep yoksunluğunda buluyorum. Bize ufuklar açan ve kalbimizi genişleten en önemli unsurumuzun tasavvuf olduğunu düşünüyorum. Baktığınız zaman tasavvuftabir insan telakkisi, bir veren tasavvuru vardır. Menkıbeler, Dede Korkut hikâyeleri bunu için vardır. Dede Korkut bizim insanımızın nasıl olması gerektiğini, nasıl bir güç olduğunu ve Tanrı'nın yaratığı âlemi bize anlatır. Ama biz bunları giderek ıskalamaya başladık. Maalesef günümüzün ekonomik siyasetleri bizim DNA'larımızı bozdu; bu bakımdan bir nevi genetik çözülme içine girdik. Oysa bizim terbiye sistemimizin temelini oluşturan tasavvufa baktığımız zaman çocukluktan ölüme kadar o terbiye içerisinde yetişirdik. İktisadi hayatımız da onun üzerineydi; Ahi teşkilatı, esnaf loncaları, fütüvvet geleneği vs. Tüm bunların çıkış noktası ise Hz. Peygamber'in Medine'de kurmuş olduğu aydınlanmış şehir Medine-i münevvere idi. O Medine'de bir medeniyet numunesi kurdu ve biz de onu takip ettik, İslam'ının bayraktarlığını yaptık ve kentsoylu insanlar yetiştirdik. Büyük kentler kurarak bedevilikten medeniliğe geçmiş insan tipinin dönüşümünü gerçekleştirdik.

Tasavvufi boyutumuza temas etmişken sizin de şahsen böyle bir yönünüz var. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz bu açıdan?

Bana sordukları zaman "Ben zamane dervişiyim" diyorum.

Zamane dervişi nasıl olur, nasıl yaşar?

Bir dervişin en önemli hususiyeti aşktır. Etrafına, tarihine, ecdadına muhabbetle bakar. Kendi derdi vardır ama diğerkâmdır. Oysa bugün post-modern liberal geç-kapitalizmin doğurduğu şey bencilliktir; "önce kendini sev" der insana. "Kendini sev!" ile kastedilen ben ile "Bir ben var sende senden içeri" ile kastedilen "ben"i sevmek bambaşka meselelerdir. Şeyh Galip de "Hoşça bak zatına ki zübde-i alemsin sen" diyor, aradaki farka bakar mısınız! Bu bir idrak meselesi; bunun idrakine varamazsak kendimiz dâhil hiçbir şey inşa edemeyiz. İnsanın en büyük eseri kendisidir.

Bunu hayata nasıl yansıtıyorsunuz?

Bunları anlatınca bazı insanlar çok naif buluyorlar. Evet, naif olabilir; naif ol ve gerekirse kaybet ama ruhunu kaybetme! Sisteme esir olma ve de ki "Ben aslımdan özümden taviz vermeyeceğim." İyi de ben "yaralı ceylanlar" dediğim öksüz, yetim, engelli çocuklarla ne için uğraşıyorum dersiniz. Bir, aslında bu bir medeniyet projesidir. Her insan özünde iyidir ama insan hayatın hay huyunu düşünmekten iyilik yapmayı unutuyor, nasıl iyilik yapacağını da bilmiyor. İyilik yapmayı bilmeyen, aklı kötü işlere meyleden bir insan bu dünya sisteminin esiridir. Ben kendi adıma bunu engelli
çocuklarla yapmaya çalışıyorum. İki, dünyanın en büyük sorunlarından biri kişiliklerin giderek avamileşmesi, bencilleşmesi, giderek paranoya ve şizofreniye varmasıdır. Bizimki de artık sosyal psikolojide ciddi sorunların ortaya çıkmaya başladığı coğrafyalardan biri durumunda. Böyle bir ortamda kişilikler bozuluyor, kimlikler bozuluyor.

Bu sorunun toplumumuzda da yansımaları oluyor; bunu nasıl aşabiliriz ki?

