Ülkemizde "Kafkas semenderi" isimli nadir bir hayvanın yaşadığını TV'de "Seyirci Kalmayın" isimli doğa ve çevre konularına odaklanan bir programdan öğrenmiştim. "Kuyruklu kurbağa" da denilen türün endemik bir versiyonuymuş bu. Üreme zamanında suya girmesi gereken semender, temiz su kaynağı bulmak için, dağlık bölgelerin yüksek kısımlarına kadar çıkmak zorunda kalıyormuş.
Programı yapan gezgin sunucu, "insanlar doğanın her yerine geldiği" için orman yolu açılması gibi sebeplerle hayvancağızın bu zorlu yolculuğa katlanmak zorunda kaldığını ve nesillerinin tehdit altında olduğunu söylüyordu. Yanındaki ekipten biri de o sırada saatlerce süren aramalar sonucu buldukları bir Kafkas semenderini avucuna alıp biz seyircilere yakından gösterdi. Tüm ekibin yüzünde hüzünle karışık acı bir gülümseme vardı. Uzmanlar eşliğinde iyi bir araştırma ile sıkı bir ekip çalışmasıyla bulunan ülkemize özgü bir semender türünün yaşam hakkının savunulması çok değerli.
Hayvanlara ve doğaya duyarlılık
6 Şubat çifte depremleri sırasında enkazdan kurtarılan kuş, kedi, köpek gibi hayvanların hikâyeleri de dikkatimi çekmişti. Ne çok insan enkazda kaldığını düşündükleri hayvanlar için ekranlarda ağladı. Mesela bir haberde enkazdan sakat çıkan bir kedi için kilometrelerce yol gidip hayvanı ameliyat ettiren, 250 bin TL harcayarak protez bacaklar yaptıran bir adamın anlatımı vardı. Diyarbakır'da sağ kalan kedileri kurtarmak için iki askeri helikopterle özel eğitimli komandoların yıkılmak üzere olan bir binaya havadan operasyonunu da izlemiştik. Kediler kurtarıldıkça aşağıda onları bekleyen hayvanseverler sevinç çığlıkları atıp alkışladılar. Hepsinin gözleri yaşardı.
Hayvanlarla ilgili duyarlılık had safhadaydı. Hatta kişisel bir tecrübeyle de bunu sosyal medyada görmüş oldum. Depremle ilgili attığım onlarca twitten sadece bir kediyle ilgili olanı 2,5 milyon görüntülenmeye ulaştı, binlerce cevap ve yorum yazıldı. Şaşırtıcı derecede yüksek bir hassasiyet.
Bu hassasiyetin sadece hayvanlara değil, doğaya, ormanlara, denizlere, derelere karşı da gösterildiğine hepimiz sayısız defa şahit olmuşuzdur. Örneğin, denizlerin kirletilmesine karşı harekete geçen insanlarla ilgili çok sayıda haber görürüz. Çoluk çocuk bir araya gelip sahillerdeki çöpleri toplayanlar, denize dalıp dipteki atıkları çıkaran gönüllü dalgıçlar, suya sintine bırakan gemileri protesto edenleri sık sık duyarız.
Bir yerde mesela zeytin ağaçlarının kesileceğini haber alan grupların bölgeye gidip günlerce çadırlarda kalarak protesto Ülkemizde "Kafkas semenderi" isimli nadir bir hayvanın yaşadığını TV'de "Seyirci Kalmayın" isimli doğa ve çevre konularına odaklanan bir programdan öğrenmiştim. "Kuyruklu kurbağa" da denilen türün endemik bir versiyonuymuş bu. Üreme zamanında suya girmesi gereken semender, temiz su kaynağı bulmak için, dağlık bölgelerin yüksek kısımlarına kadar çıkmak zorunda kalıyormuş. Programı yapan gezgin sunucu, "insanlar doğanın her yerine geldiği" için orman yolu açılması gibi sebeplerle hayvancağızın bu zorlu yolculuğa katlanmak zorunda kaldığını ve nesillerinin tehdit altında olduğunu söylüyordu. Yanındaki ekipten biri de o sırada saatlerce süren aramalar sonucu buldukları bir Kafkas semenderini avucuna alıp biz seyircilere yakından gösterdi. Tüm ekibin yüzünde hüzünle karışık acı bir gülümseme vardı. Uzmanlar eşliğinde iyi bir araştırma ile sıkı bir ekip çalışmasıyla bulunan ülkemize özgü bir semender türünün yaşam hakkının savunulması çok değerli. edişlerini, hatta ağaçlara kazak ördüklerini görüp duygulanan çok olmuştur. Maden sahalarına, HES yapımlarına, barajlara karşı çıkanlar genellikle organize gruplar olur ama yine de nihayetinde doğayı koruduklarına inanmaktadırlar.
