Ekrem Demirli: İNSAN VE MEKÂN: MEMLEKET ONTOLOJİSİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

İNSAN VE MEKÂN: MEMLEKET ONTOLOJİSİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Giriş Tarihi: 17.4.2023 12:04 Son Güncelleme: 17.4.2023 12:04
Tasavvuf düşüncesinde beden insan ruhunun mekânı olarak kabul edilir. Beden ruhun memleketidir ve beden ile ruhun ilişkisini yurt ile yurda yerleşen arasındaki ilişki gibi tasavvur etmek gerekir.

Fars edebiyatının ve tasavvufunun büyükismi Şeyh Sadi anlatır: Boğa güreşinde yenilen boğanın sahibi hakem heyetine itiraz ederek "Burada haksızlık oldu, boğamın hakkı yendi, bu nedenle yenildi" deyince herkes hayret eder, gözlerinin önünde gerçekleşen hadiseyi anlamaya çalışır. Haksızlık diye değerlendirilebilecek bir durum yoktur, her şey göz önünde gerçekleşmiştir. Fakat adam adil olduğu iddiasını sürdürür, ısrarla derdini anlatmaya çalışır. Hakemler adama "Nasıl haksızlık olabilir, her şey açıkta cereyan etti" deyince adam söyle der: "Haksızlık güreşte olmadı, dün yapıldı. Öteki boğanın güreş meydanına dün geldiğini öğrendim, benimki ise sabah geldi güreş alanına. Dün gelen boğa sahayı kendi memleketi olarak görmüş, güreşirken yurdunu savunma duygusuyla saldırmış, benim boğamı yenmiştir. Haksızlık budur."

İnsanın, hatta varlıkların mekânlarıyla ilişkisini düşünmede birçok noktaya dikkati çekebilecek hikâyelerden biri budur. Mekânını sevmek, yaşadığı yere alışmak, orayı sahiplenmek insana mahsus bir duygu olmadığı gibi içgüdüsel bir durum olarak bütün canlılara, belki cansızlara eşlik eden bir haldir. Klasik fizik teorilerinde "hayyiz", yani doğal mekân denilen şey, her bir şeyin doğal bir halle bulunduğu yerdir. Her şey tabii bir şekilde yerli yerinde durur, oradan ancak zorlama veya başka bir nedenle ayrılır, ayrıldıktan sonra da tekrar yerine dönmeyi arzular. Bu itibarla her şeyin bir yeri vardır ve her şey yerli yerinde sabit ve yerleşik olarak kalmayı arzular.

İnsanın mekân ile ilişkisini içgüdüler ve temel ihtiyaçlar üzerinden düşündüğümüzde, onunla herhangi bir varlık veya başka bir canlı arasında belirgin bir fark tespit etmek zordur. İnsan da tıpkı öteki varlıklar gibi belirli bir mekâna muhtaçtır, o mekâna yerleşmek ve barınmak ister, toplumsal düzeyde ise kabile veya kavmiyle orayı yurt edinir, var oluşunu koruyabilmek için mekânını olmazsa olmaz bir şey olarak müdafaa eder. Bedenli bir varlık olmak, haddi zatında, mekânda yaşayan varlık olmak demektir ve bu durumda öteki canlılardan ayrışacak bir yönü yoktur insanın.

Hicret ve vatanı terk edebilmek

Bir hadiste Hz. Peygamber'in "Vatanı sevmek imandandır" dediği aktarılır. Hadis'i şerifin sahih olup olmaması bir yana, hadiste esas anlamıyla neyin kast edildiğini tespit edebilmek hiç de kolay değildir. Çünkü hadis üzerinden yapılan yorumlarda genellikle fiziksel mekân ile sınırlı bir vatandan söz edildiğini hesaba katarsak, Hz. Peygamber'in bir keresinde terk etmiş olduğu böyle bir vatan hakkında konuştuğunu düşünmek zordur.

Bununla beraber vatan ve insan ilişkisi hem insanın temel ihtiyaçları hem de ahlaki ve zihinsel gelişimi bakımından birçok nyönden ele alınabilecek unsurlar içerir. Her şeyden önce bu ilişkiyi sadece "var olmak" ile "insana layık bir yetkinlikle var olmak" arasında bir karşıtlık ve çatışma düşünmekle ele almak gerekir. Bu itibarla dini hayatın en azından belli bir evresinde "vatanın terk edilmesi" diye tabir edilen ahlaki bir düzeyden söz edildiğini
hatırda tutmak gerekir. Vatanı terk edebilmek, esas itibarıyla insanın yaşama içgüdüleriyle insanca var olma ideali arasındaki çatışmanın tespiti olarak
görülebilir.