Kimlik sorunsalımız nedir diye sorarsanız, şöyle anlatayım: Benim hayatımda ailem, geçmişim, tarihim, inancım gibi üzerimdeki farklı kimlikler hiç çatışmadı. "Sen Batılı mısın, Türk müsün, Müslüman mısın?" diye sorduklarında, "Ben hepsiyim" diyorum. Ben üzerimde taşıdığım bunca kimliğin arasında bir çatışma görmüyorum. Bunlar yaratılışın getirdiği birer zenginliktir. Oysa etrafımıza baktığımızda mezhep, ırk, din, asabiyet, milliyet,
yöre gibi türlü kimlik üzerinden çatışma yaşayanlar olduğunu görüyoruz. Bunlar aslında birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Farklılıkların bir arada huzur içinde yaşaması mümkündür. Ben bir profesörüm ve farklılıkları bir arada nasıl yaşatacağımı en başta kızım Nazlı'da öğrendim. Nazlı'da farklılık çok açık: Down sendromlu, gözleri çekik, engelli. Senin bakış açında bir engelli grubuna yönelik kucaklayıcı bir tavır oluşursa sen mezhep, ırk, ten olarak da farklılıkları kucaklayabilecek bir kıvama kavuşursun. Nazlı'nın bana öğrettiği budur. Bu anlamda farklılıkları uyum içerisinde bir araya getirebilen toplum mühendisliği aslında tevhit mühendisliğidir: Farklılıkların muhafazasıyla cem olabilmek. Tasavvuf ne diyor: Fark ve cem, kesret ve vahdet, ikisi beraber olmalı, birbirlerinden ayıramazsın diyor.

Cambridge Üniversitesi'ndeki tahsil hayatınızın sizin kendi kültür, milliyet ve inancınıza dair bakışınıza büyük etkisi olduğunu duymuştum. Nasıl oldu bu, anlatır mısınız?

İngiltere'de Cambridge Üniversitesi'nde okurken benim hoşuma giden şey orada Amerika'dakiler ya da Almanya'dakiler gibi "sen kendini bul arkadaş"
dedim. Bak biz sana burada yöntemi gösteriyoruz, sen kendini bul. Onun için hayatta en yapıcı dönemim orada geçti. Bilgileri aldık, İslami bilgiler de dâhil olmak üzere bunları aldıktan sonra ben neyim diye sormaya başladım. İngilizleri reddetmiyorum, onun ötesinde de ben bir dünya vatandaşıyım.
Afrika'da açlar kırılırken "Bana ne ya" diyen bir adam değilim. Eskimoların ya da dünyanın, global toplumun geleceği beni de çok ilgilendiriyor. Ama kendimi tanımamda İngiltere bana çok iyi bir öğretici oldu. Çok ilginçtir, İngiltere dünyanın en büyük sömürgecisidir ama en büyük vatanperver ve devrimciler İngiltere'de, İngiliz eğitiminde yetişmiştir. Çünkü bunları öğrenip "kendi ülkemde uygulayacağım" dediler. Bu bakımdan İngiltere'nin bana çok şey kattığını söyleyebilirim. İngiltere'de çanlar çalarken kendime "Sen kimsin?" diye sordum. O zamanlar Türklüğümü ve İslamiyet'i iyi bulduğumu düşünüyorum. Bunları da kavga ederek yapmadım. Tamam siz öyleyseniz biz de böyleyiz, dedim.

Uluslararası siyasete bakacak olursak; Türkiye'nin son dönemlerdeki atılımlarını tarihimizdeki parlak günlere dönüş arzusu olarak değerlendirebilir miyiz?


