Cem Sancar: MEMLEKET AŞKI VE KÖK HÜCRE

MEMLEKET AŞKI VE KÖK HÜCRE
Giriş Tarihi: 24.04.2023 11:48 Son Güncelleme: 24.04.2023 12:03
Cem Sancar SAYI:100
Ne zaman ki kimliğimizi, geçmişimizi (geç olsa da) keşfettik, maraza çıktı. Bunu keşfetmemiz ise açık söyleyeyim çok uzun sürdü. Ne çok nesil heba oldu ne çok genç öldü ne çok aydın telef oldu ne büyük acılar yaşandı.

"Memleket nere", lafına bir gıcığım vardır benim. Neden derseniz, aslında uzun mesele. Bir kere, "İstanbul" dersen arıza çıkar. "Ya tamam da asıl memleket nere", diye devam eder muhatap olduğunuz şahıs. İstanbullu olmak boş bir laftır çoğuna göre. Çünkü bilinçaltı böyle işler: İstanbullu yoktur, herkes bir yerlerden gelmiştir.

Aslında çok da yalan değildir hani! Fatih Sultan Mehmet ile gelmedik ya? Bir yerden geldiğimiz muhakkak. Ha, tabii Bizans döneminde gelip Perşembe Pazarı'na yerleşen ve orada inşa ettikleri caminin çevresini mekân tutan Arap tacirlerin kaybolmuş neslinden de olabilirsiniz. Eğer böyleyse siz sürreel bir romanın karakterisiniz. Yani aslında yoksunuz!

Zaten âfetler ve kıtlık sırasında Bizanslılar, "bunun sebebi oradaki Müslümanlardır" deyip oraları berhava etmişlerdir. Tıpkı deprem sırasında, daha yüzyıl önce bizim vatandaşlarımız olan Suriyeli insancıkları linç etmeye sıvanan aklı evveller gibi…

Tarih netameli bir vesikadır. Aynı kör taassuplar mütemadiyen tekerrür eder. Memleketi en çok ben seviyorum, diyen bir canlı formu kendinde yakma ve yıkma hakkı görmüştür. Ve işin alengirli tarafı, memleket deyince birçok insanın aklına doğduğu köy ve şehir gelir. Yani Birinci Dünya Savaşı'ndan kurtarabildiğimiz yurt, bu Anadolu ve İstanbul adıyla maruf toprak parçası konusunda kafamız karışıktır. Ülke, birçok "memleketlerin" toplamı gibi görülür.

"Memleket neresi" diye sorana "Türkiye" deseniz yine bir surat ekşimesi sendromuyla karşılaşabilirsiniz. Bu ayrımcı düşünce cumhuriyet tarafından giderilmeye çalışılmış ama bir türlü sonuca varılamamıştır. Çünkü bu cumhuriyetin kurucu babaları verdikleri sözleri tutmadıkları, Müslümanları ve Kürtleri ve dahi Alevileri ötekileştirdikleri için kapsayıcı bir bilinç geliştirememişler, işi tarih tezleri saçmalığına, dil teorisi komedisine dönüştürmüşler, sonunda ırkçı bir tanıma sarılarak maddi manevi bir çatışma ortamını körüklemişler, birleştirici bir kıvam tutturamamış ve bugüne bulaşan çatışmacı ruh halini ayakta tutmuşlardır…

Öyle bir ruh halidir ki bu…

Öyle bir ruh halidir ki bu, dip Kemalist projenin esas başarısını bize gösterir. "İslam terakkiye mânidir" diyen, "Bilim tek dindir" diyen 19. yüzyıl ilkel pozitivizmi bayraklaştırılmış, Batı düşünürleri tarafından bir delilik olarak değerlendirilen Comte'çu mekanik-akıl fikri çoktan hurdalıklara karışmış olmasına rağmen resmî ideoloji olarak beyinlere kazınmıştır. Kemalizm işte bu konuda başarılı olmuş, dünyanın da gerisine düşen acayip bir ülke olarak genç kuşaklarının beynini toplumsal uçurumlarla donatarak, formatlamıştır.

Öyle bir formattır ki bu, edebiyat- felsefe vesaire alanlarda güdük kalmamıza neden olmuş, oyalanmacı ve donuk bir gevezeliğe dönüşmüştür.

Tabii iyi ki şiir vardır! O da biliyorsunuz gerici olarak adlandırılıp baskılanan divan edebiyatının yeniden keşfiyle palazlanmıştır.

Elbette bütün dünyanın ilgi gösterdiği İslam bilgeliği, o felsefenin ne dediği de tartışılamamış, bütün ecnebi üniversitelerde adlarına kürsü açılan büyük Anadolu ve Endülüs bilgelerine, Mezopotamya düşünürlerine burun kıvrılmış, tasavvufun devi Yunus Emre saz şairi sanılmıştır.