Hayvansever insansevmezler
Bütün bu manzaraları gördüğündeinsan "İşte benim güzel ülkemin insanları böyledir. Kurdu kuşu bile sahipsiz bırakmaz!" diye geçirir içinden. Ama iş dönüp dolaşıp asli unsura, yani insana geldiğinde tablo değişmeye başlar. Bir kedinin kuyruğu için gözyaşı dökenlerin, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan insan gruplarına nasıl öfke kustuklarına şahit olursunuz.
Ülkenin taşına toprağına, denizine ormanına, börtüsüne böceğine hayran olanların, belli kalıplarla karşılaştığında insanını sevemez oldukları ortaya çıkıverir. Örneğin deprem enkazlarının altından sağ insan çıkarılınca "Allahu ekber" nidasıyla sevinç belirtenlere öfkeyle köpürürler. Oysa kurtarma ekipleri o yıkıntının altından günler sonra sağ çıkmayı bir mucize olarak görür, bunun ancak Allah'ın büyüklüğüyle açıklanabileceğini basitçe dile getirir. Milyonlarca insanın her gün sayısız defa getirdiği tekbir bu "duyarlı" gruplara nasıl olur da bu kadar yabancı gelir?
Yine deprem döneminin ultra duyarlı kişilerinin, deprem bölgesinden başka şehirlere giden mağdurlara reva gördüğü muamele de hayrete düşürür insanı. Bir örnek Eskişehir'de yaşandı. Hatay'dan Eskişehir'e giden deprem mağduru 9. sınıf öğrencisi T.İ.'nin, CHP'li belediye başkanının yönetim kurulu başkanı olduğu bir vakfa bağlı okula, başörtülü olduğu gerekçesiyle kaydı yapılmadı. Sene 2023, okulun adı Özel Çağdaş Lisesi.
"Bunlar tekil örnekler" denebilir ama aynı şey makro düzeyde de geçerli. Bütün dünyadan uzmanların tarihte görülmüş en şiddetli depremlerden biri olduğunu beyan ettiği 6 Şubat çifte depremlerine CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu'nun şu yaklaşımı ibretlik mesela: "Asrın felaketi deyip abartıyorlar. Sorumluluğu üzerlerinden atmak istiyorlar." Bunu siyasi rekabete bağlayanlar olabilir ama bence asıl sebep ülkenin insanını tanımamak ve sevmemek. Aksi halde 14 milyon insanı doğrudan, 85 milyonu da dolaylı olarak etkileyen bir felaket yaşanırken, insanlar henüz enkaz altında canlı kurtarılmayı beklerken bunu hangi siyasi akılla açıklayabiliriz?
Sadece siyasi "kabızlık" değil
Başka büyük travmatik olaylarda da benzer yaklaşımlar gördük. Örneğin, millet hafızasında çok derin izler bırakan 15 Temmuz darbe girişimi sonrası, Kılıçdaroğlu (ve maalesef onun temsil ettiği milyonlarca taraftarı), sokaklarda kurşunlanan, meclisi bombalanan, tank paletleri altında parçalanan insanların travmalarıyla alay edercesine bunun bir "tiyatro, kontrollü darbe" olduğunu söyleyebildiler. Oysa o gece şehit olanlar arasında bulduğu karton parçasının üzerine "Ev kira ama memleket bizim", "Biz buraya market kuyruğuna girmeye değil, devleti kurtarmaya geldik" yazarak meydanlara koşan pırıl pırıl gençler vardı.
MHP lideri Devlet Bahçeli'nin TV'de anlattığı bir anısı vardı. Darbeden 10 gün sonra, 25 Temmuz 2016 günü, Cumhurbaşkanı Erdoğan siyasi parti liderlerini, değerlendirme yapmak için Külliye'ye davet ediyor. En büyük muhalefet partisi olan CHP genel başkanına ilk söz hakkı veriliyor. Kılıçdaroğlu'nun aklına gelen ilk şeye bakınız: "Kadıköy'de beş tane imam hatip lisesi var, altıncısına hiç gerek yok." Şimdi bunu sadece siyasi "kabızlıkla" izah etmek mümkün mü?
Toplumunu hiç tanımayanlar
Afetler, darbeler gibi büyük hadiseler milletlerin tarihinde birer imtihandır. Tarih milletlerin bu imtihanları nasıl verdiklerini kayda geçirir ve tabii siyasi liderlerin ve grupların bu imtihanlar karşısındaki performanslarını da. Bugünün tarihi yazılırken ülkede önemli oranda bir nüfusun toplumun geri kalanını hiç tanımadığı, nasıl dönüşümler geçirdiğini anlamadığı, halktan ne kadar kopmuş olduklarının farkına bile varamadığı da not edilecektir.