Hz. Peygamber İslam'ın doğduğu ilk yurt olan Mekke'den kendileri için daha güvensiz, daha tehlikeli ve korunaksız bir yere göç etmeyi tercih ederek ideal vatan için sadece güvenlik temin eden yurdu terk etmişti. Bir hadiste bu hicret ahlakı hayatın kurucu ilkesi haline gelecek şekilde "Allah'a ve Peygambere göç" diye beyan edilmiş, insanın yaşadığı mekândan insanlığın ideal halini temsil eden bir mekâna ama bilhassa Allah'a göç
etmişlerdi. Vakıa hicret, gerçekte kemalin kaynağı olan Allah'a göç etmek demektir ve fiziksel mekânın sağladığı korunaklı yaşamı bırakarak bir tehlikeye atılma cesaretine atıf yapar.

Benzer bir ifade ayet-i kerimede "Ben Allah'a hicret ediyorum" şeklinde Lut Peygamber'in diliyle anlatılmıştır. Demek ki Sadi'nin aktarımıyla içgüdüsel olarak bir insan ile bir boğanın ortak olduğu "vatan" tutkusu insanca yaşamanın hatırlanmasıyla yeni bir anlama taşınacaktır. İslam Medine'ye yerleşince, Mekke cahil şehir olarak anılmaya başlar, daha doğrusu oradaki insanlar cahil insanlar, o dönem de cahiliye dönemi diye anılır.

Bu ayrıştırma bir yurdun '"cahil yurt (şehir)" veya mağara olarak telakki edildiği felsefe tarihinde karşılığını bulduğumuz bir karşılaştırmadır.

O zaman insanın var oluşunun bir yolculuk olduğunu hesaba kattığımızda, birinci seviyede insan için barınak ve yurt olan vatanın insanın ruhsal ve akli ihtiyaçları için koruyucu bir yer olmaktan çıkarak engele dönüşebildiğini görüyoruz. Bu kez mekânı savunmak için mücadele eden insan mekânı
zihni ve ruhu için rakip olarak görmeye başlayarak akıl ve ahlaki varlığını korumak için mekânı terk etmek zorunda kalıyor. İslam geleneğindeki hicret, gerçekte bir mekânın insan ruhunun hapishanesi olmasından hareketle mekânın başka bir mekân uğruna terki demektir. Her ne kadar tabir zaman içinde ahlaki değişim anlamında kullanılsa bile terk etmek, mekânı bırakabilmek, hicretin özünü teşkil etmeyi sürdürmüştür. Bu meyanda sorulması gereken soru "Fiziksel mekânın ötesinde insanın öteki mekânı veya yurdu neresidir?" şeklinde bir soru olmalıdır. Bunu anlayabilmek için insanın
öteki varlıklardan ayrışmasını sağlayan yönlerine bakmak gerekir.

Düşünen canlının asıl vatanı: Ruhum nerelidir?

İnsan "düşünen canlı" olarak tanımlanmıştır: Bu tanımlama insanın yürümesi gereken istikameti ihtar eden bir sorumluluğu ihtiva eder. O zaman insanın bedensel ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir mekâna yerleşmiş olması ikinci durumda ya bir engel haline gelir veya birinci mekân yeni bir bakış
açısıyla tebdil edilerek hakiki mekâna dönüşür. Bir insan için memleket veya vatan denilen şey bu ikinci vatandır. Başka bir anlatımla sadece bedenini barındıran, onu herhangi bir varlık olarak koruyan yer değil, insanı insan kılan temel özellikleri geliştiren, onun aklını ve ruhunu yücelten, insanı insanlık erdemlerine taşımaya hizmet eden yerin ismidir vatan. Böyle bir vatan var ise bu vatan nerededir diye düşünmek gerekir?

Tasavvuf düşüncesinde insan için farklı mekânlardan söz edilir, farklı durumlarda insanın mekânla ilişkisi incelenir. Bu meyanda öncelikle beden insan
ruhunun mekânı olarak kabul edilir. Beden ruhun memleketidir ve beden ile ruhun ilişkisini yurt ile yurda yerleşen arasındaki ilişki gibi tasavvur etmek
gerekir. İbnü'l-Arabi ünlü eserini Tedbirat-ı ilahiyye fi memleketi'linsaniyye, yani insan memleketinin yönetiminde ilahi kurallar diye isimlendirmiştir. İnsan memleketi veya insanın yurdu onun bedeniyle birlikte ruhunun teşkil ettiği varlık alanıdır. Burada beden mekânı temsil ederken insanın ruhu-aklı ise o mekâna yerleşen öznedir. Beden o özne ile anlam kazanır, mekânı dolduran ve imar eden o özne varlıktır. Bu yönüyle memleket veya vatan, gerçekte kendisine yerleşenle anlamını bulunarak vatan-insan haline gelir. Toplumsal düzeyde vatanın aynı zamanda millet anlamına gelmiş olması veya onu işaret edebilmesinin nedeni budur.