Bilakis bu bilgi birikiminin bugün dünyanın ve ülkenin güncel sorunlarına ne diyeceği, bu felsefenin nasıl çözümler getirebileceği konusunda memleket aydınının ürettiği bir fikir de yok. Fikir üretmek bir kenara bu felsefe, yani kök bilgelik membaı tamamen unutturulmak ya da folklorik bir gösteriye indirgenmek istemiştir. Asker kafalı modernleşme, yani "sığlaşma" büyük ve cesur bir medeniyeti kıraç topraklarda merdivensiz bırakmıştır, desek sanırım pek abartı olmaz…

Bu otokratik Batılılaşma…

Düşünsenize, birçok bilgemizi biz yabancı oryantalistlerden öğrendik! Dili değiştirdiğimiz için onların eserlerini orijinalinden okuyamadık, yeterli bir çeviri faaliyeti yapamadık ve irfandan mahrum kaldık. Mahrum kaldık lafını kör cahil kaldık dememek için nezaketen kullanıyorum burada!

Bu aynı zamanda izin verilen ve aklı çelinmiş dini çevrelerin aynı pozitivist vülgarize, ilkokul seviyesine indirilmiş donuk bir din anlayışını yaymalarına da neden olmuş, Muhammedî İslam'ın tüm insanlığı sarmalayan asıl özünün üstünün örtülmesine, fanatizme, cart curt edici bir kabilecilik öfkesine boğmuştur. Merhameti, şefkati, kardeşliği değil de savaşı, kâfir ilan etmeyi, bağırıp çağırmayı davet sanan hırlı bir psikoloji hepimize sirayet etmiştir.

Bu otokratik ve tartışmasız Batılılaşma bizi, hikmet hazinesinin üstünde oturan ama onun farkında olmayan "Genç Bunaklara" benzetmiştir…

Aynı yere çıkan mecburi iki istikamet

Bu noktada meselenin özüyse epey sarsıcı. Birinci Dünya Savaşı'nın dağıttığı Osmanlı'nın kan ve gözyaşıyla elde kalmış bakiyesi olarak Türkiye aynı yere çıkan iki çeşit istikamete mahkûm edilmişti. Ya Muhammedî İslam'ı ve İmparatorluk bilincini külleyerek içine kapanacak, yoksul ve ıssız bir köhnelikte devam edecek ya da Batıya kesin adımlarla tabi olarak bir uydu ülke olup tiranların insafına bırakılacaktı. Birincisi bir tür tek parti zorbalığıyla yaşandı. İkincisi de NATO filan, küçük Amerika teraneleriyle yapıldı. Ancak kim demişti hatırlamıyorum, "Türkiye fazla büyük, bölünmesi yerinde olur!" da dendi…

Bir yeniklik psikozu Türkiye insanında daima vardı. İçerde bölücü, abuk sabuk bir ırkçılık faş edilirken esasında nakavt olmaya bir tık kalmış boksörün rakibine sarılması gibi bir şey oldu. Batıcılık böyle bir şeye dönüştü. Türkler Hristiyanlaşsa bile bitmeyen bir Haçlı bakışı daima bu ülkeyi düşman gördü, aşağıladı. Gazi Mustafa Kemal zamanında bile İngiliz siyasetçileri bu ülkeye "Kemal'in tuhaf ülkesi" diyor, bunları söyleyen kitaplar ülkede
yasaklanıyordu. Biz o zamanlar kendi kendimizi aldatmaklameşguldük. "Varlığım varlığına armağan olsun" diyerekten falan feşmekân yuvarlanıp gidiyorduk.

O da ayrı mesele… Ne zaman ki kimliğimizi, geçmişimizi (geç olsa da) keşfettik, maraza çıktı. Bunu keşfetmemiz ise açık söyleyeyim çok uzun sürdü. Ne çok nesil heba oldu ne çok genç öldü ne çok aydın telef oldu ne büyük acılar yaşandı. Henüz o meselede çok kateteceğimiz yol, yememiz ve dahi hazmetmemiz gereken birkaç fırın ekmek var…

Yeniklik psikozu

Yeniklik psikozu, bizi Batılı yaşam tarzlarını körü körüne taklit etmemize ve ülkesinden tiksinen bir şehirli seçkine, bir tür dekadansa varmamıza da yol açtı. Recep İvedik fecaatine, bel altı komedyenlerin sefaletine ve pornografiye alkış tutuldu.

Bu çürümeye itirazı olanlar arasında muhafazakâr-modern birçok insan vardı. Vardı ama reel-politik denen şey, yani bilinçaltındaki Kapitalist Batı hayranlığı, bunlar bizi tarumar ederler korkusu hep galebe çaldı. Öyle ki ülke enerjisini yüz yıl kendi insanlarıyla kapışmaya harcadı, gücünü bereketsiz yıllara harcadı.

İlan edilmemiş bir iç savaş durumu daima sürdü. Onlar bizi, mütemadiyen beynimizi küçülten bir çatışma içinde tutmak istiyorlardı, öyle de oldu.

Son yirmi yılda olan bitene böyle bakmalıyız. Demokrasi ve bağımsızlık arayışımızı böyle anlamalıyız. Bir özgüven patlaması yaşadığımız doğrudur. Doğrudur da entelektüel hayat tam tersidir!