Yöneticileri kendilerine sonsuz bağlı kitlelerinin sorgulamayan durumundan gayet memnun olabilir. Nitekim bunlardan birinin yorumu tam da bunu doğrular nitelikteydi. CHP Zonguldak İlçe Başkan Yardımcısı Nezih Anıl katıldığı bir TV programında kendisine sorulan "Bunları niye koydunuz projeye?" sorusuna "Vizyondur o" şeklinde cevap verince sunucu; "35 yıldır aynı vizyonu gösterip duruyorsunuz" diye ekliyor. İlçe yöneticisi alenen şunu söylüyor: "Halk memnun. 35 yıldır aynı şeyleri koyuyoruz, hiçbirini de yapmıyoruz, halk yine de oy veriyor."
Şimdi bu siyasetçi neden konforunu bozsun? "Halk" dediği esasen yüzde 25'i bir türlü aşamayan, medyası aracılığıyla sersemletilmiş, kin yüklenmiş
CHP seçmen kitlesi. 100 yıldır kafalarında oluşturulan şablonlarla düşünmenin ötesine geçemeyen bu kitle toplumun geri kalan ana gövdesini ne tanıyor ne de seviyor. Afetlerde yardıma en önde koşan dindar kimlikli STK'lara açıkça hakaret ederken göstermelik yardım yapan seküler kimlikli birkaç grubu yere göğe sığdıramıyor.
Toplumun kahir ekseriyetinin sevincine de acısına da önyargısız ortak olamıyor. Örneğin TOKİ'nin ucuz konut projesine daha ilk andan küçümseyen karşı çıkışlarda bulunuyor. Ama sekiz milyon kişinin başvuru yaptığını gördükten sonra da tavrında değişiklik olmuyor. Veya TOGG'un yollara çıktığını gören büyük çoğunluğun gururunu paylaşamıyor, inkâr yoluna gidiyor. AK Parti Ar-Ge'den sorumlu genel başkan yardımcısı Mustafa Şen'in anket sonuçlarına dayandırarak verdiği rakamlara göre, yaklaşık yüzde 30'luk bir kitle böyle bir otomobilin var olduğuna bile inanmıyor! Bilinci böylesine çarpıtılmış bir kalabalıkla toplumun geri kalan ana gövdesi "tasada ve kıvançta" nasıl olup da ortaklaşacak?
Bu kitle aynı zamanda 21 yıldır ezici çoğunlukla seçim kazanan, halktan insanların sokakta görünce abisi, babası, kardeşi gibi sarıldığı, bir çağrısıyla yüz binlerin darbe gecesi tanklara çıplak elle direnmeye koştuğu liderin karşısında "tuvalet terliğini" bile yeğ tuttuğunu söylüyor. Seçim kazanırlarsa onu ve destekçilerinin tamamını yargılayacaklarını, hapse tıkacaklarını her gün sosyal medyadan, TV kanallarından ilan ediyor. Sadece "Erdoğan düşmanlığı" ile açıklanabilecek bir olgu değil bu. Daha derinde yatan sebep ülkenin ortalama insanını Kafkas semenderi kadar sevmemeleridir kanaatimce.
İnsanını sevdiğin yer
Bana kalırsa "Memleket neresidir?" sorusunun cevabı "İnsanını sevdiğin, insanıyla mutlu olabildiğin yerdir." Taşını toprağını, kuşunu ağacını elbette seversin. Ama bunların belki de daha güzelleri her yerde bulunur. Bali'deki sahiller Bodrum'dakilerden çok daha güzel olabilir. Belki İsviçre Alpleri'ndeki ormanlar daha yeşil, Côte d'Azur'un plaj kumları daha incedir. Ama sabah "hayırlı işler" diyerek dükkânına girdiğin esnafın "Abi tadına bak, öyle al" ikramının yerini tutar mı?
Ya da enkazdan yakınının cenazesini çıkaran yabancı arama kurtarma ekibine teşekkür için, sac ekmeği ve sıcak çay götüren kadının "Allah sizden razı olsun" diyen minnet duygusunu başka nerede bulursun? İnsanını sevmeden üzerinde yaşadığın kara parçası senin için ülkelerden bir ülke olabilir elbette ama işte memleket olmaz. Eh, yaşadığın yer "memleket" olmazsa o yaşadığın şey de pek saadet olmaz.
Ne diyordu, ömrü sürgünlerde vatan hasretiyle nihayet bulan şair:
Memleketim, memleketim, memleketim,
Ne kasketim kaldı senin ora işi
Ne yollarını taşımış ayakkabım,
Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
Enfarktında yüreğimin,
Alnımın çizgilerindesin memleketim,
Memleketim,
Memleketim…
Nazım Hikmet