Bu ciddi bir kadro ve heyecan meselesidir, kendi içerisinde Çanakkale ruhudur. Fakat bunu yaparken çok dikkatli olmak gerekiyor. Bir kere yurtdışında Türkiye'nin kımıldamasını, yükselmesini, istemeyenler Türkiye üzerine tasavvurlarda bulunuyorlar. Türk'ün İslamiyet'i yaşayışı, anlayışı Hoca Ahmet Yesevi ekolünden geliştiği için farklı Selefi ekolleri de Türkiye üzerinde ya da dışında âdeta bir Doğu emperyalizmi gibi algılanıyor. Burada bizim kendi gelişim çizgimizi başka bir renge doğru taşımaya çalışanlar var. Tabii İslam âlemi içerisinde İslam uygarlığına rengini ve tonunu vermek isteyen uluslararası ilişkilerde İran ve Suudi Arabistan gibi rakip şubeler var. Onların da bizim üzerimizde tesiri var. Batıdan da ateizm, deizm dijitalizm gibi birtakım akımlar geliyor. İnsanların metafiziksel ihtiyaçlarını 21. yüzyılda hissettikleri için oradan da birtakım New Age cereyanlar pompalanmaya başlandı. Sıkıntımız; hakla bâtılı, doğruyla eğriyi, bize uyanla uymayanı ayırt edecek temyiz ve tefrik kabiliyetimiz yok. Öyle
bir ölçü kolay bulunmaz. Bir diğer nokta ise özümüzde güçlü sütunlar varsa ve bu sütunların üzerine bu kubbeyi inşa edeceksek bu sütunları da bulandırmaya çalışanlar elbette olacak. FETÖ böyle değil miydi?

Peki, bunların içerisinde nasıl yüzeceğiz, nasıl kıyıya çakacağız, nasıl açığa çıkacağız? 21. yüzyıl Türkiye için çok zor bir yüz yıl. Hakikaten dünyanın kurtuluşu Türkiye'ye bağlı. Türkiye Batı ile ilişkisi iyi olan, Batılı değerleri de kendi içerisinde barındıran, kesişim kümesi itibarıyla Türk dünyasına,
İslam âlemine ve Batıya mensup tek ülke konumunda. İte kaka da olsa bir demokrasimiz ve insan haklarımız var. Bu dünyayı tekrar birleştirecek tarzda akidelerimiz, Hz. Mevlana gibi şahsiyetlerimiz var. Herkesin bencilleştiği bir ortamda Türkiye hala Afrika'da su kuyusu açtırıyorsa, burada insanların durup düşünmesi gerekir. Yine Türkiye sığınmacıların merceği oluyorsa düşünmemiz gerekiyor. Küresel toplum, Türkiye'yi istemiyor çünkü
Türkiye oyunu bozuyor. Ama Türkiye küresel bir aktör olmak mecburiyetinde.

PROF. DR. MİM KEMAL ÖKE KİMDİR?
İstanbul'da 1955 yılında doğdu. İlköğrenimini Şişli Terakki Lisesi'nin ilkokul bölümünde gördü. 1973'te Robert Kolej'den mezun olduktan sonra yükseköğrenimine İngiltere'de devam ederek Cambridge Üniversitesi'nin İktisat ve Tarih fakültelerinden mezun oldu. Sussex, Cambridge ve İstanbul üniversitelerinde uluslararası ilişkiler alanında ihtisas yaptı. Bir müddet Birleşmiş Milletler'de danışman olarak çalıştı. 1979'da Türkiye'ye dönerek Türk dış politikası tarihi alanında araştırmalarda bulundu. Akademisyen olarak Boğaziçi Üniversitesi kadrolarına katıldı. Burada 1984'te doçent, 1990'da profesör unvanlarına hak kazandı. 35 yaşında Türkiye'de profesör unvanını alan en genç kişi oldu. 1983-89 yılları arasında TRT'de danışmanlık yaptı. Türk dış politikası üzerine çeşitli dillerde yayınladığı kitap ve makalelerinin yanı sıra Biat: Bir Turgut Reis Hikâyesi, Engel: Bir Emir Timur Hikâyesi, Dervişin Seyir Defteri adlı üç romana imza attı. Akademik kariyerini halen İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde sürdürmektedir.

BİZE ULAŞIN