Hiçbir Batılı aydın Doğu bilgeliğinden alıntı yapmaz ama biz Avrupa düşüncesinden alıntı şampiyonuyuz. Yaptığımız tarih dizileri ya padişahın haremi merkezlidir ya da Viking dizilerinden birebir araklanmadır.

Kendimize özgü ne mimariden ne de sinemadan bahsedemeyiz. Batı'nın bakışını öyle içselleştirdik ki, birbirimize hangimiz daha çok Batılı diye bakmaktayız…

Vatan ve ben

99'da yayınlanan ilk kitabımın adı Vatan yahut Ben idi. Vatan ancak "ben" ile bütünleşirse vatandı benim için. Baş eğilecek, tahammül edilecek değil, bizzat benimle anılacak bir kavram. Bir insanlık evi, evimiz…

Şimdi de öyle…

Haddizatında şunu söylemeliyim; vatan denince önce kalubela, Allah'ın karşısında ruhların toplanması düşüyor aklıma. İkincisi 124 bin peygamberle gelen hikmet ve selamlarımla Muhammed Mustafa!

Sonra Muaviye, saltanat falan, bütün itirazlarımla birlikte Selçuklu-Osmanlı. Nihayet ışığın yükseldiği ve karartıldığı Doğulu topraklar. Ve nihayet can kuşum Türkiye Cumhuriyeti.

Şu noktada anlaşalım. Millet benim için ümmet demek. Ümmet ise Medine sözleşmesinde Resulullah Efendimizin diliyle, bütün insanlık.

Soruyorum sizlere, tek tanrılı dinlerle putperestleri ortak bir yaşam içinde konumlandıran eşitlikçi bir eğilim görüldü mü başka bir yerde? Gelin, Batının ve Doğunun namuslu insanlarıyla birlikte, özgürlük sözünü Müslüman halklara attığı bombaların üstüne yazan fetbazların foyasını akıtalım. Gelin, eşitliğin ve özgürlüğün Medine'sini, Medeniyeti, bu çağın ihtiyaçlarına göre yeniden düşünelim. Gelin Medine Vesikası'ndaki "kök hücreyi" bu zamanın hasarlı organlarına zerk edelim, sıhhat bulalım. Gelin barışık, hür bir ülkeyi kanatlandıralım.

Böyle bir çağrı var hep dilimde. Yazıp duruyorum kendözümce…

Bugünden bakınca ne zor felsefe

Tabii öteki tarafta selefi bir suratsızlık. Ehli hiddet olup Selefilere sözde atıp tutan ve fakat dibine kadar Abdulvahap bir taassup. Ne kadar benziyorlar kurucu cumhuriyetin dil kesen şapkacı inzibatlarına! Ne bu çağ umurlarında ne âlimler arifler veliler. Şeyh Edebali dizi film şeysi, Yunus Baba kâfir, İbn Arabî kefere. Mevlâna, aman abi!

Zatı muhteremlerine göre hepsi zındık hepsi öteki. İndirgemeci bir bağnazlık, lafza dayanan bön bir kafa. "Senin dinin sana benim dinim bana" dedirtecek kadar ilkel yorumlar, şahsi uydurmalar, dırdır tantana...

Ne ki mevzu ekonomi politik ise Anadolu'nun iktisat politikalarına bakılmalı. Tasavvuf bu konuda çok şey söylemiş. Yüzlerce yıl sürmüş bir merhamet teorisidir Ahilik. Fütüvvet, fedakârlık olarak da geçer. Ahi Evran bu konuda yüz sosyal demokratı sol cebinden çıkartır. Ve çıkartmıştır.

"Helâl Lokma ve Bereket ve Tevekkül ve Kanaat ve Şükür ve Cömertlik ve İnfak."

Ahlâk bize peygamber mirası. Yasalar, hukuk filan bunun ardını toplar. Ahiler çalışır ve kazanırlardı evet ama istif etmezlerdi. Ailesine yeteri kadar ayırır ve paylaşırlardı. Biriktirmezlerdi!

"Çalış, kazan, biriktirme, dağıt!"

Ne zor felsefe bugünden bakınca. Banka hesaplarıyla şişindiğimiz şu saçma sapan, şu dünya denen rüyada...

Yani? Yani ortam huzur arayıcıları için, kapsayıcı düşünenler için meşakkatli.

Dünya bir cevri cefa manzumesi. En iyisi yalan dünya deyip geçmek. İyi de bilge olup âbâd etmek için gelmedik mi biz bu dünya denen memlekete?

Bir umudum var, belli mi olur, şu çektiğimiz çile mücevhere dönüştürebilir belki içimizdeki emaneti!

Hatırlarız belki o pırıldayan, o kutsal kök hücreyi...

"Memleket nere" dendiğinde, "Âdemden beri aynı yerde!" diyebilecek o medenî, o kalbî cesareti…

BİZE ULAŞIN