Fakat ruh ile beden, memleket ile ona yerleşen arasındaki ilişki bir çatışma ilişkisi olarak kendini gösterebilir. Bunun nedeni memleketin (beden) kendi öncelikleri ve gerçekçiliğiyle ruhun öncelikleri arasındaki çelişkidir. Memleket Sadi'nin hikayesinde olduğu gibi korunma talep eder, böyle bir duyguyu insana ihsas eder, bunu cebri bir şekilde insana dayatır, insan da bedenini ve bedensel varlığının temsil ettiği dünyayı korumak güdüsüyle hareket eder. Boğanın öteki boğayla kavgasıyla insanın bu hamaseti arasında herhangi bir fark yoktur. Ruh ise memlekete yerleşik olmakla birlikte gelişmek, özgürleşmek, büyük dünyanın parçası olduğu bilinciyle varlığın tümüyle bir çeşit ilişki kurmak istediğinde memleket/beden ile arasındaki gerilim büyür. Bu durumda memleket yani beden, insan ruhunun hapsi veya Platon'un tabiriyle mağarası haline gelerek insan gelişiminin önünde tam bir duvar haline gelir. Ünlü Türk destanı Ergenekon'da dağın ardında sıkışan şey, bu anlamıyla insan aklı veya ruhu idi. Buradan çıkış ise dağın aşılmasıyla veya yarılmasıyla mümkün olacaktı.

Benliğin asıl vatanı

İnsan bedeni bu yurdu tezyif edebilecek herhangi bir şeye karşı kuşku ile yaklaşır, buna itiraz eder, direnir, kendi önceliklerini var oluşla özdeşleştirir, ötekini ise ölüm ve yok oluş diye göstererek sürekli "korkutur." Bedenin en temel davranışı bu korkutmadır; içgüdüler, arzu ile korku arasında gider gelirken daha baskın olan şey bu korkutmadır. Buna mukabil insan ruhu başka bir mekân tanımına vararak insanın memleket ile ilişkisini yeni baştan kurar. Mevlana ruh için gerçek vatanın insanın Tanrı ile ilişkisinin ezelde tesis edildiği ruhlar âlemi olduğunu düşünürken yaklaşık olarak tasavvuf tarihinde söylenmiş birçok düşünceyi özetlemiştir. O buna "sazlık" der ve sazlığı kamış olan benliğin asıl vatanı haline getirir. Fiziki mekân veya bedenin içinde var olduğu dünya ise asıl vatan ile ilişkisiyle gerçek anlamını bulur, insan ruhuna hizmet edebilecek, onun yolculuğuna katkı sağlayabilecek bir aydınlık dünya haline gelir. Bu itibarla vatan asıl vatanın gölgesi olduğu ölçüde gerçek bir memleket, yerleşilmesi gereken bir yurt haline gelecektir. Binaenaleyh vatan, asıl vatanın bir izdüşümü, onun gölgesi olduğunda insan dünyada cenneti bulmuş demektir.

O zaman memleketin anlamını kazanabilmesi için akla getirmemiz gereken en önemli şartlardan biri bir memleket ontolojisi veya derinliği olmak üzere memleketin varlık katmanlarıdır. Bu katmanlar, insan var oluşu hakkındaki düşüncenin bir neticesi olacağı kadar daha geniş bir anlatımda varlık mertebelerinin tecellisi olacaktır. Bu katmanlı memleket fikriyle fiziksel mekân yerini manevi ve akli mekâna bırakmakla gerçek anlamını kazanır, memleket insan ruhunun bir aynasına dönüşür. Böyle bir mekânda hiçbir şey sıradan ve fiziksel varlığıyla bulunamaz. O mekânda bir ağaç, sadece bir ağaç değildir; herhangi bir dağ, bir su, bir nehir, bir ev, bir çakıl taşı, kısaca fiziksel mekânı oluşturan her şey, asıl vatanın temsil edildiği derin ve anlamlı bir var oluşla var olan gerçek ve sahici nesnelerdir. Bunlar insan ruhunun farklı yönleriyle irtibat kuran, bu ruhu bir mekâna bağlarken aynı
zamanda evrensel ile de irtibatlandıran mekân-mekân ötesi nesnelerdir. İsmet Özel'in aktarımıyla Tevrat "taşınabilir bir vatandır", biraz da bu anlama geliyor olmalıdır.

BİZE ULAŞIN